Moda kavramı çarçabuk özetlenmek istense değişimin adı olur. Bu değişimin kime ve neye göre olduğu bahsine bağlı olarak da moda aslında bir aidiyettir, üstünleşme, aynileşme, zaman zaman da farklılaşma veya ayrıksılaşma. Bir rüzgârdır, desek yeridir aslında, peşinde savrula savrula sürüklenen insan yığınlarıyla.
Dünya tarihine bakıldığında başı sonu olmayan bu macera, zihnimize yaptığı çağrışımın karşılığı olan kıyafetle bağlantısına elbette 19. yüzyıl ile birlikte kavuşur. Endüstri Devrimi’nin devasa girdabıyla da yepyeni bir boyuta ulaşır. Kentleşmenin patlaması, üretimin mekanikleşmesi ve hızlanması elbette kadının kamusal alana çıkışı ile birlikte birçok farklı ihtiyacın karşılanma hızını değiştirdi ve modaya uygun giyim-kuşam her tabakadan birey için mümkün, ulaşılmazlar ulaşılabilir, satın alınamazlar karşılanabilir oldu.
Vazgeçilmez kurtuluş reçetesi “modernleşme”
Batı, medeniyet yelpazesinde tam merkeze yerleşeceği bir tarih yazıcılığı hamlesini de tamamlamışken Batılı normlar, hızla “modernleşme” denen büyülü kavram sayesinde Batı dışı ülkeleri ve toplumları merkez medeniyete uyum sağlayacak kıvama getirme hedefi için iyiden iyiye kullanıldı. Hedeflenen bu homojenleşme dünya için alternatifi olmayan bir kurtuluş reçetesi olarak hızla basıldı ve ellerimize tutuşturuldu.
Modanın temelde ele alınan ekonomik yanı baskın olarak görünse de meselenin ideolojik yönü de etkisi bakımından üzerinde durmaya değer. Zira İngiltere’de Arts & Crafts Hareketi’ni de etkileyen Estetik Akım, Viktoryan Dönemi reddederek modaya yön verecek, rahat, insan anatomisine uyumlu tasarımlarla bir nevi baskı altındaki kadını özgürlüğüne kavuşturarak modaya alışılagelmiş anlamının dışında bir rol biçecekti. Bahsi geçen özgürlük nasıl Batı’da toplumsal baskı zincirlerini kırma ve dinin hegemonyasına itiraz anlamına geliyorsa, Doğu’da ve özellikle de dönem Osmanlı coğrafyasında da benzer bir durumu temsil etti.
İngiltere’nin ilk devlet tasarım okulu olan Glasgow Sanat Okulu’nun 1845 yılında başlayan faaliyetleri ile modaya getirdiği köklü değişiklikler ve giysi formlarına gelen yeni bakış açısı, tüm dünyayı olduğu gibi paralel olarak Batı ile yoğun ilişkilere giren Osmanlı’yı da derinden etkiledi. Giyim-kuşam, kadını normların ve dinin iddia edilen baskısından kurtaracak sihirli bir değneğe dönüşmeye başladı. Fakat elbette Osmanlı toplum ve aydınları arasında yerleşmiş olan geleneksel tutum, Batı tarzı modayı olduğu şekliyle bünyesine almakta büyük tereddüt geçirecekti. Dolayısıyla modernleşenin önemli bir temsili olan kıyafet tektipleşmesinin yerleşmesi uzun zaman aldı.
Modayı bir toplum mühendisliği aletine dönüştüren zaman, onu bir estetik heves, Batı’ya aidiyetin izlerini taşıma ayrıcalığı, zenginlik işareti olmak özellikleri ile topluma sundu. Süreç her ne kadar kadın üzerinden okunuyor olsa da Osmanlı realitesinde II. Mahmud devri ıslahat hareketlerinin, özellikle orduda gerçekleşen köklü değişim ve askerlerin kıyafetlerinin Batılı anlamda yeniden şekillenişi ile yani erkeklerle başladığını hatırlamak gerekir. Daha sonra sırasıyla sivil erkek kıyafetleri ve nihayet kadın kıyafetlerinin, Batılı moda etkileriyle karşı karşı kalışıyla dönüşümü devam eder.
