20 Eylül 1955, Balıkesir’in Aslıhantepecik Köyü. Hasan Aycın nasıl bir evde doğdu?
İçinden baktığım zaman varsıl bir evdi. Dışından baktığım zaman çok yoksul bir evdi. İki odalı bir köy eviydi, önünde eyvan olan. Sadece odaların üstünde tahta tavan olan evler vardı o zamanlar. Bizim evimiz tam öyleydi. Odalardan biri kullanılırdı sadece. Diğeri misafir, konuk odası olarak kullanılırdı. Köyün kıyısında bir evdi. Yani ufukları çok geniş, yaz-kış pencerelerden Balıkesir’in o geniş ovasını gördüğümüz bir evdi. Pencereler dediysem de yani her odada küçük bir pencere olurdu sadece. Sabit camlı, açılmayan. Odalarda bir ocaklık olurdu. Ocakbaşı dediğimiz. Soba yoktu çocukluk günlerimde.
Ocakta kütük yakılır ve kışları o kütüğüne etrafında, pöstekilerde oturulurdu. Ocakbaşının da kendine göre ayrıntıları vardı. Sacayağı bacada asılı olurdu genelde. Sağ tarafta hemen bir kahve cezvesi ve fincan olurdu. Yaşlılar için. Annem babam bile içmezdi o kahveyi, büyükler içerdi. Orada bizim için çok önemli olan, o zamanlar kahve kaşığı dedikleri özel bir küçük kaşık vardı. Çocukların en bildikleri kaşık odur. Çünkü ihtiyarlar kahve içerken çocuklara bir kaşık şeker verirlerdi. O yüzden ‘şeker kaşığı’ derdik biz onlara…
İki nüfus kağıdım vardı
Doğduğunuz yıl sizin gibi yeşil gözlü, sizinle aynı ismi taşıyan bir çocuk vefat ediyor. Kimdi o?
O çocuk, ‘Birinci Hasan’. Annemin babamın ilk oğlu. O, iki buçuk yaşındayken vefat ediyor. 3 ay sonra ben dünyaya geliyorum. Adını bana veriyorlar. Doğal olarak onun eşyalarını, giysilerini de bana veriyorlar. Yani ben ödünç bir isimle yaşıyorum. Ve beni en çok etkileyen ilk hikaye onun hikayesidir. Hiç unutmadığım, unutamayacağım… Çünkü o evde en çok o hikaye konuşulurdu. Bir anlamda benim özdeşleştiğim bir hikaye. Hatta İmam Hatip Okulu’nda okurken 4. sınıftaydım sanıyorum. Bana askerlik çağrısı geldi. Çünkü 2 nüfus kağıdım vardı benim. O, nüfustan, kayıttan düşülmemiş. Onun yüzünden asker kaçağı olarak aranmıştım.
Dispanserde sıra geldiğinde, doktorun yanına vardığımızda ölmüştü, dedi annem…
Abiniz, Birinci Hasan’ın vefat edişi de çok trajik. Neden ve nasıl vefat etti?
Pazartesi günü vefat ediyor. Pazartesiden önceki Cumartesi annemin amcası vefat etmiş. Onun cenazesi var. 2.5 yaşında bir çocuk olmasına rağmen cenaze namazına katılmış. Yaşlılar, cemaat onu çok sevmişler orada. Oradan eve gelirken soluk alışı değişmiş annemin ifadesiyle. ‘Omuzları kalka kalka nefes alıyordu’ derdi. Ne olduğunu anlayamamışlar. İlkokulda köye gelen ilk öğretmen var. Ona gitmişler. Kuşpalazı olduğunu söylemiş. “Acele şehre götürün” diyor. Pazar günü götürüyorlar. Fakat dispanser açıkmış o gün. “Dispanserde sıra geldiğinde, doktorun yanına vardığımızda ölmüştü” diyor annem. Pazartesi de defnediyorlar.
Doktor yokluğundan mı vefat ediyor yani?
