İnsanın hayata dair tercihleri çoğu zaman tartışılmaya değecek kadar enteresandır. Fayda ve zarar yaklaşımı mesela… İnsan fayda ve zararı hesap ederken genelde anlık hesapların içinde sıkışıp kalır. Anlıktan kastım yaşayabileceğini düşündüğü ömür sınırlarında yapar hesabını. Ama hesap hep yaşadığı hayatın konforuna ve rahatına dairdir. Daha iyi bir arabaya binmek, daha güzel bir konutta oturmak, daha çok kazanan bir işyerine sahip olmak, kendi başına olabileceği ve kimseye hesap vermeyeceği bir hayatı düşlemek gibi daha burada sayamayacağımız nice hesapları vardır. En az hesap yapılan alanda ölümün ardından gelecek olan ahiret inancıdır. Neden bu alana dair bir hesap yapılmaz ya da çok az yapılır? Elbette bu soruya verilecek cevap birçok açıdan tartışılmaya müsaittir.
Allah, Tekasür suresinin 8. Ayetinde “nihayet o gün verilen nimetlerden elbette hesaba çekileceksiniz” buyuruyor. İnsan hesaba çekileceğini biliyor ama hesaba çekilecekmiş gibi bir hayatı tercih etmiyor. Ya çok cesur ya da çok cahil… Kuşkusuz cahil çok cesur olur. Cehalet öyle kötü bir şey ki insanı yaratanına karşı meydan okumaya davet ediyor. Kur’an, insan hayatında varlığı fıtrat üzere çevirmeye yetmiyor! İşin böyle olma sebepleri üzerine duracak olursak; kolayca cennet anlayışının olduğu din duygusundan, Allah’ın affediciliğine sığınılarak yapılan günahlara kadar birçok sebep sıralayabiliriz. Ama en önemlisi sanırım Allah’a yeterince güvenmemektir diyorum. Kilo vermek isteyen kimselerin diyetisyenin verdiği perhiz listesine sadakatle bağlı kaldıklarını biliriz. Bir diyetisyenin diyet listesine verilen kıymet kadar bile Kur’an’ın insan hayatında hükmü yoktur. Her gün okunabilir, didik didik tetkik edilebilir, kavramlar dünyasında gezinilebilir ama hayata etkisi yoktur. Küreselleşen dünyada ve şirketlerin yönettiği bir dünyada her şey bu dünya üzerine yapılan hesapla yürür. Günlük takip ettiğimiz şeyler altının, dövizin iniş ve çıkışları ve borsa spekülatörlerinin hangi şirketten hisse aldıkları ve hükümetin son açıklamalarıyla sarsılacak olan ekonomik dengeler vs. vs.
İnsanın kendisine yabancılaştığı bir çağdayız. Kendisini tefekkür edecek, kendisini dinleyecek bir zamanının olmadığı ve her şeyin çok hızlı akıp geçtiği, insanın çok çabuk tükendiği bir zamandayız. Modern zamanlar ölümü hatırlatacak her şeyi toplumun dışına ittiği için ölümü gün be gün bize hatırlatacak dayanaklardan yoksunuz. Geniş aileyi parçalayıp çekirdek aile olduk olalı yaşlıları anca yılda bayramlarda ve özel davetlerde görebiliyoruz. Hasta ziyaretlerine gelince zaten çok yoğunuz bir çiçekçiye spariş vererek de hastamızın gönlünü alabiliriz. Nasıl olsa bizi anlayışla karşılayacaktır çünkü o da bu geminin içinde olan biri. Mezarlıklarımız şehrin dışındadır “her nefis ölümü tadacaktır” ayetini de başımızı kaldırıp okumayız, okusak bile bizim için faydası olmaz. Zira haberlerde her gün; gerek savaşlarda, gerek trafik kazalarında, gerekse toplumsal cinnet hadiselerinde sürekli ölüm haberleri ve videoları izleye izleye ölüm bizim için sıradanlaşmış durumda. Ve biz içimizde bağıra bağıra ölümsüz olduğumuza inanıyoruz. Ya da en hafif tanımlamayla Kehf suresindeki bahçe sahibi gibi davranıyoruz. O ne demişti hatırlayalım mı? “Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet Rabbimin huzuruna götürülürsem, hiç şüphe yok ki, bundan daha hayırlı bir akıbet bulurum”(18/36). Allah bu kişiyi müşrik olarak tanıyordu bize: “Ah ne olaydı da Rabbime hiçbir şeyi şirk koşmasaydım” diyordu. Yani bizde tıpkı bu adam gibi hemen öleceğimizi düşünmüyoruz ve ölsek dahi çok hayırlı bir akıbetle karşılaşacağımıza inancımız tam.
