BEYAZ ZAMBAKLAR ÜLKESİ

 ‘Beyaz Zambaklar Ülkesi’ diye bir ülke varmış;
Bir zamanlar bataklıklar ülkesiymiş burası… Her haliyle bataklık… Ama sonraları o ülke beyaz zambaklar ülkesi olarak anılır olmuş. Finlandiya’dan bahsediyorum. Daha doğrusu, Rus yazar Grigory Petrov’un kitabından bahsediyorum. (Beyaz Zambaklar Ülkesinde, Tercüme: Prof. Dr. Ali Haydar Bey, Hayat yay. 38. Baskı, Ank-2016).
 
Grigory Petrov’un yazdıklarına bakılırsa, Finlandiya bir masal ülkesi. Tabi Petrov, kitabını 1920’li yıllarda yazmış. Finlandiya hala beyaz zambaklar ülkesi midir, bilmiyorum. Ama yüz yıl kadar önce belli bir dönem bu başarıyı gerçekleştirmiş olsa bile, bu, övünülesi bir kazanımdır.
 
Petrov’un verdiği bilgilere göre, Finlandiya1808 yılından itibaren Rusya tarafından ilhak edilmiş. Bu yıllara kadar da aslında İsveç’in egemenliği altında yaşamışlar. Birinci dünya savaşından sonra, 1917 yılında Rusya’dan bağımsız hale gelebilmiş Fin ülkesi. Bu bağımsızlık hareketinden sonra Finlandiya baş döndürücü maddi ve eş değerde bir manevi kalkınma, yükseliş yaşamış. Öyle anlaşılıyor ki, Fin toplumunun öyle anlı-şanlı (‘büyük’) kurtarıcı liderleri filan da olmamış. Toplum, kendi göbeğini kendisi kesmiş. Ülkenin gelişmesinde öğretmenler ve bilhassa Johan Wilhelm Snelman adındaki öğretmen etkili olmuş. Ülkede binlerce konferans vermiş. 1806 doğumlu (ö.1881) Snelman, ülkesinin komşu ülkeler (Rusya, İsveç v.b) tarafından işgal edilmesi gibi tehlikelere karşı direnebilmesi için, silahlanma yarışının değil de, komşu ülkelerden daha yüksek bir medeniyete sahip olmasının gerekliliğini anlatmış. Bunu da kabul ettirmiş görünmektedir.
 
Bu küçük Kuzey Avrupa ülkesinin başarı öyküsü, tıpkı bir masal gibi. Bilhassa ülkenin ‘reçel kralı’ (Juko Jarvinen), ayrıca ayakkabı ve yumurta krallarının başarı öyküsü, dinlemeye değer.
 
Beni bu beyaz zambaklar ülkesine ait asıl cezbeden bunlar değil. Her toplumlun yükselişinde, her ülkenin kalkınmasında sayısız hikâyeler vardır. Bunun ötesinde, yüz yıl öncesinde ancak iki milyon kadar nüfusa sahip bu küçük ülkenin başka, imrendirici hususiyetlerini anlatmaktadır G. Petrov. Sanki bir ‘medinetül fâzıla’ diyeceğimiz Fin hikâyesi özetle şöyle:
 
Kitabı Bulgarcaya çeviren kişinin verdiği bilgilere bakılırsa Finler daha başta, kimsenin kendilerine saldırmayacağı, kendilerinin de kimseyi rahatsız etmeyeceği bir ülke aramışlar ve bataklıkların ve zor ormanların bulunduğu bu toprakları, yani Finlandiya’yı bulmuşlar.
 
Rusların tren istasyonları ve tren vagonları ile Finlerin istasyon ve vagonlarını karşılaştırıyor mütercim. İki ülkenin sistemi arasındaki fark son derece barizdir: Rusların istasyonları pislik içindedir. Finlerin istasyonlarında sükûnet ve intizam hakimdir. Her yer tertemizdir. Rusların vagonlarında her yer tükürüktür, duvarlar karalanmış ve kir içindedir. Yolcuların birbirleriyle ya da vagon görevlileri ile nizahları hiç bitmez. Fin vagonlarında ise her yer numaralıdır; her yolcu kendi yerine oturur, yer kavgası asla yaşanmaz. Kompartmanlarda yüksek sesle konuşulmaz. Sigara içilmez, yerlere tükürülmez. Gece seyahat etmek dorumunda kalan üçüncü mevki yolcuları için bile temiz çarşaf ve yorganların serili olduğu yataklar hazırlanmıştır. Bunlar için cüz’i bir ücret ödenir. Kompartmanlarda uyumuşsanız kimse yüksek sesle sizi rahatsız etmez. Zaten diyor Bulgar mütercim, Finler yüksek sesle konuşmayı bilmezler.
 
Şehirlerde caddelerde yüksek sesle konuşulmaz. Polisler bağırmaz, faytoncular gürültü etmezler. Kimse, istediği yerde ve aklına estiği gibi yüksek sesle çalgı çalmak, şarkı söylemek gibi işleri aklından bile geçirmez.
 
Bu ülkede yolculuk yaparken istasyonda inip, gönül rahatlığı ile büfeden alış veriş yapabilirsiniz; çünkü birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi, tren istasyonlarındaki büfelerde fiyatlar normalin iki-üç katı değildir. Tren istasyonunda büfenin ya da şehirde lokantanın orta yerinde mükemmel bir masa kurulmuş ve etrafına yemekler dizilmiştir. Raflarda tabak, çatal-kaşık dizilmiştir. Servis yapacak garson ve başka görevli yoktur. Acıkmış bir yolcu masanın başına geçip, tabağına istediği yemeklerden alır (açık büfe) ve yemekten sonra kasaya geçip, yemeğin bedelini öder. Fiyatlar oldukça ucuzdur; 1 veya 1,5 mark.
 
