Hâbil-Kâbil’den başlayarak cinâyet târihin vak’ay-ı âdiyesindendir. Savaşları dışarıda bırakarak düşünüyorum: Yeryüzünde her gün sayısız “âdi” cinâyet işleniyor.. Modern dünyânın tipik niteliklerinden birisi de, sâhip olduğu ve hızlı bir evrim geçiren haberleşme teknolojisinin mahsulleri vâsıtasıyla kamuoylarını bunlardan haberdâr kılmasıdır.
İkinci olarak, modern dünyâda cinâyetin fâillerinin yakalanma ve cezalandırılma kapasitesinin, modernlik öncesi dünyâda olduğundan daha fazla olduğu da âşikâr. Bunlar başlangıçta bir ümit doğuruyor. Cinâyetlerin kamuoyunun tâkibinde olması, yâni saklanamaması; dahası, yakalama ve cezâlandırma kapasitesindeki güçlenmenin, bu “istenmeyen” olayların potansiyel fâilleri üzerinde “caydırıcı” bir tesirde bulunacağına ve cinâyetleri azaltacağına dâir bir beklenti doğuruyor. Bu beklentiyi, modern eğitimin “uygar insan” üretme kapasitesinden beklenenler soslandırıyor. Ama ; öyle olmuyor. Hattâ süreçler tam tersini düşündürüyor.
Evvelâ, cinâyet sayısında modernleşme ile berâber muazzam bir artış yaşanıyor. Modernleşmenin doğurduğu yabancılaşma ve duygu (vicdan) kaybıyla paralel olarak cinâyet , hem daha fazla yaygınlaşıyor; hem de çeşitleniyor. Yaygınlaşıyor, çünkü modern dünyânın doğurduğu ve modern insana yüklediği “çile”, geleneksel dünyânın “çilelerine” göre çok daha ağırdır. Bu ağırlığın birikimini, cinâyet üzerinden türdeşine ödetme eğiliminin yaygınlaşmasına şaşırmamak gerekir. Daha vahimi ,cinâyet sebeplerindeki dönüşümdür. Geleneksel dünyâda cinâyetlerin şöyle veyâ böyle bir “sebebi” olurdu. Modern dünyâda “sebepli” cinâyet kadar, “sebepsiz” cinâyetler de türemiştir. Dedektiflik zekâsı, bu sebepleri açığa çıkarıp tâkip ettiğinde fâile kolayca ulaşabilir. Gelin görün ki, “sebepler” meçhûl olduğu zaman, fâilin hata yapmasını beklemekten başka bir yol kalmıyor . Eğer bu olmazsa, tıpkı Karındeşen Jack’de olduğu üzere fâiller de meçhûle karışıyor. Unutmayalım ki , modernleşmeyle berâber cânîler de modernleşiyor ve “dedektiflik zekâsı” keskinleştikçe “cinâyet zekâsı” da keskinleşiyor.
Modern eğitimin yaygınlaşmasıyla berâber “uygar insanların” sayısında artış olacağı ve cinâyetlerin azalacağı ise boşukta kalan bir varsayım. Modern eğitimin “örtük totaliter” taraflarını göz ardı edersek,böyle bir çıkarsamada bulunabiliriz. Ama hakikâtte tablonun farklı olduğunu düşünüyorum. “Eğitimli” ve “uygar” kaatillerin sayısı azımsanmayacak kadar çoktur. Benzer ilişkiyi refah toplumunun “müreffeh” (zengin) bireyleri için de düşünebiliriz. Fakirlik cinâyetlerin yegâne sebebi değil. Refah toplumu cinâyetleri azaltmıyor, tam tersine arttırıyor.
Daha beter şeyler de var. Herşeyi metâlaştıran kapitalizm, cinâyeti de metâlaştırdı. İngilizlerin mûcidi olduğu, “Cinâyet Edebiyâtı” bunu ifâde eder. Cinâyetin metâlaştırılması, onun edebîleştirilmesi üzerinden gerçekleştirilmiştir. Amerikan sineması da , bunu beyazperdeye taşımıştır. Kurgusunda , ahlâkî bir duruş var gibidir. Başroldeki dedektifler sanki kolektif vicdânı temsil ederler. Hepimiz ondan yanayızdır. O, iğrenç kaatili kovalayacak, hakkından gelecek; biz de bu sanal linçteki yerimizi alacağızdır. Ama bir cinâyet romanı veyâ filmindeki başarı, vasatî olarak dedektifin tek taraflı maharetiyle sağlanamaz. Bu, polisiye külliyatının sıkıcı sterotipi, sinemanın da kiloluk filmleridir. Aslında ağırlıkta olan cânînin ne kadar “incelikli” bir cinâyet işlediğidir. Ne kadar mide bulandırıcı olsa da, onun işlediği “ustalıklı” cinâyetler tuhaf hisler uyandırır içimizde. Bir tarafımız onu lânetlerken, diğer tarafımız onun maharetini takdir eder. Adam Philips’in “Öpüşme, Gıdıklanma ve Sıkılma Üzerine” başlıklı kitabında anlattığı hallere benzer hâlimiz. Hem kurtulmak hem de sürmesini istediğimiz tuhaf bir ara durum ; bir nev’i “gıdıklanma” gibidir bu. Kuzuların Sessizliği’nde Anthony Hopkins‘in muazzam oyunculuğuyla kurduğumuz ilişki tam da bunu anlatır. İzleyici bâzen ummadığı biçimlerde câniden yana hissedebilir kendisini..Merhûm edebiyat eleştirmeni Fethi Nâci, “Bizde neden polisiye roman gelişemedi?” der dururdu.. Bunca roman, hikâye ve film aslında modern dünyâda cinâyetin metâlaştırılması, estetize edilerek olağanlaştırılmasından başka bir şey değil midir?..
Gelelim güncel meseleye: Emine Bulut cinâyeti, eğer “birileri” tarafından kayda alınıp sosyal medya tarafından servis edilmeseydi bu raddede bir infiâle sebep olur muydu? Maktûlenin ve çocuğunun çığlıkları bizlere soğuk bir duş tesiri yaptı. Bilişsel kodlarımız harekete geçti.. Keyifle okuduğumuz son cinâyet romanını, “keyifle” seyrettiğimiz son cinâyet filmini unutup; Yine mi bir “ cinâyet?”.. Yine mi bir “kadın cinâyeti?”.. Vay alçak… nidâlarıyla yerimizden fırladık… Tam da bu arada, zavallı kadının zavallı çocuğundan gelen çığlığı kaç kişi işitti? “Ben, n’olur yardım edin diye yalvarıyordum… İnsanlar kıllarını kıpırdatmıyor, ellerinde cep telefonlarıyla çekim yapıyorlardı…” ….
Bu tablo karşısında gâliba en iyisi, Wim Wenders’in belgeseli “The Salt of the Earth” ü yeniden seyretmek..Hani, insanlığın acılarını muazzam fotograflarla belgeleyip, sonra da yabancılaşmanın ağırlığına dayanamayarak inzivâya çekilen Salgado’nun anlatıldığı belgesel.. Seyretmeyenlere min gayri haddin tavsiye ederim…
Yeni Şafak / Süleyman Seyfi Öğün