29 Ağustos 1966 günü Mısır Devlet Başkanı Arap milliyetçisi Cemal Abdünnasır’ın emriyle idam edilen Seyyid Kutub, 20. yüzyılda İslam dünyasının düşünce ve siyasi hayatını derinden etkileyen şahsiyetlerin başında gelir. Etkisinin 21. yüzyılda da devam edeceğini söyleyebiliriz. Hiç kuşkusuz bunun anlaşılır sebepleri var: Kutup, Arap alemini, Hint yarım kıtasını ve Türkiye’yi etkiledi. Burada ilginç bir paradoks var, Hasaneyn Heykel’in “Öfkenin Sonbaharı” adlı kitabında anlattığına göre Seyyid Kutub hapiste iken büyük İslam bilgini Pakistanlı Ebu’l A’la Mevdudi’nin “Kur’an’da Dört Terim”kitabıyla tanışır ve bu kitabı okuduktan sonra zihinsel bir dönüşüm geçirir. Heykel’in anlattıklarından anlaşılan onun zihinsel dönüşüm geçirmesini sağlayan faktörlerden biri budur. Ancak daha sonra Mevdudi’den aldığı bu etki Hint yarım kıtasını, Mevdudi’nin takipçilerini bu sefer etkileyecek biçimde yansımaya başlar. Az önce sözünü ettiğimiz paradoks burada başlar. Üzerinde çok az durulmakla beraber İran İslam Devrimi ve İran Müslüman devrimciler üzerinde de Seyyid Kutub’un bir etkisi olmuştur. Özellikle 1964 15 Hordat kıyamından sonra -ki ayaklanmada 15 bin kişi hayatını kaybetmişti- İmam Humeyni bir strateji değişikliğine gitti. Bu kıyamdan sonra İranlı müslümanlar İslam dünyasındaki İslami hareketler üzerinde yeniden düşünmeye, tercümeler yapmaya başladılar ve bu çerçevede bugün Velayet-i Fakih makamında olan Ayetullah Ali Hamaney, Seyyid Kutub’un “İslam Kapitalizm Çatışması” kitabını tercüme etti, yani Farsça’daki tercümesi Hamaney’e aittir. Bizde de bu kitabı Düşünce Yayınları’nda yayınlamıştık. Bu nüshanın Türkçe tercümesi de Yaşar Nuri Öztürk’e ait. Yaşar Nuri Öztürk aynı zamanda Suriye Müslüman Kardeşler teşkilatının önemli simalarından Mustafa Sibai’nin “İslam Sosyalizmi”kitabının da mütercimidir. Dahasını söyleyelim, Y. Nuri Öztürk aynı zamanda Albay Muammer Kaddafi’nin de kitabını Türkçe’ye çevirmiştir. Öztürk’ün bu kitaplarda kullandığı mahlas A. Niyazoğlu’dur. Merhum Kutup’un çeşitli eserleri ve tefsiri Fi Zilal‘in Türkçe’ye kazandırılmasında Prof. Bekir Karlıga’nın da büyük katkıları var. Karlıga bu tercümelerde Akif Nuri müstear ismini kullanıyordu.
Seyyid Kutub’un Türkiye’deki İslami tefekkür, siyasi hareket ve entelektüel hayat üzerinde inkar edilmeyecek etkisi olmuştur. Şahsen benim düşünce dünyam üzerinde etkisi vardır. İmam Hatip okulu birinci sınıfındayken Süleyman Darçın isminde bir hocamız -Allah selamet versin- bana ilk defa “İslam’da Sosyal Adalet”kitabını verdi; ilk okuduğum kitap o oldu. Zannedersem merhum şehid Hasan El Benna’nın Risaleleri’ni bu kitaptan sonra okudum.Bugün İslami hareketler değerlendirildiği zaman özellikle Batı’da faaliyet gösteren İslamologlar, düşünce kuruluşları, Seyyid Kutub’un İslami hareketler üzerindeki etkisini üç noktada eleştirirler:
1) İslam dünyasındaki radikal hareketlerinin piri Seyyid Kutub’tur. Bu iddiayı öne sürenlere göre o radikalizmi formüle etmiştir.
2) Kutub, Müslüman dünyaya Batı karşıtlığını empoze etmiştir. Bunun doğru bir değerlendirme olduğu kanaatinde değilim. İyi okunduğunda Seyyid Kutup, Batı’ya Batı olmasından dolayı düşmanlık yapabilecek bir adam olmadığı açıkça anlaşılır. Fakat Batı dünyasına ve özellikle Amerika Birleşik Devletleri’ne ciddi eleştiriler yönelttiği de doğrudur.
