İslam hakkında öğrendiklerimizin ve bildiklerimizin önemli bir kısmını hayata geçirmekte zorlanıyoruz. Amele dökülmesi gereken bilgilerin önemli bir kısmı sadece zihinde muhafaza ediliyor ve gereği yerine getirilmiyor. Amel konusunda zorlanmanın mutlaka sebepleri olmalı. Bizim bu yazıda yapmaya çalışacağımız şey, bu sebepleri ve çözüm noktalarına dair bir katkı sağlamaktır.
Bilginin amele dönüşüm sürecini aydınlatmak bizim en önemli sorunlarımızdan birisi olan teori-pratik çelişkisini gidermeye yardımcı olabilir.
Bilginin amele dönüşümünde birçok faktörün rolü söz konusu. Bunların her birinin işlevini doğru tayin etmeden bu konuda net bir bilince ulaşamayız.
Bilgi salt bir düşüncedir. Onun kendisini benimseyen kişiyi bizatihi harekete geçirme gücü yoktur. Harekete sevk eden güç, bilginin içeriğinden etkilenen kalptir. Kalp zihindeki bilginin içeriği ile ne kadar sağlıklı bir ilişki kurabildiyse kendi dinamiklerini o nispette o bilgiyi amele dönüştürmede kullanabilir. Kalpten kasdettiğimiz ise duygulardır. Bilgi duygulara hitap edebilmeli, duygular da bilgiden etkilenecek bir duruma getirilmeli.
Bilgiyi amele dönüştürme kendiliğinden gerçekleşen bir süreç değildir. Bilginin amele dönüşümünde kişinin özel bir gayret sarf etmesi gerekiyor. Bu ‘özel gayret’in ne anlama geldiğini ve nasıl gösterilmesi gerektiği konusunda bir bilince ihtiyacımız var.
Konu her ne kadar psikolojik açıdan karmaşık bir süreci ifade etse de biz şematik bir bakışla temel noktalarını tespit etmeye ve pratiğe direk uygulanabilecek bir ‘düşünce’ vermeye çalışacağız.
Sorun sadece nefsimizi terbiyede bizi ilgilendiren bilgileri hayata geçirmemeyle sınırlı değil, dava alanındaki bilgilerin de pratiğe aktarılmasında aynı zaaf söz konusu:
Örnek olarak ‘Kum fe enzir’(Kalk ve uyar) bilgisini/ayetini ele alalım:
Bu bilginin uygulanmasında yaşanan bazı sorunlar şunlardır:
1. Bu emri üstümüze namaz emrindeki kesinlik derecesinde almıyoruz, o derecede bu vazife ile kendimizi muvazzaf kabul etmiyoruz. Bilinçaltında farzı kifaye gibi algılanıyor.
2. Nasıl yapacağımıza dair bir düşünce belirsizliği var.
3. En temel faaliyet şekli olan bu faaliyeti arka plana iten başka tür faaliyetlerle oyalanıyoruz. Avunma faaliyetleri ile asli vazifeyi örtbas ediyoruz, yaptığımız bu tür ‘kendin pişir kendin ye’ türünden faaliyetlerle vazifenin omuzumuzdan kalktığına inanmak istiyoruz. Peygamberimizin (as.) bu vazifeyi nasıl yerine getirdiğini bildiğimiz halde!
4. Muhataplarımızı ayağımıza bekliyoruz vb.
Bu bilgi gereği gibi amele dönüşmüş olsaydı bu sıralanan sorunların hiçbiri yaşanmazdı. Demek ki, bir yerlerde sorunlar yaşanıyor.
Bilgi Niye Amele Dönüşmüyor?
Kişi doğruluğunu kabul ettiğini söylediği bir bilgiyi neden hayata aktarmaz. Buradaki çelişki nasıl izah edilmeli?
Bu konuda 4 noktada sıkıntı var:
1. Bilginin deforme edilmesi
2. Yaptıklarım yeterlidir vehmi
3. Allah nasıl olsa bağışlar ümidi
4. İleride yaparım/düzeltirim anlayışı
Bilginin deforme edilmesi
Bilgiyi maksadına ve beklenilen titizliğe uygun bir şekilde hayata aktarmaya çalışmıyoruz. Büsbütün iptal edilemeyen bilginin içeriği nefis tarafından deforme ediliyor.