Doktor doğru dürüst Balıkesir’de de yok o zaman. Zaten Balıkesir ile benim köyüm arasında yol da yok. Tarla yollarından biri aynı zamanda Balıkesir yoluydu bizim için. Vasıta yok, genellikle yaya gidip gelinirdi. Özellikle Salı günleri pazara gider bazı kişiler. Yaya giderler yaya gelirlerdi. O kadar ki, bugün 15-16 kilometrelik bir mesafe orası merkezle. Akşamdan yola çıkıyorlar pazara varabilmek için. Haftanın günleri de Balıkesir’in pazarına göre isimleniyordu. Bizim çocukluğumuzda salı günü için pazar diyorlardı. Pazarın olduğu gün. Çarşambaya, pazartesi. Perşembeye, cuma akşamı. Cumaya, cuma. Cumartesiye, cumartesi. Pazara gri derlerdi. Pazartesiye yolcu derlerdi, yolcu günü.
Hiç görmediğiniz abinizin vefatı nasıl bir etki oluşturdu sizde?
En belirgin etkisi, ölümü bana sevdirmiş olmasıdır. Çünkü hep onun ölümü konuşuluyordu. Çok da güzel konuşuluyordu. Ve cennetten çok bahsediliyordu benim çocukluğumda. Etrafımda da bana daha çok cenneti anlatan yaşlılar vardı. Özel durumum beni şanslı kılıyordu çünkü onlardan ayrılamıyordum… Kitaplardan önce hayatı ve ölümü ben işte o hikayelerden, onların anlattıklarından öğrenmiş oldum.
Ben onu kendimden ayrı görmezdim
Adınızın, kıyafetlerinizin vefat eden abinize ait olduğunu öğrendiğimizde ne hissettiniz. İlk yüzleşmeniz nasıl oldu?
O detayları çok fazla hatırlamıyorum ama şunu hatırlıyorum. Ben onu kendimden ayrı görmezdim. Sonradan, çok sonradan bu ayrımı yapma ihtiyacı hissetmeye başladım. Galiba çok çok sonra hatta. Benim asıl soyadım Aycan’dır. Bir yanlışlık oluyor nüfus idaresinde. Bir memurun basit bir hatası oluyor dedemle ilgili bir işlem söz konusu olduğunda. Yanlışlıkla Aycın yazılıyor, daha sonra nasılsa bizim nüfus kağıtlarımız dahil herkesin soyisimlerini Aycın yaptılar. Önceden çok yapraklı nüfus kağıtları vardı. Benim nüfus cüzdanımda soyadı hanesinde Aycan, üstünde bir çizgi var altında Aycın yazıyordu. Ne tasdik var ne onay var. Ne de herhangi bir resmi karar neticesinde alınmış bir şey. Daha sonra ailemin önemli bir kısmı soyisimlerini değiştirdiler mahkeme yoluyla. Babam “Oğlum biz de değiştirsek herkes değiştirdi” dedi. Ben o zaman “Baba artık insanlar beni Aycın biliyor” demiştim. “Peki kalsın öyle” dedi. Benim yüzümden bizimkilerin soyismi de Aycın kalmış oldu. Sanıyorum o aşamaya kadar Birinci Hasan’dan kendimi çok fazla ayrı görmedim.
‘Bacağını kesmezsek ölür’
Sizin de ayrı bir hikayeniz var. İkinci Hasan olarak.. Aileniz yürüyemediğinizi ne zaman fark ediyor?
Kendim hatırlamıyorum. Fakat anlatılanlardan, özellikle annemin anlattıklarından bildiğim şu. Zaman zaman küçük, tatlı bir tartışma da olurdu annem ile babam arasında. Çocuklar emeklemeden, yürüme safhasına geçmeden önce tay tay dedikleri bir şey vardır. Ayak üstü dikildikleri. Tam o aşamada bizim iki basamaklı taş merdivenden düşmüşüm. Onu ben hatırlamıyorum ama o gün bir rahatsızlığım da olmuş. Amcamla aynı avluda kalıyorduk. Onun evi avlunun öbür köşesindeydi. Askerliğini sıhhiye olarak yapmış. Dolayısıyla bizim köyün aynı zamanda iğnecisiydi o. Amcama götürüyorlar, bana bir iğne yaptırıyorlar, ateşi çıktı bunun diyorlar. Ondan sonra ben tay tay durmuyorum. Bir daha ayağa kalkmıyorum doğrusu. Annem hep şey derdi, “Amcan iğne yaptı, sabahı sen basmaz oldun.” Babam da derdi, “Öyle deme iğneden dolayı olmadı, o akşam merdivenden düştü” derdi. Doğrusunu Allah biliyor ama ne iğneyle ne düşmeyle ilgili olduğunu sanıyorum. Çünkü tam o dönemde köyde benim dışımda sadece kadınlarda olan bir rahatsızlık vardı. Bir kanser türüydü sanıyorum. Ama tıbben adı ifade edilmemiş. En azından köylülerin bilmediği, çocuklardan da sadece bende olan bir şeydi. Sanıyorum 4-5 kişiydik toplam.