Bulgar yazar diyor ki, Vyborg şehrinde bir otelde iki hafta kaldım. Ayrılırken otel sahibi, kaç gün kaldığımı ve kaç öğün yemek yediğimi bizzat kendimin, hesap pusulasına yazmamı istedi; sadece pusulada yazılanı ödedim.
 
Tramvaya binenler bilet kutusuna ücreti kendileri atarlar, biletçi yoktur. Finler bu durumu şöyle açıklamaktadır: Eğer halka güvenmeyip de, biletçi veya kontrolcü kullanmak isterseniz, kontrolcüyü de kontrol etmek gerekir. Biz kontrolcüye değil, halkımıza inanırız!
 
Bir yazar, Finlandiya’da (demiryolu veya kanal yapımı gibi) bazı işlerin maliyeti ile bu işletmelerin kârları ile Rusya’daki benzer işletmelerin maliyeti ve kârlarını karşılaştırmıştır; Finlerin lehine çıkan neticeler dudak uçuklatacak cinstendir.
 
Finlandiya’da okumaya verilen önem çok ileri boyuttadır. Her tarafta büyük kütüphaneler halka hizmet vermektedir. Ayrıca mesela 15 bin nüfuslu Vyborg kasabasında 12 büyük kitapçı olduğu belirtilmektedir. Finler içki ve tütün sorununu kökten çözmüşler. 1907 yılında çıkartılan bir yasayla, her türlü içkinin satılması yasaklanmıştır. Ruslar kendi egemenlikleri döneminde Votka tüketimini yaygınlaştırmak için yeni meyhaneler açmışlar ama Finler o meyhanelere gitmemişler ve meyhaneler kapanmak durumunda kalmıştır. Keza sokaklarda fuhşa davetiye çıkartan kadınlara da rastlamak zordur.
 
Snelman gibi kahramanlar, ülke gençlerinin futbol gibi oyunlarla boşa vakit geçirmeleri yerine ciddi düşünce uğraşısına yönetmeye çaba harcamışlar. “Kolları ve bacakları kayış gibi sertleşmiş kahramanlardan(!) ne yetişebilir? Ülkenin kalkınmasında ne hizmetleri olabilir?” sorularıyla, köklü çözümlere yönelmişler. Snelman spora kesinlikle karşı değildir ama hiçbir konuda aşırıya kaçmamak, her şeyi gerektiği dozda yapmaktan yanadır. Kendi deyimiyle, Finlerin bacakları öküz bacağı gibi güçlü ama beyinleri koyun beyni gibi zayıf kalmasını istememektedir. Diyor ki Snelman, “Ben arzu ederim ki, bizim sevgili Suomi’mizde (Finlandiya) şu isimleri taşıyan teşkilatlar, dernekler kurulsun: ‘Güçlü Düşünce’, Yüksek İşler’, Yüce Girişimler’, Sağlıklı Hayvancılık’, ‘En İyi Tarım’, ‘Kaliteli Kumaş’, ‘Temiz Vicdan’, ‘Yeni Fikirler’, ‘Mekanik Başarı’, ‘Müreffeh Millet’.”
 
Beyaz Zambaklar ülkesi hala bu sıfatını koruyabiliyor mu acaba? Zambakları hala lekesiz/beyaz ve saf mıdır, onu bilmiyorum. Ama doğrusu Fin toplumunun bu başarısı oldukça imrendiricidir.
 
Fin ülkesiyle kendi ülkemizi kıyasladığımız zaman, ‘ama…’ ile başlayan pek çok cümle kuracağımız kesindir… Mesela Türkiye, Finlandiya ile kıyaslanmayacak kadar büyük bir ülkedir; nüfusu çok fazladır; tamam, Türkiye’yi kendi haline bırakmayacak ‘harici düşmanlar’ vardır; coğrafyamız, doğal kaynaklarımız ve bilhassa tarihimiz, Türkiye’nin aynı zamanda başının püsküllü belasıdır v.d. Yani mazeretleri çoğaltabiliriz.
 
Fakat hiçbir mazeret, Finlandiya’ya ilişkin anlatılan güzellikleri (hiç değilse yarısını) kendi toplumumuzda gerçekleştirememiş olmamızın tatmin edici cevabı olamaz. Şu andaki Finlandiya’yı bilmiyorum ama şu andaki Türkiye ile yüz yıl önceki Finlandiya’yı karşılaştırdığımız zaman utançtan başımız öne eğilmektedir. Üstelik de bir İslam geçmişimiz var ve elan ülkeyi ‘İslam ülkesi’ olarak tescilleyenler çoktur. (Keşke bu tescile liyakat kesbetmiş olsaydık!). Allah’ın büyük bir lütfu olarak bizi içerisinde barındıran, bize ‘yuva’ vazifesi gören bir ülkede ne temizlik, ne insana saygı, ne tabiata saygı, ne canlılara merhamet, ne şehirlerimizde bir düzen, intizam, hasılı hiçbir erdemi yaşatamıyoruz. Farz edelim ki Finlandiya ülkesi şu gün için, yüz yıl önceki hasletlerinin tümünü yitirmiş olsun, bu yine bizim kusurlarımızı örtmez. İnsanlığı gururla takdim edecek belki birkaç faziletimiz vardır (misafirperverlik bunlardan biridir) ama ‘beyaz zambaklar ülkesi’ olmak için bunlar yeterli midir? İnsanlığın kendisini içinde güvende hissedeceği bir topluma sahip olabilmeliydik.
 
Yine de rabbimizden, bir ‘eman ülkesi’ni inşa edecek nesilleri yaratmasını dileyelim.