3) Bir başka iddiaya göre Kutup, teröre kaynaklık etmiştir. Bundan da Türkiye’de çok sözü edildi; hatta maalesef Yeni Şafak gazetesinde bile bazı yazarlar bunu dile getirip Seyyid Kutub ve Mevdudi’nin bugünkü terör olaylarının selefilikten gelme yorumlar dolayısıyla müsebbibi olduklarını iddia eedecek kadar ileri gittiler.
Daha önce fundamentalizmin ilham kaynağı olarak Seyyid Kutup veya Mevdudi gösteriliyordu. 11 Eylül’den sonra her ikisi terörle ilişkilendirildi. Halbuki Seyyid Kutup, ne onların çerçevesini çizdiği anlamda bir selefidir, ne de terörle uzaktan yakından bir ilgisi vardır. Belki bundan sonra başka şeyin referansı gösterilebilir. ABD Başkanı iken George W. Bush, tuhaf bir biçimde “İslam faşizmi”ni telaffuz etti. Belki bu sefer, Kutup veya Mevdudi, İslam faşizminin teorisyenleri olarak takdim edileceklerdir. Tabii ki Seyyid Kutup’un bunlarla ilgisi yok. Onu kendi bağlamında, kendine özgü düşünceleri çerçevesinde ele almak gerekir ve onu kendi terimlerimizle anlamaya çalışma gibi bir sorumluluğumuz var.
Seyyid Kutup’un fikri beslenme kaynakları arasında Selefiye’nin etkili olduğu bir vakıadır. Fakat bu Muhammed Abduh, Cemaleddin Efgani’den gelen, çok daha geriye gidildiğinde İbni Teymiye’ye, İbnü’l Kayyım el Cevziye ve Ahmed İbni Hanbel’e kadar giden epistemoloji ve usulle ilgili bir damardır. Usuli Selefiliği, Davetçi ve Askeri/Tekfirci Selefilik’ten ayırmak lazım. Öyle de olsa, temel yaklaşımına baktığımız zaman Seyyid Kutup’un Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh’dan bir miktar ayrıldığını görüyoruz. Efgani salt politik bir dönüşümü öngörüyordu. Onun yöntemi de yukarıdan aşağıya doğru idi ve düşüncelerinin, siyasi fikirlerinin ana karakteristiği ihtilalcilik idi. Siyasetin ve iktidarın kurtarıcı olacağına inanılan bir çağda devlet ve iktidar o günkü İslamcıları derinden etkilemişti. 19. yüzyılda bu çok da garipsenecek bir şey değildi. Bunun yanında Cemaleddin Efgani’nin sosyo-politik projesinde “ulusal ve yerel” birimlere dayalı direnme biçimleri hakimdi. Bu zaman içerisinde hem Muhammed İkbal, hem de Mustafa Kemal üzerinde etkili oldu. Mustafa Kemal’in çokça sözü edilen vasiyetnamesinde veya Hilafetin 3 Mart 1924 ilgası sırasında serdettiği gerekçesinde zikredilen ana temalar büyük bir ihtimalle Cemaleddin Efgani’nin bu yaklaşımıyla örtüşmektedir. Buna göre, önceleri her Müslüman kavim kendi tabiî coğrafyası içerisinde bağımsızlığını kazanmalı, bir bakıma “milli” direniş yapmalı, milli kurtuluş savaşı vermeli, bu süreç tamamlandıktan sonra, eğer Müslümanlar, Müslüman kavimler isterlerse bir araya gelip birleşebilmelidir. Hatta Mustafa Kemal’in deyimiyle Hilafeti tekrar ihya edebilirler, “o güne kadar Hilafet TBMM’nin şahs-ı ma’neviyesinde mündemiç bulunmaktadır”.
Muhammed Abduh da ise Cemaleddin Efgani’den farklı olarak kültürel ve toplumsal dönüşümü temel alıyordu. Onun projesinde “eğitim” anahtar bir terimdir. Burada, Seyyid Kutub’un, Muhammed Abduh’tan ayrılan tarafı eğitimin felsefesini sorgulamasıdır. Muhammed Abduh verili olan batılı eğitimi referans noktası seçmiştir. Yani 19 ve 20. yüzyılda insanlar teknolojik, bilimsel ve ekonomik kalkınmanın gerisinde eğitimi gördüğü için, her ne suretle olursa olsun İslam dünyasının köklü bir eğitimden geçmesini istemişti. Bugün de Müslümanların % 99,9’unun kafasında eğitime ilişkin herhangi bir muhalefet yoktur. Hepimiz eğitime inanıyor, “eğitim şart” diyoruz. Halbuki modern eğitimin kendisi İslami dünya görüşünün, daha geniş ölçeklerde alem tasavvurunun karşısında bir yerde işlev görmektedir. Modern dünyayı var eden eğitimdir, modern eğitimi sekülarizasyondan ve seküler iktidardan ayrı düşünemezsiniz. Eğer modern dünyayla bir hesaplaşma içinde olacaksanız bu eğitimi formuyla, muhtevasıyla, felsefesi, yöntemleri ve araçlarıyla onu tarih sahnesine çıkartan misyonuyla sorgulamak zorundasınız. Muhammed Abduh bunu yapmadı, bugün de Müslümanlar yapmaya yanaşmıyor. Diğer yandan Muhammed Abduh İslam’ı modern zihne yaklaştırmaya çalışıyordu. Kalkınmanın gerisinde mesela faizi sermaye biriktiren, sermaye terakümünü sağlayan bir faktör olarak gördüğü için bireysel ve şahsi kazanca hizmet etmemesi kaydıyla faize de fetva verdi veya buna sıcak baktı.