Modern insan ahirete dair yaptığı hesapları da tıpkı dünyada yaptığı hesaplar üzerinden yapmakta. Hangi ibadeti yaparsa daha çok kazanacağını düşünmekte… Az emek çok sevap! Zira kapitalizmin ilkelerinden biri de bu. Hacca mı gitse, infak mı verse, ya da vakit namazlarının yanında biraz daha mı fazla namaz kılsa? Yok yok öyle değil de en iyisi bir yurt ya da okul yaptırsa nasılsa öldükten sonra da amel defterini açık bırakan şeyler bunlar işi daha fazla garantiye alsa. Eğer kişi fakirse ona da çözümler mevcut; mesela aç bir köpeğe ya da kediye ayakkabısıyla su içirse al sana bir cennet işte bu kadar. Cenneti kazanmak için ne gerek var o kadar uğraşa. Yok önce birey olacaksın, okuyacaksın, anlayacaksın, anladığın şeylerle hayatını değiştireceksin, sana vahyedilen vahyin ağır sorumluluğunu taşıyabilmek için gökyüzünün öğrencisi olacaksın. Bildiğin her şeyi yeniden sorgulayacak, unuttuğun kimi şeyleri hatırlayacak, aklında olan çoğu şeyi ise çöpe atacaksın. Sonra rahatın kaçacak ve sokağa ineceksin. Ama bu iniş öyle bir iniş olacak ki bütün markalarından, konforundan, makam kaygılarından, eş ve çocuk kaygılarından, yarın bana acaba ne olur kaygılarından uzak, elalem bana ne der gibi takıntılardan uzak, dünyaya dair hesaplarından arınarak bir iniş olacak. Yeryüzünün öğretmeni olmak için, şahidi olmak için bir iniş olacak. Ne gerek var demi böyle bir sorumluluğu almaya. İnsan çıldırmış olmalı böylesi küresel bir çağda efendilerin hışmını üzerine çekmeye. Ben sizin Allahsız siyasetinizi, ekonominizi, eğitiminizi reddediyorum demek, Allah’ın yanında bir taraf olduğunu haykırmak elbette çağın diline yakışmayan bir duruştur. Çünkü pragmatizm makyevelist bir inançla ruhumuza, kalbimize kazınmış durumdadır. Çağın insana yüklediği sorumluluk ayçiçeği gibi olmaktır. Yani gün ne taraftan vurursa yönünü o tarafa çevirmektir. Buradaki gün elbette kişinin dünyaya dair yaptığı hesapta onu kazançlı çıkaracak şeydir.
Modern insan düşman tanımını da doğal olarak kazançlarına halel getirecek şeyler olarak tanımlar. Çünkü manipüle edilmiştir. Zaten çağın insanı hep bir yönlendirmenin etkisiyle yaşamını sürdürür. Aslında bazı şeyler kendisini rahatsız etmiyor da değildir ama şimdi başına belalar almak istemez. Allah muhafaza yarın bir maliye başına tebelleş olsa ya da polis ve asker gibi baskı aygıtları tepesine binse hali nice olur. Hem bu memlekette terörist damgası yemek onu her şeyiyle bu toplumun dışına itmez mi? Sahi ebedi olan bir hayatın karşısında geçici olanın hükmü nedir ki? Vahyin geliş amaçlarından biri her şeyi olması gerek yere koymaktır ki bunu da insanlar eliyle yapar. Yani kendisine iman etmiş Allah’a tam bir teslimiyetle güvenmiş kulları aracılığıyla yapar. Öyleyse düşman tarifi üzerinden konuşacak olursak ebedi hayatı etkileyecek olan düşman bizim esaslı düşmanımız olmaz mı? Allah bu düşmanın şeytan olduğundan bahseder. Düşman ifadesini biraz dünyevi anlamda anlamaya çalışalım. Farzedelim kan davası olan biriyiz ve düşman bizi bulduğu yerde vuracak. Her an hayatımız tehlike de nasıl yaşarız dersiniz? Sürekli el tetikte, her çıtırtıda ürperen, ailesi için endişe duyan, sürekli arakasını kontrol ederek yürüyen, kaygılı hatta paranoyak bir tip oluruz. Peki Allah bize kan davalımızdan daha korkutucu bir düşmandan bahsetmekte yani şeytandan neden bizi hiç korkutmaz! Hatta birçok esprimizin konusu olur. Sanki bizim için sevimli bir keratadır. İçimizdeki haylaz şey… Pardon! Yanlış söyledim hiç içimizde şeytan barındırır mıyız? Olsa olsa o dediğim şey Tolstoy’un bir kitabının ismidir. Bizim içimizde meleklerden başkası olmaz zaten, doğamıza aykırı!
