Yeryüzünde ve yaşadığımız ülkede tağutlaşma, hızından bir şey kaybetmeksizin devam ediyor. Müstekbirler ve bir kısım mustaz’aflar, her biri kendince ‘haklı’ gerekçelere dayanarak, tağutlaşma çitini birlikte örüyorlar.
Tağutlaşma, gayet yalın ve basit bir şekilde: Allah’ı -haşa- atıl bırakarak, Allah’ın dışında ve O’na rağmen ilahlar ihdas etme, insanları Allah dışındaki o ilahlara taptırma, onlara davet etme, Allah dışındaki ilahların, tanrılık sistemlerinin değer yargılarını İslam yerine ikame etme girişimidir.
İşte bu anlamıyla tağutlaşma, bütün yeryüzünde ama bilhassa, halkı kendini Müslüman olarak tanımlayan ülkelerde işlerliğini sürdürmektedir.
Her seçim döneminde oy verme meselesi sıcak şekilde gündeme gelmekte, oy vermenin şirk olup olmadığı tartışılmakta, bir anlamda, birçok İslamî kesim, kaba tabirle birbirine girmektedir.
Tabi ki doğru dürüst, edep dâhilinde tartışamamak da Müslümanların fikrî ve ahlakî seviyelerini göstermesi bakımından üzüntü vericidir.
Kanaatime göre, Müslümanları sandığa gitmemeye, oy kullanmamaya davet etmenin fazla bir anlamı yoktur. Çünkü sandığa gitmek, oy kullanmak bir sonuçtur. Bu sonucun bir sebebi yani seçim sandığına gitmeyi kişinin gözünde meşru ve hatta vazife kılan bir ön durum vardır. İşte asıl üzerinde durulması gereken, bu ön durumdur. Sandık başına gitmek aslında, bizzat sandığa atılan zarfla, kimin iktidar olacağı yönünde görüş belirtmek olduğu gibi, aynı zamanda fikrî-siyasi anlamda da bir fikrin beyanı, bir kanaatin izharı, bir tavır alış, duruş göstermedir. Yani ‘seçmen’ sadece sandık başında oy verme işlemi sırasında beş dakikalığına değil, daha genel anlamda, kendisinin ve başkalarının hayatını şekillendirecek olan bir siyasetin belirlenmesine yönelik olarak da bir seçim yapmış sayılır.
İşte bu anlamıyla bazı kimseler, siyasi partilerin hiçbirini benimsemedikleri halde, siyasi sisteme de müslümanca baktıklarını söyledikleri halde, her şeye rağmen ve mashalat icabı(!) diyerek oy kullanmakta ve yeri geldiğinde, seçtiği hükümetin icraatlarından da kendini çok fazla sorumlu saymayabilmektedirler ki bu gerçek bir çelişkidir.
İnsanları sandığa gitmemeye davet etmenin fazlaca bir anlamı yoktur demiştik. Zaten kişi, bir çocuğun, çok sevdiği bir oyuncaktan, bir şekilde ikna edilerek engellendiğinde aklının o oyuncakta kalması misali, muknî bir söylemle sandığa gitmekten alıkonulduğunda, içinde bir ukde kalacaktır.
İnsanlara, sandık başına gitmeyin demekten ziyade, neden sandığa gidilmemesi gerektiği anlatılmalıdır. Zaten bu, geçici değil, kalıcı bir meseledir. Şayet bu şekilde, kalıcı olarak mesele açıklanmazsa, bu seçimde sandığı gitmemeye ikna olan bir insan, bir başka seferde daha büyük bir iştiyakla sandığa koşabilir. Anayasa reformunu kurtuluş savaşına benzetmeler, Cumhurbaşkanlığı seçimini diğer seçimlerden ayrı tutmalar, yerel seçimlerde oy kullanılabileceğine dair fetva vermeler v.d. hep bu zihin karışıklığının bir ürünüdür.