Benzer bir tutum zihinsel olarak üzerinde Türkiye’de pek az duruldu, bu temel yaklaşım Mehmet Akif’te de gözlemlenebilir. Akif’in anahtar cümlesi şiirinde belirttiği üzere “asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı”dır. Yoruma ve ele alınacağı bağlama göre, bu sorunlu bir cümledir. Yani sanki referans alınan asrın zihnidir; İslam o zihnin prizmasından geçirilerek anlaşılacak ve yaşanacaktır. Bu İslam’ın kendisi dışında ve hatta kendisi üstünde başka bir prizmayı kabul etmesi anlamına gelir. Bu biraz da Kant’çı bir yaklaşımdır. Hep dikkatimi çekmiştir, Akif’in bu mısraını adeta bir şiar haline getiren Prof. Mehmet S. Aydın, Kant üzerinde çalışma yapmış bir felsefecimizdir. Bu bize şunu telkin etmektedir: Modern zihin İslamiyet’i algılayabileceği bir şekilde kabul edecektir; bugün de Müslümanlar bunun ciddi sorunlarını yaşıyorlar, başka bir ifadeyle kabul edebilecekleri kadarıyla Müslümanlığı kabul ediyorlar, algılayabilecekleri kadarıyla algılıyorlar. Belli bir yere; iktidarı ve serveti kontrol etme noktasına, statüye sahip olduktan sonra zihinleri İslamiyet’in öbür tarafını reddediyor, İslamiyet’i kendi sırtlarında bir kambur olarak görüp bundan kurtulmaya çalışıyorlar. Tarihte olduğu gibi bugün de Müslümanların ana sorunu İslami yüksek değerleri -ahlaki, hukuki- kendi seviyelerine indirgemeleri, vahyi kendi idraklarine hapsetmeleridir. İslam beşeri zaaflarla malul idrake hapsedilmez. Bizden beklenen idrakimizi zorlayarak yüce değerlere ulaşmak, hayat pratiklerimizi bu değerleri referans alarak düzenlemek değil mi?
Seyyid Kutub, meselenin tamamıyla farkında olan güçlü bir zihne sahipti. Benim okumalarıma göre Seyyid Kutub’un ana sorunu “bilinç”ti. En kestirme ifadesiyle o İslami bilinç peşindeydi. Mesela onun selefiliği Kur’an ve Sünnete dönüş ve Asr-ı Saadet modeline dayanmaktadır. Cahiliyeyi reddi cihanşümuldu; Batı cahiliyesine eleştiri yönelttiği gibi İslam ülkelerindeki cahiliyeye de eleştiriler yöneltiyordu.
Cemaleddin Efgani ve bugüne kadar gelen diğer İslami hareket liderlerinden ayrılan tarafı onun politik toplum tasavvurunun farklı olmasıdır. Tabir caizse o bir “politik toplum”un inşaını arzulamaktadır, bunda şüphe yok. Onun için iktidar ve devlet önemlidir. Fakat, bir paradoks gibi gelebilir, Kutup, sivil İslam’ın inşaı ve enerjisiyle politik bir toplum tasarlamaktadır. Bu çok farklı bir projedir. İşte bu onu Cemaleddin Efgani’nin ihtilalciliğinden veya Albay Muammer Kaddafi’nin, Ziyau’l-Hak’ın darbeciliğinden veya 15 Temmuz darbecilerinden ayırmaktadır. İslam tarihinde ilk darbeyi Muaviye yaptı, İslam’ı meşru rayından çıkardı. Oysa her türden darbe gayrımeşrudur ve elbette cürümdür.