[1]
Tıpkı Uhud savaşındaki okçuların verilen emri/bilgiyi deforme ettikten sonra görev yerlerini terk ettikleri gibi. Halbuki bilgi çok netti, Peygamberimiz bilginin deforme olmaması için özellikle çok net biçimde ifadelerde bulunmuşlardı. Nefsin dünyevi bir çıkarından dolayı bu bilgi deforme edildi. Bilginin özü inkar edilmedi. Emri verenin otoritesine baş kaldırılmadı, verdiği emir nefsin arzusuna uygun bir şekilde yorumlandı/deforme edildi.
Görev yerini terk eden okçuların İslami bilgileri duyguları ile daha sıkı bir bağlantı içinde olmuş olsaydı, bu bağlantıları daha önceden sağlamış olsaydılar böyle bir deformasyona gitmezlerdi. Yoksa nefsin vesveselerini susturmak mümkün değil, önemli olan bu vesveselere karşı koyacak olan duyguların harekete geçirilmiş olmasıdır.
‘Yaptıklarımız yeterlidir’ hükmü
Namazla ilgili bir örnek verecek olursak: Namazın huşu içinde kılınması gerektiğine dair bir bilgiye sahip olmamıza rağmen bu konuda yeteri kadar duyarlılık göstermiyoruz. Namaz kılabilmek zaten bir güç/disiplin gerektiriyor bunu zor bela başardık, huşu disiplinini sağlamak için gerekli olan ikinci bir güç mobilizasyonunun zahmetine girmeye yanaşmıyoruz, çünkü iç dünyamızda rahatsız olmak istemiyoruz(sıkıntı, vicdan azabı, zorlanma hali). Yapılanları, amele dönüştürdüklerimizi değerlendirmede kullanılan ‘yeterlilik’ kriterini biz kendimiz belirliyoruz. Aynısı belki namazını hiç kılmayan kişide de söz konusu: İmanını yeterli görüyor. Namazını kılan, kılıyor oluşunu yeterli görüyor, kıldığı namazın kalitesiyle ilgili hükmü göz ardı ediyor. Kılmayan ‘müslüman’ oluşunu yeterli görüyor. Bu ‘yeterlidir’ düşüncesi Allah bağışlar düşüncesiyle takviye ediliyor. Her ikisi de eksiklikleri akıllarına geldikçe ileride yaparız diye erteliyorlar.
Aynı şemayı ‘kalk ve uyar’ emri için de kullanabiliriz. Oradaki sorunda da her dört düşünce rol oynuyor. Tebliğ, inzar bilgisi yerini başka tür faaliyetlere bırakıyor. Allah ‘şunu’ yap diyor, biz ‘başka’ bir şey yapıyoruz . Veya ‘önce şunu yap’ diyor, biz ondan önce başka şeyler yaparak bilgiyi deforme ediyoruz, Kuran’ın mücadele yöntemindeki öncelik sırasını nefsimize göre değiştiriyoruz; Yaptığımız seminer, konferans, dersler vb. faaliyetler yeterli bir İslami mücadele gayretinin ifadesidir zannı oluşuyor; varsa bir eksikliğimiz Allah nasıl olsa bağışlar düşüncesine ümit bağlıyoruz; ara sıra zaaflarımızı fark ettiğimizde de ileride tam kıvamında yaparız şeklinde bir erteleyici düşünceyle bugün ve şimdi hakkıyla amel etmeyi askıya alıyoruz, amellerimizi belirsiz yarın’lara bırakıyoruz. Halbuki kişiyi amele sevk eden güçlü bir eksiklik bilincidir. Eksikliğini örtbas eden amelinde ilerleme kaydedemez, tam tersine gün geçtikçe geriler.
Çözüm: Bilginin Amele Dönüşüm Aşamalarının Hakkını Vermek
1. Aşama: Önce Zihinden Kalbe İntikal
Amel dediğimiz şey, bir bilginin/düşüncenin zihin-kalp safhasını geçtikten sonra almış olduğu şekildir. Amel bilginin meyvesidir. Bilgi zihin tezgahından kalp tezgahına indirilip orada işleme tabi tutulmadığı müddetçe ham madde ham şekliyle kalır ve elde etmek istediğimiz ‘ürün’ü
[2]/‘amel’i netice vermez. Her amelin bir düşünceye dayandığı, düşüncenin amellerin tohumu olduğu bilinen bir husustur. Buradaki sorun bilginin kalp safhasında gördüğü işlemin yeterince aydınlatılmamış olmasıdır. Biz aklen/zihnen bir düşünceyi kabul ettikten sonra amelin de peşi sıra hemencecik değişeceğini zannediyoruz. Bu maalesef bir yanılgıdır. Toplumsal değişimin bu kadar yavaş ilerlemesi de zaten bunun göstergesidir. Bugün ülke genelinde binlerce tevhidi ve Kur’ani bilince sahip insanlar olmasına rağmen halen (temelinin atıldığı 60’lı yıllardan bugüne kadar geçen yarım asır içinde) göz dolduracak bir hareketin meydana getirilememiş olması ve bütün gurupların istisnasız bir şekilde tıkanıklık içinde bulunmaları zihne depolanmış bilgilerimizin otomatikman böyle bir örnek harekete dönüşmediğinin apaçık göstergesidir. Bu yola yeni giren gençlerimizin de aynı kaderi paylaşmamaları için sorunun başına dönüp binayı baştan inşa etmeye koyulmamız gerekmektedir. Bu da her şeyden önce teori-pratik çelişkisini ortadan kaldırmakla olabilir.