Demek ki Müslümanların yapması gereken, sistem bilinci üzerinde durmaktır. Kur’an’ın, ayrıştırıcı hükümlerini yeniden yeniden okumak ve okunmaya davet etmektir. İslam’ın tevhid ve şirk, iman ve küfür, teslimiyet ve istikbar, teslimiyet ve tağutlaşma, iman edenler ve küfredenler, iman edenler ve şirk koşanlar, Allah’a itaat edenler ve ilahlara tapanlar, Allah’a davet edenler ve kulların kurduğu kâfirce kulluk düzenlerine davet edenler arasındaki ayrımını yeniden yeniden dikkatlere sunmak, bu müthiş ayrışmanın, ayrıştırmanın fark edilmesini sağlamaya çalışmaktır. Yapılması gereken budur.
Kafirliğin ve tağutlaşmanın özünü işte tam bu noktada aramak gerekmektedir. Gerçekte örümcek ağı kadar zayıf, görüntüde ise devasa büyük ve güçlü görünen sistemler, ilah Allah değil, benim demekte, böyle bir uğultu ile insanları kendine çağırmaktadır. Kâfir sistemlerin bütün istedikleri, yeryüzünde Allah’ın adının yücelmemesidir. Hâkimiyetin Allah’a tanınmamasıdır. Kullar egemen olacaklar, kulları da kendilerine kul edecekler, insan haysiyet ve şerefini beş paralık yapacaklar, piramidin tepe noktasında bir avuç mutlu azınlık olacak, aşağıdaki büyük çoğunluk ise mütemadiyen bilinçsizleştirilmeye devam edilecektir. Modern toplumlarda insanlar, başta banka olmak üzere, iş hayatı, mutfak, tuvalet, eğlence ve boş vakitlerinde de bedenine taabbüd gibi işlerle ömrünü tamamlamaktadır.
Türkiye gibi toplumlar, kimileri dindarlaşıldığı vehmine kapılırken, gerçekte ise korkunç bir soysuzlaşma içinde kıvranmaktadır. Modernizmin silindir gibi ezip geçmediği hiçbir değerimiz kalmamış bulunmaktadır. Gençliğin yuvarlandığı akıl almaz sefaletleri ancak kalın kafalı kimseler yadsıyabilirler. Modernizm İslam’a meydan okumaktadır. Allah’ın insana üflediği ruhu modern şeytanizm hevâ ve heves putu ile buharlaştırmaktadır.
Modernizmin meydan okuması, onun gücünü değil, Müslümanların güçsüzlüğünü, daha doğrusu Allah’ın mesajını bile isteye arkalarına atmışlıklarını göstermektedir.
İşte bu vasatta, toplumun uyarılmadan, inzar ve tebşir edilmeden, Allah’ın tek ilah oluşu, bütün insanların rabbi olduğu, İslam’ın yegâne hak hayat nizamı olduğu anlatılmadan, yani İslam’a kamil manada bir Din olarak sahiplenilmeden içimizden birileri çıkıyor, ideolojisi İslam düşmanlığı olan bir sistemi yönetmeye talip oluyor. Bu talep, muhafazakâr (isterseniz buna ‘dindar’ deyin!) zümre zımnında makes buluyor. Bu taleple muhafazakârların karşısına dikilen kadronun namaz kılıyor olması, başörtüsünü sahiplenmeleri, İmam-Hatip okullarını önemsemeleri v.b., bizlerin de bu masala inanmamız için bir delil olarak önümüze konulmaktadır. Oysaki sistemin bu haliyle kendini, bu kadroya teslim edeceğini zannetmek bir basiretsizliktir.
İşte tam bu noktada, birtakım duygusal kırılganlıklar yaşanmakta, sistemi eleştiren ve sistemden tam bir (akidevî/fikrî/siyasi) ayrışmayı öneren Müslümanlar ithamlara maruz kalmaktadırlar.
Karşılıklı ithamlardan, kırıcı tartışmalardan uzak kalarak, seviyeli bir şekilde bütün Müslümanlar, kendi sorunlarını müzakere edebilmelidirler. Şüphesiz edep, sistem eleştirisi yapan, yaptığını söyleyen kimselere de gerekir. Hiç kimsenin, itikadı ne olursa olsun, eleştirdiği kimselerin şahsiyetiyle oynamaya, tartışmaları kişiselleştirmeye, insanları küçümsemeye ve kendini büyütmeye hakkı yoktur.