Seyyid Kutup’un düşünce dünyasında “iktidar” anahtar bir terimdir. Belirtmek gerekir ki, bu dünyevi bir iktidar değildir, Aziz Augustion’un “Tanrı’nın Krallığı’nda somutlaşan ruhani iktidar” da değildir. Katolik teokrasisiyle de karıştırmamak lazım. Söz konusu olan dinin -ana hukuk ilkelerinin- meşruiyetini çizdiği ümmete ait toplumsal bir iktidardır. Tarihte Kur’an ve Sünnet’in ruhuna uygun bir biçimde ümmete ait mülkiyet, ümmete ait toplumsal iktidar kavramının maddi/ekonomik temelini ilk defa formüle eden Hz. Ömer’dir. Irak’ın fethi sırasında Sevad Arazi’nin statüsünü değiştirmek suretiyle bunu gerçekleştirdi. Adil bölüşüm ve sosyal refahın topluma yayılması diyebileceğimiz bu politikayı ikinci kez Ömer bin Abdülaziz benimsedi ve başarıyla uyguladı. II. Ömer çökmüş bir ekonomiyi iki sene içinde doğrulttu. 20. yüzyılda çok az Müslümanın düşündüğü bir konuydu bu. Seyyid Kutup bu konu üzerinde kafa yordu. Maalesef ondan sonraki İslami hareketler hatta İhvan’ın içinden çıkan fırkalar bunu bu şekilde anlayamadılar. Mesela mukayese ettiğimizde Said Nursi’de “iman” dönüştürücü bir güçtür, öyle tanımlamıştır. “Yeni Said” imanın politik bir etkiye sahip olması şartını toplumun yüzde 60’nın bilinçli Müslüman olmasına bağlamıştır. Seyyid Kutub için de bilinç dönüştürücü bir güçtür. Seyyid Kutup’taki bilinç Said Nursi’de imana tekabül etmektedir. Fakat ikisinin evren tasarımı farklıdır. Said Nursi’nin evren görüşü Newton’un mekanik evren görüşüne yakın durur. Muhammed Abduh’un ki de paradoksal da olsa pozitivizmin belli belirsiz etkisindedir. Seyyid Kutup hem Newton’un mekanik evren görüşünü reddeder, hem pozitivizmin etkisine düşmez. Bilgiye de atfettiği değer bu çerçevede farklıdır.
Seyyid Kutup bir akademisyendir, sosyoloji profesörüdür, üniversitede hocalık yapmıştır, bir titri vardır fakat ne bilimsel yöntemi yüceltir, ne de akademizme hakettiğinin üstünde bir değer atfeder. Onun için bilgi Kur’an ve Sünnet’ten prizmasından geçen hasıladan ibarettir. Medrese kökenli olmadığı halde bugün birçok ilahiyatçının düştüğü hataya düşmez. İslam’ın meşru usulüne bağlı kalarak bilgi üretir ve mesela tefsiri yazma biçimine baktığımız zaman bu usule bağlı kalarak “Fi Zilali’l Kur’an“ı yazdığını görüyoruz. Bugün ilahiyatçıların büyük bir bölümü üst dil olarak seküler bir dili benimsemişlerdir ve akademik yöntemi bilimsel yöntemle bilgi üretmeyi İslami usulün önüne geçirmişlerdir. Halbuki İslami usulle bilgi üretmek meşrudur, ümmet için kurtarıcı olan budur. Bizim geleneksel alimlerimiz, müçtehidlerimiz, müfessirlerimiz belli bir yöntemle bilgi üretmişlerdir.Akademik-bilimsel yöntemle üretilen bilgi tartışmalıdır, bizi ne kadar Hakikat’in bilgisine götürdüğü bir yana, bu bilgiyle İslami hükümler elde edilemez. Araştırması değerli olsa da en azından akademisyen bir ilahiyatçıdan herhangi bir konuda bir fetva alamayacağımızı biliyoruz. Bu durumda çözüm yollarını ya cahil tarikat ve cemaat liderleri ya da devletin resmi din görüşünü temsil eden Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan almak zorunda kalırız. Her ikisine itibar etmeyenler de fetvasız yaşamakta, tabir caizse işlerine geldiği gibi amellerine dini meşruiyet bulmaktadırlar.
Bilgiye bakışı böyle iken Seyyid Kutup’un bilgeliğe bakışı “hikmetl”e sınırlıdır. Burada bilgelikten kastedilen şey özellikle Türkçe’ye tercüme ettiğimiz zaman bilgeliğin bir hikmet, bir de irfan tarafı vardır. Seyyid Kutup ne felsefeye itibar eder, ne de tasavvuf ve irfana sıcak bakar. Belki kökten bir red halinde değildir; irfana sıcak bakmaz ama hikmetle arası iyidir. Mesela “İslam-Kapitalizm Çatışması”nda önemli vurgular var. Modern dünyanın ihtiyacı olan şey budur. Bugün dünyada bilgi son derece değersiz ve ucuzdur, ulaşılabilir bir şeydir, bilgi bilinç ve bilgelikten soyutlanmış olarak “malumat”a indirgenmiştir. İnternete girersiniz herhangi bir konuda önünüze binlerce sayfa dökülür. Bill Gates der ki, “Bugün sorunumuz bilgiye ulaşmak yani malumat sahibi olmak değil, bilgeliktir.” Bilgeliği kaybettik, hikmet bizi bırakıp gitti. Elbette “bilgi” olmadan olmaz, ne var ki bilgiye sahip olmak zor bir şey değil, istediğimiz konuda hepimiz bilgi sahibi olabiliriz; hatta bazılarına bakarsanız artık kitaba bile gerek yok. Hepimizin cebinde bir flash disk var, içinde yüzlerce kitap yüklenmiş, ama bu aletin hikmeti yok, o kalbimizde olmalı ki, hayatımızı aydınlatmalı, hayra yol açmalı.