19. yüzyılın Osmanlı erkek kıyafetlerinin geleneksel yapıdan uzaklaşarak, özellikle devlet erkânı, memurlar ve İstanbul ahalisinin üst tabakası için setre pantolonla Avrupai bir kılıf hâline gelişi, kadının kıyafet değişiminden öncedir. Yine “İstanbulin” denilen uzun ceketler, pantolon ve fes, Osmanlı elitinin erkek modasının en belirgin parçalarıydı. Bu yeni kıyafet tarzının ve kalıplarının ancak yabancı terzilerce dikiliyor oluşu ve Avrupa meşeli kumaşlarla kişiye özel sipariş edilişi elbette ayrı bir sosyal değişimin habercisi oldu. İstiklal Caddesi’nde konumlanan Levanten terzileri harıl harıl iş yapar hâle getiren bu durum saraya yansımakta gecikmedi ve II. Abdülhamid’in tahta çıkışı ile birlikte hanedan, Parma Atölyesi’nin nadide Avrupai kıyafetleri ile arz-ı endam eder oldu.
Erkeğin moda ile olan tanışıklığını takiple Tanzimat sonrası girilen süreçte kadınların kamusal alana çıkışları ve Mecelle’de kadınların yalnız başlarına bulunmasında sakınca görülmeyen yerleri ifade eden “makarr-ı nisvan” dışında da görünür olmaları ile giyim kuşam meselesinde gelenekselden uzaklaşılmaya başlandı. Zira 16. yüzyıl ile 20. yüzyıl arasındaki süreçte kadın giyimi, Batı’da yaşanan örneklere paralel olarak dönem dönem devlet ve yerel yönetimlerce, çeşitli yönetmelikler aracılığıyla düzenlenmekteydi. Bu muhafazakâr tutum, özellikle kadın giyimi ile alakalı süregelmişken modern olmanın dayanılmaz cazibesine kapılan İstanbul kadınlarının Avrupa modasını takibiyle bir bakıma kırılmış oldu.
Başlangıçta üst tabakaya mensup kadınların, “modistra” denen Ermeni ve Rum kökenli terzilere yüksek maliyetlerle diktirdikleri Avrupai kıyafetlerle tanışmaları ile başlayan süreç, zamanla Osmanlı basınında yer alan biçki-dikiş köşeleri sayesinde alt tabakaya kadar ulaştı. Özellikle dönemin Paris modası Osmanlı kadınına sunuldu, dergilerle dağıtılan ve “patron” adı verilen giysi kalıpları sayesinde dikiş bilen herkesin gardırobuna girebilir hâle geldi. Böylece modaya uygunluğun bir seçkinlik alameti oluşu, statü sembolü hâline gelişi de gecikmedi, toplumsal anlamda zihniyet değişimi net olarak başladı. Zamanla moda, modern ve Batılı görünme amacına hizmet eden ideolojik bir aygıt hâline gelecekti.
Sosyal inkılabın peşinde “yeni hayat”
Tam da bu dönemi takip eden yıllarda II. Meşrutiyet’in ilanı, siyasi inkılap olması hasebiyle bir milat olmakla tabiri caizse Osmanlı entelijansiyasını etkileyerek, kadın ile alakalı tartışmaları da başlattı ve basın aracılığı ile aydınların önemli meseleleri arasında sayılmaya başlandı. Siyasal inkılabı tamamlanmış Osmanlı’nın, toplumsal inkılabı için tesis edilmesi gereken “yeni hayat”, toplumun dönüşümü kapsamında kadını vitrine yerleştirildi. Kadının kamusal alandaki görevleri, çalışması, eğitimi tartışıldığı gibi, kılık kıyafeti de sembolik önemi sebebiyle masaya yatırıldı.