Bilginin sadece zihinde kalmaması ve onun kalbe intikal ettirilmesi ile ilgili bir önceki yazımızdan şu alıntıyı yapalım:
‘Neden tam istemediğimiz sorusu burada karşımıza çıkan çok önemli bir sorudur. Sahip olduğumuz bilgilerle ilişkimiz sağlıklı kurulmadığından dolayı tam istek hasıl olmuyor.. İlm’e yanlış yaklaştığımızdan ve ilmi kalbe yerleştirme ameliyesini gerçekleştirmediğimizden onu sadece zihin deposuna(hafızaya) yığıp duygularımızla bağlantısını kuramadığımızdan bilgi amele dönüşmüyor. Çünkü amele dönüşüm enerji ile olur. O enerji de motivasyondur. Nasıl ki insanın beyninde bilgilerin oluşması beyindeki sinir hücreleri olan nöronlar arasında oluşturulan bağlantılar sonucu gerçekleşiyorsa, tıpkı bunun gibi bilginin amele dönüşmesi için de onun kalpteki duygu ‘hücreleriyle’ bağlantısının kurulması gerekiyor. Bunu sağlayan fiil
bilgi üzerinde gerçekleştirilen tefekkür[3] fiilidir. Bunu şuna da benzetebiliriz, ördek başından su döker gibi biz de başımızdan üzerimize ilim döküyoruz, ama duygularımız ıslanmıyor. Bu gerçekleşmediği müddetçe bilgi-amel çelişkisini yaşamaya devam edeceğiz.’
Dolayısıyla bilginin özümsenmesi ve içselleştirilmesi ancak böyle, yani tefekkür fiiliyle gerçekleşir.
Bilgi-Duygu İlişkisi
Nörobilimlerde kaydedilen son on yılların gelişmeleri de duyguların bilgi ve amel ile olan sıkı irtibatını ortaya koymaktadır.
‘Soğukkanlı akıl uzun zamanlar yaratılışın mücevheri olarak kabul edildi. Bugün araştırmacılar bütün düşünce ve eylemlerimizin duygular tarafından yönlendirildiğini biliyorlar. Onlarsız hiçbir şeyiz.
Eskiden ruhumuzun dalgalanmaları arasında yol arayan şairler ve filozoflardı, bugün ise kesin bilimin temsilcileri orada bulunuyorlar. Beyin araştırmacılarını daha düne kadar ilk etapta bizim harika aklımız, hesap yapma, terkip yapma ve inşa etme becerisi büyülüyordu. Fakat insanı sadece açık, duygular tarafından perdelenmemiş zeka üzerinden tanımlama denemesi, çıkmaz sokağa götürüyor. Böyle çalışmıyoruz biz. Bilgisayar tomografçılarının dünya çapında beyin laboratuarlarında ürettikleri her yeni renkli resimle, uzun zamandır içimizdeki kötülenen duygusal dünyanın eylemlerimizi ne kadar belirlediği daha açık görünmeye başladı. Zihin ve bedenin, akıl ve duygunun parçalanamaz örgülülüğü, ‘bütünsel insan’ resmi için en güçlü argümanlar bu laboratuarlardan geliyor. Mesaj şu: Duygular olmaksızın hiçbir şeyiz.
Bu sessiz devrimin önde gelenlerinden Prof. Antonio Damasio zihnin ürettiği harika eserlerimizin yan ısıra duygularımızın gücünün hayatımızı ne kadar çok yönettiğini açıklıyor. Acılar ve haz, güven ve hayal kırıklığı, can sıkıntısı ve merak, öfke ve zerafet, sevinç ve üzüntü, sevgi, kin ve kıskançlık- neredeyse sonsuz sayıda ruh hali ve duygular, kendi aralarındaki bütün karışım ve derece farklarıyla hayatımıza renk ve şekil veriyorlar.