Seyyid Kutup, Müslüman insanın yeniden doğuşunu, İslam toplumunun teşekkülünü, İslam ümmetinin beşeriyete önderlik rolü üstlenmesini hedefliyordu. “Cihan sulhu” adını verdiği Pax İslama’yı bu çerçevede mümkün görüyordu. Onun düşüncelerini belki bu üç cümlede toplamak mümkün. O Müslüman insana bir özgüven telkin ediyordu, bu önemliydi. Bugün müslümanın önemli sorunlarından biri kendine innması, “kendine” derken tabi ki şahsına değil dinine, dininin referanslarına, tarihin mirasına güvenmesidir. “Benim arkamda 1400 yıllık bir gelenek var”, diyebilmek çok önemli. Ben tahrif olmamış, vahyedildiği gibi günümüze kadar gelen bir Kitab’a sahibim. Bunu hayata, ete kemiğe bürüyen, geçiren bir Sünnet ve siret var. Ben bu zengin mirastan besleniyorum. Bu büyük bir özgüvendir. Seyyid Kutub bunu veriyordu insana. Maalesef şimdilerde müslümanlar bu özgüvene sahip değildirler. Onun için yalpalıyorlar. Seyyid Kutup yalpalamıyordu. Celaleddin Rumi’nin pergel metaforuyla anlatmaya çalıştığı gibi, bir ayağı sabit kadem şeriat üzerindedir, öbür ayağıyla da yetmiş iki milleti dolaşmaktadır.
Bir başka husus şudur: Seyyid Kutub iç ve dış çürümelere, sömürüye karşı direnme ruhunu veriyor. Malik Binnebi’nin dediği gibi “sömürge olmaya yatkın ruhun varsa sömürge olursun.” Sömürge veya yarı sömürge olmak ruhla ilgilidir. İslam dünyasında sömürgeciliğe karşı en büyük savaşı Müslümanlar verdi. Sonraları milliyetçiler ve sosyalistler iktidarı ellerinden çaldılar. Her zaman da iktidar çalınır, bugün de çalındığı gibi. İktidar mücadelesine İslam ve İslamcılık’la çıkılır ama iktidara milliyetçiler rengini verir. İslamcıları tasfiyeye kalkışır. Hiçbir milliyetçi veya ulusalcı fikir ve siyaset harici sömürüye sahici bir mücadele içinde olmamıştır, olamaz da. Neyin ne olduğunu iyi bilen Seyyid Kutub iç ve dış sömürüye, ahlaki çürümelere karşı direnme ruhu verdi. Özgürlüğü, ahlaki arınmayı ve adaleti öne çıkardı, dünya barışının ana çerçevesine işaret etti.
Somut bir proje sunuyordu Seyyid Kutup. Belki bu tartışılabilir, ama sahip olduğu özgüven ona böyle bir proje sunma imkanını veriyordu. Bunun teorik referansı, somut projesi yol göstermesiydi. Somut derken toplumsal mühendislik değildi bu, bir yol göstericilik idi. Bunun teorik referansı Kur’an ve Sünnet, pratik referansı Asr-ı Saadet idi. İlki doğrudan İslam’a, onun prensiplerine ve külli kurallarına dönüşü öngörüyordu. İkincisi İslam fıkhını donukluktan kurtarmak ve içtihat gücünü Müslüman alime kazandırmak istiyordu. Bunu “İslam Cemiyetine Doğru” adlı kitabında ayrıntılı bir şekilde anlatır. İslam’a duyduğu özgüven sarsılmaz bir biçimdeydi. Bu aynı zamanda onun özgüveninin de kaynağını teşkil ederdi. “Neden İslam?” dediği zaman somut bir biçimde dört şey sayıyordu:
1) İslam, doğrudan Allah yapısıdır,
2) Külli ve genel prensipler ihtiva etmektedir,
3) Bu prensipler insani hayatın bütün cephelerini kuşatır, kapsar,
4) Yine bu prensipler beşeriyeti daima ileri hamlelere teşvik ve sevk eder.