“Müsavat-ı tamme” denen kadın hakları meselesi, Osmanlı feminist hareketi öncülüğünde gün yüzüne çıkmakla birlikte, kadının modern bir toplumun en önemli işareti hâline gelişi de böylece kabul gördü. Bu arada moda sektörünü yabancı terzi tekelinden kurtarmak amaçlı, yine feminist hareketin yayımladığı dergiler bünyesinde kurulan terzihaneler aracılığıyla yerli moda sektörünün yaygınlaşmasını hedefleyen çalışmaları da unutmamak gerekir. Fakat 1895’de Hanımlara Mahsus Gazete’nin Terzihane’si, 1901’de Şişli’de Kız Sokağı’nda 18 Numerolu Hane, 1913’de Kadınlar Dünyası Dergisi’nin Terzi Evi ve sonrasında kurulan bireysel terzihaneler beklenen ilgiyi görememeleri sebebiyle atıl kalacaklardı.
Kadınlık inkılabının makyaj, giyim-kuşam ve moda ile gerçekleşmesini ahlaken uygun bulmayan, şeklî değişimden ziyade ilmî ve ruhi değişimi destekleyen görüşün yanında “tesettür-ü nisvan”ı tartışma konusu haline getiren ve muhakkak modern ve Batılı bir görünüm sayesinde kadınlığın hak ettiği özgür ortama kavuşacağını iddia eden görüş karşı karşıya geldi. Dönem yayınlarından Sebilü’r-Reşad ve Tasvir-i Efkâr “tesettür” savunuculuğu yaparken Sertellerin Büyük Mecmua’sı tesettür karşıtı tutumu temsil eden “telebbüs” taraftarlığına girişmişti. Karşılıklı atışmalar gazete ve dergi sayfalarına taşındı. Dönem aydınlarının devletin devamlılığı ve kurtuluşu projesi kapsamında takip ettikleri siyasi ve felsefi akımlar, kadın konusu ve moda karşısında duruşlarını da keskin çizgilerle belirledi.
Bir zamanlar II. Abdülhamid karşıtlığının simgesi olan çarşaf yerini feraceye, ampir manto ve yeldirmeye, dar etekli Meşrutiyet çarşafına bırakmış, Birinci Dünya Savaşı ile birlikte giyim alışkanlıkları iyiden iyiye değişmiş, Mütareke yıllarında İstanbul’a kaçan Rus hanedan ve üst tabakasının fakirlik sebebiyle şapka yerine başlarına sardıkları tül, “Rus başı” modası olarak kadınlar arasında yaygınlaşmıştı. Bu arada rahatlıkla söylenebilir ki Mütareke dönemi İstanbul üst tabaka kadınları, Cumhuriyet kılık kıyafet devrimine hazır bir durumda geleceğin modasını belirledi. Takip edilen moda, modernleşme temsili olan Batılı moda idi, geleneksel ve terk edilmeye mahkûm kabul edilen tesettür ise âdeta gericiliğin sembolü hâline geldi.