Duygusu olmayan ya da bütün gücüyle onları bastırmaya çalışan sosyal yönden yaşayamaz. Bu nedenle en parlak bilgisayar bile ruhen bir hiçtir… Biz insan olarak komple farklı çalışıyoruz. Bizim iradi olarak değiştiremeyeceğimiz genetik olarak şekillendirilmiş duygularımız var. Böyle kıpırtıların ‘basit bir şekilde’ orada oldukları ve aktive edilmelerini beklediklerini ispatlamak çok kolay. Beynin doğru bir yerine küçük bir elektrik sinyalinin verilmesi hemen o duyguyu harekete geçirir.’(Kaynak:
www.stern.de : ‘Duyguların Gücü’)
‘Duygusal zeka’ kavramını popülerleştiren Daniel Goleman de duygularımızı hedeflerimize ulaşmaya yarayacak şekilde etkilememiz gerektiğini dile getiriyor. Ona göre bu öz motivasyonun çekirdeğidir ve üretkenliği, artı başarı yaşantılarının miktarını artırıyor.
2. Aşama: Sonra Kalpte Amel Etmek:
Davranışların/amellerin merkezi kalptir.Ameller kalpteki davranışlarla başlar. Kalp ortaya çıkacak amellerin kalkış rampasıdır. Füzelerin rampadan ateşlenmesi gibi ameller de kalpte ateşlenir.
Sahip olduğumuz bilgilerin gereği ile kalpte amel edilirse –yani o bilgilerin duygularımızdaki mantıki karşılıklarını harekete geçirebilirsek- o zaman amelin önünü açmış oluruz.
Burada yine önceki yazımızdan şu alıntıyı yapabiliriz:
‘Sözgelimi Allah’ın büyüklüğünü idrak ettiğimiz zaman kalpte o bilginin ‘mantıki’ gereği olarak o bilginin medlulüne yönelik ‘saygı’ duygusunun güçlenmesi gerekir. Bu da sonuçta iradi bir karardır. Kendisine saygı duyulmasını hak eden bir varlığın bu hak edişini bildiğimizde saygı gösterip göstermemek [bizim elimizde olan] kalbi bir ameldir. Dolayısıyla bilgiyle amel etmek kalpte başlayan bir süreçtir. Orada ne kadar bilginin gereği ile amel edilirse dışa vuran davranışlarımızda da [o nispette] ilimle uyuşan davranışlar hasıl olur.’
Allah’la irtibatımızı ancak duygusal kanallardan güçlendirebiliriz. Kuru bilgi bu irtibatı tek başına güçlendiremez. Burada duyguların devreye girmesi gerekiyor.
[4]
Bu duygular ne kadar güçlü olursa amel dünyasına gerekleri o kadar yansır. Zayıf duygu zayıf ameli doğurur. Güçlü duygu güçlü ameli ortaya çıkarır.
Bedenimizle amel etmeden önce kalpte(duygularımızla) amel etmeliyiz önce. İlk amel sahası kalptir. Ameldeki ilk malzemeler duygulardır. Bunları harekete geçiren dinamik ise bilgilerdir. Bilgi kalbe intikal ettirilirse duyguları harekete geçirebilir, aksi takdirde işlevsiz bir şekilde zihinde depolanmış olarak kalır. Kalbe intikal eden bilginin orada amele geçirilmesi de iradi bir karara bağlıdır. İrade bütün aşamalarda vardır ve süreci yönetir. Yapılması gereken şey, iradeyi bütün aşamalarda harekete geçirmektir.
Velhasıl bilgi ait olduğu duygu ile birleşmeli, o duygu işlenilerek güçlü hale getirilmeli ondan sonra azimle(kesin kararla) amele geçirilmeli.
3. Aşama: Nihayet Amele Dökme Aşaması
Bu aşama kızıştırılmış ateşi kalıba dökme aşamasıdır. Burada (önceki aşamaların sayesinde) amele azmetmiş, olgunlaşmış bir irade vardır. Bu iradenin de imtihanı yine nefsi ve çevresiyle devam edecektir. Fakat bu imtihanı kazanabilmesi için gereken gücü topladığından başarılı olması kolaydır. Dikkat edilmesi gereken nokta, yüksek motivasyonun belli bir zaman sonra yeniden zayıflayabileceği gerçeğidir. Bunu önlemenin yolu kalbi diriltici bilgilerle beslemeye sürekli devam etmektir. Kuran’da tefekkür etmemiz için verilen tabiattaki örneklerin envai çeşit oluşu bu iradenin yeni ve taze örneklerle beslenmesi gerektiğine bir işarettir.