Seyyid Kutub’un temel kavramları
Seyyid Kutub’a Selefi akımın önemli temsilcilerinden biri gözüyle bakılır. Bu doğrudur. Fakat tabi ki İslam tarihinde başka akımlar da var. Seyyid Kutub selefi olmakla beraber aslında İslam’ın manevi kaynaklarından da beslenen bir insandı. Selefi olarak bilinen büyük şahsiyetler, mesela İbn’ül Cevzi El Kayyım, Hasan EL Benna vd. tasavvuftan kopuk kimseler değildi. Seyyid Kutup da öyle idi. Fakat tabi eleştirel de bakıyordu ki, bu önemlidir. Selefi akımın 20. yüzyılda ortaya çıkmasından sonra özellikle son dönemlerde sufilerin de kendilerini gözden geçirmelerine vesile oldu. Kur’an ve Sünnet vurgusu yapılınca birçok sufi insan ve sufi tarikat kendilerini Kur’an ve Sünnet açısından gözden geçirme, tarihi miraslarını kritik etme lüzumunu hissettiler. Belki de bu Selefiliğin Sufiliğe yaptığı en önemli katkılardan biriydi, bu Sufiliğin kazancı oldu. Şimdi sıra Selefilik ile Sufilik arasında verimli bir diyalogun kurulmasına sıra gelmiş bulunmaktadır.
Geldiğimiz noktada, yani 21. yüzyılda şunu anlıyoruz ki, Selefi kökenli İslami hareketlerin bazı zaafları var:
- Aşırı politika vurgusu. İslamiyet’i bir din olarak neredeyse ve bütünüyle salt politikaya indirgediler;
- Gelenekle çatışma halinde oluşları. Bu iki zaaf noktası, Selefi hareketlerin toplumsallaşmasını, topluma yayılmasını engelleyen önemli roller oynadılar.
- Manevi ve enfusi derinliği yeterince önem vermediler, felsefi/fikri bir derinliğe sahip olamadılar.
Selefi hareketler eğer bu yönlerini takviye edebilirlerse yine Kur’an ve Sünnet temelinde ve Asr-ı Saadet’i model kabul etmek suretiyle belki dünyanın yeniden kurulmakta olduğu böyle bir zamanda Selefi-Sufi diyalogu kurulabilir . Benim böyle bir muhayyilem var, inşallah bunu belki ileride temellendirmeye çalışacağım.
Seyyid Kutub’un “cahiliye toplumu” kavramsallaştırması da çoğu zaman yanlış anlaşılıyor. Kabul etmek lazım ki, söz konusu kavramsallaştırma bir karşıtlık üzerine kurulmuş. Karşıtlık “cahiliye toplumu” ve “İslam toplumu” üzerindedir. Ben bunu bir parça sorunlu görüyorum. Çünkü “toplum” kavramının kendisi sorunlu. Cahiliye toplumu varsa, “İslam toplumu” mümkün mü? Bu soruyu sormamız lazım. “Toplum” modern zamanlarda ve sosyal bilimler çerçevesinde -özellikle sosyolojinin zemininde- düşünüldüğü zaman ulusun sivil zemini olarak sosyal bilimlerde yerini alır. Eğer siz ümmet kavramının peşinde iseniz, toplum kavramını gözden geçirmeniz gerekir. Benim kanaatime göre “İslam toplumu” olmaz, çünkü İslam’ın kendisi topluma karşı ihtiyatlı bir tutum içindedir. Toplum, “ulus” varsa vardır. Toplum homojen ve yekparedir ve modern bir icad ve inşadır, sentetik bir kurgudur, devlet tarafından üretilmiştir. Toplum “milli/ulusal değerler” çerçevesinde oluşturulur ve milli/ulusal değerlerin tamamı devlete aittir; devlet bu değerleri, eğitim, iktisadi düzen, kültür bakanlıkları, hukuk ve yasama meclisleri aracılığıyla üretir. Nasıl ki “millet ve milli değer” devlete ait ise, modern anlamında “toplum” da devletin fonksiyonel kurumları aracılığıyla oluşturduğu beşeri varlıktır. Mamafih postmodern zamanlarda pozitivizmin çökmesi, ulus kavramının ağır sadmeler yemesi sonucunda toplum da çözülme sürecine girmiş bulunmaktadır.