Yeniden konumuza dönecek olursak, seçim günlerinde, sandığa gitmekten insanları alıkoymaya çalışmaktan ziyade, insanlara sandığın ne anlama geldiğini anlatmak gerekir diye düşünüyorum. Sandığın, aslında bir din seçimi anlamına geldiği anlatılmalıdır. Artık bunu kim anlatır, bilemiyorum… Çünkü insanlar, ‘derin hoca’ların, ‘hocaefendi hazretleri’nin, akademik unvanı olan kimselerin anlatmadığı şeylere ‘anlatılmış şeyler’ gözüyle bakmıyorlar.
Evet, halkın önüne konulan sandık aslında bir din seçimi oylamasıdır ve bu oylama her birkaç yılda bir tekrar edilmektedir. Halkın sisteme bağlılığında oluşan zaaflar böylece onarılmakta, demokratik bey’at tazelenmektedir.
Biz ‘din seçimi’, ‘sistem sorunu’ dedikçe muhafazakâr ya da dindar çevreler, iktidar partisinin faziletlerini anlatmaya, diğer partilere karşı mevcut iktidar partisini tercih etmelerindeki büyük hikmetleri sayıp dökmeye başlıyorlar. Mevcut insan ilahlar listesine yeni ilahlar ekliyorlar. Hemen ardından da, felanca parti gelse daha mı iyi diyerek, sicilinde Allah’a ve Rasulüne harp açmışlık bulunan bir partiyi örnek gösteriyorlar; böylece bizi demokrasi dinine razı etmeye çabalıyorlar.
Oysa mesele, partiler, daha doğrusu parti liderleri arasındaki bir seçim değildir. Bunu anlamamak büyük bir körlüktür. Mesele, nasıl bir dine göre yaşamak istediğimizin seçimidir; İslam’ı mı seçmek istiyoruz, küfrü mü? İlah olarak Allah’ı mı kabul ediyoruz, yoksa beşeri mi? Mesele budur.
Meseleye bu açıdan baktığımızda, mevcut partiyi bilhassa seçmememiz gerektiği kendiliğinden anlaşılacaktır çünkü bu parti, çürük ve yıkılması mukadder olan bir binayı sadece dışarıdan kamuflajla ört-bas etmek işlevini yerine getirmektedir. Müslümanları, uzak durmaları, işbirliği yapmamaları gereken bir yapıya karşı bilakis cesaretlendirdiği için bilhassa bu gibi partilere karşı tavır almalıdır Müslümanlar. Bu, bazı kimselerin anlamadığı gibi, yukarıda işaret ettiğimiz sicili çok iyi bilinen partileri bu partiye tercih meselesi değildir.
Bu mesele, Müslümanlara zulüm edilmesini isteme meselesi de değildir. Biliyor musunuz dostlar, bu ne meselesidir, bu: şayet Müslümanlar, geçmişte öncü nebilerinin yaptığı gibi, tevhid uğrunda dimdik durduktan sonra, zulüm, kıyım olacaksa varsın olsun metanetidir. Bu, nebevî yoldur. Bu ikisini aynı kefeye koyacak bir ‘dindar’ varsa, varsın koysun.
Sistemi değiştiremediği ve değiştiremeyeceği çok belli iken, bilakis sistemi yönetmeye talip olanları sistem değiştirip dönüştürmekte, kendine benzetmekte iken, ısrarla halkı bu dalalete çağıran liderlerle yolları ayrıştırmak gerekmez mi?
Müslümanlar hatırlarlarsa, seçimlerini zaten yapmışlardı, onların seçimi Allah ve Rasulü’nden yana idi, yani Müslümanlar İslam’ı seçmişlerdi. Bu büyük ve kutlu seçimden sonra, müslümanın daha başka ne seçimi olabilir ki?…