Bu aşamanın başarıyla geçilebilmesi için ‘Nefis Bilinci’ başlıklı yazılarımızdaki tespitler dikkate alınabilir.
Gelecek yazıda amele dönüşümde yaşanan tıkanma noktaları ve yapılması gerekenler özellikle tefekkürle bağlantılı olarak kainattan örneklerle ele alınıp amele dönüşümün birinci ve ikinci aşamaları ile ilgili burada anlatılan teorik bilginin uygulamaya nasıl dökülebileceğini örnekleriyle göstermeye çalışacağız.
Vesselam…
[1] Siyasi yöntemde pragmatist yaklaşımlar bilgi deformasyonunun en uç örneklerini teşkil eder. Bu alanda Rabbani bilgi ‘iyi’ niyetlerimizin ve nefsimizin arzularının kurbanı olmaktadır. Bu da genelde ‘Gaye vasıtayı meşru kılar’ düşüncesine istinad ederek gerçekleşiyor. Deformasyon tabi ki sadece siyasi alanla sınırlı değil, gündelik hayatımıza kök salmış durumdadır. Sahabe nesli ile bugünkü nesiller arasında en bariz farklardan birisi bu konuda ortaya çıkıyor. Biz pazarlıksız teslim olan bir nesil değiliz.
[2] ‘O’nun ahlakı Kuran’dı’ hadisindeki mesajı Kuran’daki bütün bilgilerin amele dönüşüm tezgahından geçirilip ahlaka/ürüne dönüşmesinin ifadesi olarak da anlayabiliriz. Ahlak ‘hulk’tan geliyor ve ‘karakter’e dönüşen özellikleri ifade ediyor, bilginin kişinin benliği ile bütünleşmesi sonucu gerçekleşir ve bu da bilginin mutlaka kalpten geçmesiyle elde edilir. Kalpten bypass edilerek elde edilen bilgilerin amele dönüşme şansları çok zayıftır. Ancak nefsin bir çıkarı ile bağlantı kurulursa o bilgiler amele dönüşür ama bu da ihlaslı olmama problemini beraberinde getirir. Toplumda belli bir statü, nam, şöhret, hava sağlayan, kendini ifade etme, ön planda olma konusunda gösterilen fedakarca ameller bu kategoriye örnek olarak verilebilir. Bu amellerin hepsi İslam davasıyla bağlantılı ameller olsa bile ihlaslı olmadıklarından Allah katında makbul değildirler. Bu açıdan da yaptığımız İslami amellerin nefsin bir arzusu/çıkarından dolayı mı yapıldığı yoksa gerçekten ‘samimi’ mi yapıldığını ayriyeten sorgulamalıyız. Buradaki zaafın fark edilmesi Allah rızası niyeti tamamen dışlanmadığından dolayı daha zordur. Nefsi niyetler Allah rızasını kazanma niyeti ile iç içe geçmiştir.
[3] Tefekkür, bilgiyi bilinene doğru sevk eden güçtür. Kalpte bir sureti/şekli meydana gelebilen şeyler için kullanılır. ‘Ovmak’tan dönüştürülmüştür, bu da işlerin hakikatlerine ulaşmak için onları irdelemek ve araştırmaktır. (Rağıb). Bu açıklamalarda önemli olan iki nokta var, tefekkür zihinde bilginin objesini (örn. göklerdeki ve yerdeki ayetleri) tasavvur etmek, resmini çizmek ile oluyor, artı ‘ovmak’ manasıyla bağlantılı o şeye daha derinlemesine nüfuz etme çabasıdır, bu da kainattaki ayetlerin işleyişini derinlemesine bilmeyi ve oradaki harika nizamı görmeyi amaçlıyor. Tefekkür eylemi bu şekliyle icra edilebilir, sadece zihinden bir şeyin manasını geçirmek tefekkür değildir.
[4] ‘Duygu’ bizim din anlayışımızda küçümsenen bir olgudur. ‘Duyguların İslami mücadele ile ne ilgisi olabilir? İkisi apayrı dünyalar.’ ‘Duygu tasavvufçuların, mistiklerin işidir’ vb. önyargılar, fıtratımıza yerleştirilmiş bu güçlerden bilgiyi amele dönüştürme sürecinde istifade etmemizi engelleyen sebeplerdendir.