İttihat ve Terakki yönetiminin, Cumhuriyet arefesinde millîleşme politikasına bağlı olarak özellikle kadın kıyafetinde takip edilmesi amacıyla “millî moda”yı geliştirmeye çalıştıkları doğrudur. Bahsi geçen bu moda ile “millî” olmakla, modern fakat gösterişsiz, her alanda olduğu gibi giyimde de geçmişle bağları koparmayı hedefleyen bir devrimin görsel ayağının sunulması hedeflenir. Her ne kadar bu tutum ithalata karşı çıkarak Türk endüstri ve zanaatını korumayı öncelemiş olsa da Amerikan kültürünün hızla dünyaya yayıldığı 1920’li yıllarda, Süs ve İnci dergileri öncülüğünde, “flapper” tipi kısa saçlı, özgür, erkeksi Amerikan kadınının Osmanlı toplumuna tanıtılışı ile tüketim toplumuna evriliş sürecin in başlamasına engel olunamadı. Dönem itibariyle özgün moda dergileri henüz boy göstermediyse de Müsahipzade Celal’in Süs dergisi için çizdiği illüstrasyonlar aracılığıyla Batı modası izleri taşıyan giysi modelleri topluma aktarıldı, bu sade ve erkeksi çizgi taşıyan kadının idealleştirilmesi de peşinden geldi. Alafrangalık ile alaturkalık arasındaki çizgilerin gittikçe keskinleştiği bu süreç alaturkayı sıradanlığın ve zevksizliğin kodu olarak işlemeye de devam etti. Zira alaturka olan her şey eskiye aitti, Osmanlı’nın derin izlerini taşıyor, moda olandan fersah fersah uzaklaşıyordu.
Ülke siyasetinin ve bir bakıma yeni hayatı şekillendirme görevi üstlenen ülke aydınlarının da etkisiyle zihnî değişim hızla gerçekleşmeye, yepyeni bir sayfa açma çabaları yoğunlaşmaya başlayacaktı. İşte tam da bu noktada inorganik modernleşme kavramları ile tanımlanabilecek olan Cumhuriyet rejimine geçiş süreci, kılık-kıyafet düzenlemelerini moda tanımı içinde yumuşatmaktan ve eskiyle olan her türlü bağını kopartma hedefine sadık kalarak tabiri caizse dünyada trend olana, modern olana, aslında “moda” olana meyli aşikarane ifade etmekten çekinmeyecekti.
İdeali modalaştırarak sunma aygıtı olarak siyaset
Kıyafet konusundaki değişim ile alakalı tutumdaki ‘‘titizliğin’’ bir örneği olarak Cumhuriyet’in ilanının hemen akabinde, 1924 başında okullara gönderilen bir genelge ile kadın öğretmenlerin peçe ile derse girmelerinin yasaklanması, erkeklere mahsus 1925 “Şapka Kanunu”, 1926 itibariyle valiliklerin takip ve denetiminde şehir merkezlerinde kadınlar için peçe ve çarşafın yasaklanışı, 1934 “Bazı Kisvelerin Giyilmemesi Kanunu”, özellikle öğretmen okulları önderliğinde eğitim kurumlarınca yürütülen modern bir giyim tarzı kullanımı kampanyası, basının yönelimi ve teşviki ile moda kavramının, giyim-kuşam aracılığı ile bir zihniyete, bir ideolojiye ait olmakla bağlantılandırılması birbirini izler. Daha doğrusu biri diğerine el olur, aracı olur hatta araçlaşır.
Belki de iddialı görülebilecek bu tanımlama ve yaklaştırmayı, hakkaniyetsiz bir itham değil bilakis dönem koşullarına dışarıdan bakıldığında yapılabilecek tabii bir yorum olarak kabul etmek gerekir. Zira köklü değişimleri hedefleyen baskın ve kuvvetleri elinde tutan siyasal yönetimler, devletin birçok alanını olduğu gibi sosyal hayatın her noktasını da ideoloji ve zihinsel yatkınlıklarına bağlı olarak yeniden dizayn edegelmişlerdir. Hele ki sathî modernleşmeyi öncelemiş bir geçiş sürecinin, kadına biçtiği ideal görünümü “modalaştırarak” topluma sunmasında da şaşılacak bir durum olmadığı aşikâr. Nihayetinde yinelersek, moda bir aidiyettir, kendini ait olmak istediğin yere yakınlaştırma aracıdır; kişisel tercihler kadar siyasetin tercihlerinin de bunu belirlemesi kaçınılmaz.
Büşra Tosun Durmuş, “Bir Aidiyet Serüveni Olarak Cumhuriyet Modası”, Bilimevi Kadın dergisi, Temmuz-Ağustos-Eylül 2018, sayı 6.
Dünya Bizim