“Cahiliye toplumu” kavramsallaştırması aynı zamanda beşeri hayatın realitelerinden kopuşu öngörür. İyi okunmadığı, tabii sınırları içerisinde tutulmadığı zaman -ki Mısır’da bu zaman zaman tabii sınırlarında tutulmadı-, fiziksel kopuşa yol açabilir. Denebilir ki, büyük ölçüde Tekfir ve Hicret ruhu (et tekfir ve’l hicre) bu yanlış okumadan türedi. Onlar, cahiliye toplumunda yaşamanın mümkün olmadığını öne sürüp, dışına çıkmaya çalıştılar, bazıları çöllere gidip Muhayyemat adı verdikleri çadır-şehirler kurmayı düşündüler. Kafir/cahili bir toplumda yaşamak mümkün olmadığına göre hicret etmek gerekir. Ancak zaman içerisinde çöllerde yaşamanın mümkün olmadığını anlayınca tekrar şehirlere döndüler ve fakat bu sefer de şehirle olan duygusal bağları koptuğu için şehre öfke duydular, böylelikle şehre/medineye karşı belli belirsiz nefret oluştu. Bilhassa Mısır’da İslami hareketin zaman zaman şiddete ve teröre yönelmesinin sebeplerinden biri bu olabilir.
Seyyid Kutub’un üzerinde düşünmemiz gereken bir başka önemli önermesi şudur: “İslam cahiliyenin gölgesi altında yaşayamaz”. “İslam kendi toplumunda yaşanır, cahileyenin sorunlarına İslami çözümler bulunamaz”. Bu onun en önemli iddialarından biridir. Bu da bilgi düzeyindeki sınırları içerisinde tutulmadığı zaman -ki Seyyid Kutub’un kastı bu değildi- büyük sorunlara yol açabilir, açmıştır da. Kişiyi, Müslüman ferdi şizofreniye götürebilir, sivil alanı mümkün kılmaz, hayat alanı bırakmaz, siyasi iktidarı merkeze alır, realiteden uzaklaştırır, fiziki ayırımlara ve çatışmalara yol açar, böylece kendiliğinden bir şiddet potansiyeli taşıyabilir. Aradan bunca zaman geçtikten sonra Seyyid Kutub’un bu yaklaşımı üzerinde düşünmemiz gerekir.
Seyyid Kutub’un bugün için bize son derece anlamlı gelen bir “güç tanımı” vardır. Bunun üzerinde pek durmadık. O gücü ümmetin potansiyelinden alıyordu. Bunu bugün Hizbullah’ta, Afganistan’da, Irak’ta veya direniş içerisinde olan bütün Müslüman dünyada görüyoruz. Seyyid Kutup bunun farkındaydı. Modern dünyanın bazı araç ve gereçlerine karşı değildi ama yeni, farklı ve bize ait olan bir şeyin peşindeydi. Şöyle diyordu: “Öyle silahlarımız olmalı ki, düşmanlarımızın eline geçmesin, geçerse bile bunları kullanmasını bilmesin. Bu bize ait bir silah, bir güç olmalı”. Bu gücün ne olduğu üzerinde düşünmemiz gerekir. Yoksa biz bu muazzam hava üstünlüklerine karşı silahla karşı koyamayız veya bu evsafta silahlarımız olsa biz sivilleri katledemeyiz.
Seyyid Kutub’un “medeniyet” kavramı konusuyla ilgili bazı rezervleri vardı. Malik Binnebi ile tartışmasını biliyoruz. Malik Binnebi “İslam Davası” kitabında, Seyyid Kutup “Yoldaki İşaretler”de bunlara atıflarda bulunurlar. Türkiyeli İslamcılardan bazılarının yerel yönetimler ve merkezi idarede inisiyatif sahibi olduktan sonra “medeniyet tasavvuru” konusunu gündeme almaları dolayısıyla bu tartışma üzerinde durmaları önemliydi, fakat medeniyet tasavvurundan anladıkları ele geçirdikleri kaynakları piyasa kapitalizminin öngörüleri doğrultusunda tüketmek olduğundan kısa süre sonra konu gündemden düştü.
Seyyid Kutub bir profildi. Bence yeni bir profil, 20. yüzyıla ait bir profildi. Ona “alim-aydın profili” diyorum. Alim-entelektüel profili de diyebiliriz. Aydınların düşünce hayatını devletin ve Batı’nın desteğinde domine ettikleri ülke Türkiye, fikri ve ilmi hayatı alimlerin domine ettiği ülke İran’dır. Mısır, Pakistan gibi ülkelerde hem İslami ilimlere vakıf, hem İslami ilimleri tahsil etmiş, hem de Batı’yı, modern dünyayı iyi bilen zatlar var. Seyyid Kutub, Mevdudi gibi. Bunların en başarılılarından biri Seyyid Kutub idi.