Biz şeytanı bizim dışımızda görülmez bir varlık olarak tanımladığımız için kendi yanlışlarımızı, kötülüğe meyledişimizi masumlaştırdık. Oysa ebedi olan hayatı etkileyecek bir kötülük ya da ayartıcılık insanda ciddi bir dikkate sebep olmalıdır. Çünkü Allah ciddiye alınacak şeyler söyler ve ahdine ondan daha sadık kimsede yoktur. Öyleyse şeytanın bizim apaçık düşmanımız olduğunu söyleyen Allah’ı daha fazla ciddiye almaya ve O’na daha fazla güvenmeye ihtiyacımız var. Her şeyin sıradanlaştığı ve moda gibi her şeyin sürekli cazibesini hızla tükettiği, değiştiği bir dünyanın içinde adımlarımızı attığından yaşadığımız çağın kodlarıyla donatıyoruz kendimizi. Her şeyi ucuz yaşadığımız için vahyi de oldukça ucuza satıyoruz. Bir travma yaşıyoruz ya da bir cinnet nöbeti. Ama bilmeliyiz ki bu travmalar bizi ateşe doğru sürüklemekte. Çünkü bizi ayartıcı olan şeylerin bizim üzerimizde zorlama gücü yok. Onlar çağırıyor biz koşuyoruz. Görmeliyiz ki koştuğumuz yer ateşten başka yer değil. Allah’a güvenmek her şeyin ateşe doğru koştuğu bir ortamda bile tersine doğru koşabilmeye and içmek demektir. Verilen her nimetten sorguya çekilmek nimetlere karşı ciddiyet sahibi olmayı gerektirir. Çünkü biz, bizi nimet verilenlerin yoluna iletmesi için dua ediyorsak verilen nimetin de gereğince kadrini bilmemiz gerekiyor.
Birey olmak, cemaat olmak, ümmet olmak ancak vahyi ciddiye almakla olacak şeylerdir. Küresel çağ, insanı köklerinden kopararak tek başına yapayalnız bırakır ki hem insan zayıf olsun hem de efendilerine karşı çaresiz ve itaatkar olsun. Modern insan bu kendi başınalığı bir lütuf sayar. Çünkü kendisini kısıtlayan her türlü bağdan arınmıştır, konforuna düşkündür, kendisi dışında kimseyi umursamaz. Çevrildiği kafesin farkında değildir, kendisini sahte bir cennette hisseder. Bu cennet duygusu ona çağın hurafe üreticileri olan basın, yayın ve görsel medya yoluyla sürekli empoze edilir. Ama Allah vahyi ve beraberinde elçilerini göndererek insanın mazeretini en baştan çürütür. Batıla dalanlarla birlikte dalmamak için, Allah’tan daha sevgili hiçbir şeyi bırakmamak için en başta insana uyarısını yapar. Tüm kötü ayartıcılar yani şeytanlar (küresel şirketler, devlet, diyanet, içimizdeki kirli hesaplar ve duygular vs.)ise insanları Allah’ın yolundan alıkoymak için ciddiyetle hem de büyük bir ciddiyetle çalışmaktalar. Zaman hesabı doğru yapma zamanıdır, zaman çağın şahidi olma zamanıdır, zaman vahyi hemen şimdi yarına bırakmadan ciddiyetle önce hayatımıza sonra sokağımıza taşıma zamanıdır. Bunu bugün yapmazsak yarına çıkamayabiliriz. “Keşke bu hayatım için önden bir şeyler yapıp gönderseydim” demezden önce hayatı ve sorumluluklarımızı ciddiye alma zamanıdır. Ve zaman kulluğu tek olan Allah’a hasretmenin zamanıdır. Tam bir teslimiyetle teslim olan müminlere selam olsun.