“Cahiliye” kavramına neden Türkiye’deki Müslümanlar sahip çıkmadı? Biraz ağır bir iddia olacak ama deneysel olarak ortaya çıkan şudur: Özellikle Türkiye’deki ikinci nesil İslamcılar bu cahiliye kültürünü edinmek ve onu tüketmek istiyorlardı. Seyyid Kutub’un cahiliye kavramı onları ürküttü, ondan hızla uzaklaştılar, kolayca muhafazakar kimliği kabul ettiler. “Seyyid Kutub, Mevdudi, Şeriati mi bize İslamiyet’i öğrtecek?” diye bu her biri modern zamanların İslam’ın değerleri olan zatları küçümseyenler, ne kadar İslamcı gözükseler gözüksünler açıktan reddettikleri milliyetçi/ulusalcı paradigmanın taşıyıcılarıdır. Nitekim bunların modern ulus devletin iktidarına giden yol kendilerine açıldığında nasıl büyük bir iştah ve açlıkla iktidara sarıldıklarını gözleme fırsatını bulduk.
Son olarak, Almanların ünlü filozofu Nietzsche der ki, “İslam erkeksi bir dindir, Hıristiyanlık kadınsıdır. Hıristiyanlığı itaat altına alabilirsiniz, ama İslamiyet’i itaat altına alamazsınız.” Bu yüzden Nietzsche’nin İslamiyet’e gizli bir hayranlık duyduğunu zannediyorum. Tarih içinde kadın erkeğine kendisini nasıl sunarsa Hıristiyanlık da iktidara kendini öyle sunar ve sunmuştur. Fakat İslam erkeksidir kendini teslim etmek istemiyor, teslim almak istiyor. Ben bunu erkek-dişi/cinsiyetçilikle değil Kur’an’ın vurgu yaptığı “izzet” kavramıyla ifade etmek gerektiğini düşünüyorum. “İzzet” onur, güç, hakimiyet ve üstünlüktür, içine “mü’min erkeği ve mü’min kadını” alır. Şu halde İslam “izzetin dinidir” deriz. Batı bu izzeti İslam’ın elinden almak istiyor, ama onu teslim alamıyor. Batılıların Ortadoğu’ya gelişlerinin sebebi hakikatte petrol değildir, İsrail’in güvenliği, bizim sularımız, bizim stratejik coğrafyamız da değildir. Bunları edinmek kolaydır, zaten onların kontrolündedir. Ortada başka bir şey var. İslam itaat/boyunduruk altına girmeyi kabul etmiyor. İtaat altına almayı istiyor. İslam’ın talep ettiği itaat özgürlüğün, ahlakın, adaletin ve bir arada yaşama iradesinin teminat altına alındığı Hukuka itaattir. Tarihte Kudüs’te bunun örneğini koymuştuk. İslam’ın hakimiyetinde bütün dinler ve bütün din müntesipleri -en azından sivil alanda- özgür bir şekilde yaşamışlardır. İtaat altına alan İslam kimseyi köle etmez, temel hak ve özgürlüklerinden yoksun bırakmaz, sömürmez.
Rahmetli Seyyid Kutup özgüvenini İslam’ın izzetinden alıyordu, kuvvetli bir biçimde bunun altını çizdi, onun için Batı hiçbir zaman Seyyid Kutup ve onun çizgisiyle kendi arasında kavgayı sona erdirmiyor ve erdirmeyecektir.
Seyyid Kutub’un eleştirilecek düşünceleri var, eleştirilmeli de. Ama eleştiri onun bir meş’ale olma özelliğine halel getirmez. Seyyid Kutub’tan başka Muhammed İkbal, Mevdudi, Ali Şeriati, Murtaza Mutahhari, Muhammed Hamidullah, Hasan el-Benna, Nedviler, Malik Binnebi, Muhammed Ebu’z-Zehra, Mustafa Sibai, Aliya İzzetbegoviç vd. şahsiyetlerin hem kitaplarının yeniden tercüme edilmeleri, hem de yaşanan bunca tecrübeden sonra tekrar tekrar mercek altına alınmaları zarureti vardır. Nur içinde yatsınlar. (Bu yazı 9-10 Eylül 2006, İstanbul’da düzenlenen “Seyyid Kutup Sempozyumu”nda sunulan redakte edilmiş tebliğ metnidir.)
Ilımlı İslamcı-Bop eşbaşkanı tayfanın kendisine “radikal ve terörist” demesi kadar Seyyid Kutub’u onurlandıran bir şey daha yok. Öyle ya namaz kılacaksın ama sömürüye karışmayacaksın. Aksini yaparsan Yahudi ve yardakçıları sana “siyasal islamcı” yaftasını vuruverir. Siyasal İslam nedir Allah aşkına? Yeryğzünde Yaratıcının her devire yüce buyruğu olan “”sosyal adaleti” isteyince bazı patronların işine gelmiyor sonra size “siyasal islamcı” diye kendi ürettikleri bir etiketi basıyorlar hepsi bu. (Not: Siyasal İslam din istismarı falan değildir, din istismarı yüce Kuran’da da lanetlenen bir olgudur.)