Paramız olmadığı için babam bacağımı kestiremedi
Az kalsın bacaklarınızı kaybediyormuşsunuz…
Tabi ailem tedavi için değişik çareler arıyor. Şehirdeki doktorlara götürüyorlar. Çok fazla doktor yok. 2 doktor var. Onlar da “kesmezsek diğer bacağa da sirayet eder ve onu da kesmezsek ölür” diyorlar. Onun üzerine babam İstanbul’a getiriyor beni. Guraba’da da aynısını söylüyorlar. Babam onun üzerine “madem kesilecek, memleketimde kestireyim” diyor. Balıkesir’e dönüp geldiği zaman da doktor “önce parayı getir” diyor. Fakat para yok. Şehirde oturuyor dedem, ona gitmiş, “Baba böyle diyorlar para bulabilir miyiz” diyor. Dedem şiddetle karşı çıkıyor. “Oğlum kasap mı bunlar” diyor kendi ifadesiyle. “Çocuk bırak ömrü olduğu kadar yaşasın. Sen buna bakarsın hayatta olduğun sürece ama senden sonra bacaksız bir insan olarak nasıl yaşar. Bırak, kestirme” diyor. Babamdan hatırladığım, bu olaydan sonra omuzundan yük kalkmış. Çok rahatlamış, elinden geleni yapmış olarak. Hamd olsun.
Yürüdüğüm gün benim ilk şahidim babamdı
Babanınız parasızlıktan bacağınızı kestirememesi aslında bir hayra vesile olmuş değil mi?
Yürüdüğüm gün benim ilk şahidim babamdı, ilk adımlarımı attığımda. İnsanlar genellikle evden taşraya, evden sokağa adım atarlar. Bense tersine, sokaktan eve yürümüştüm ilk yürüdüğümde. Sokakta başladım çünkü, ilk adımlarımı orada attım. Avluda babamın ve annemin önünde, teyzem de vardı. Nasıl yürüdüğümü de anneme göstermeye uğraşıyorum. Annem çöküp kalmıştı, sadece ağladı. Babam, kasket giyerdi o zaman. Kasketini yere vurmuştu. Allah rahmet etsin hepsine, rahmet olsun inşallah.
İlk adımlarınızın arkasında dedeleriniz gibi Balkanlardan gelen bir teyze var. Nasıl şifa buldunuz?
Bir gün tam ilkokula başlayacağım evrede annemin amcasının kızı evleniyordu. Anneme geldiler teyzemler, hadi bakalım düğüne gidelim dediler. O zaman oradaki düğünler şöyleydi. Hanımlar kendi aralarında eğlenirdi. Kapalı bir mekanda, geniş yüksek duvarlı avlular vardır bizim oralarda. O zaman mahremiyet yüksekti. Düğün evine beni de götürdüler. Tabi yürüyemiyorum, kucakta götürüyorlar. Avlunun bir kenarında duvar dibinde çalılar var. Her evin her avlunun değişmez ayrıntılarından biridir o, kışlık yakacaklarını getirirler. Çalı demetlerinin üzerinde oturuyor kadınlar. Gençler oynuyorlar bir def önünde. Sol tarafımızda yaşlı bir kadın var. Yaşlı kadın “Bu koca adam ne arıyor kadınlar ahenginde” dedi. Beş buçuk, altı yaşındayım o zaman. Teyzem ona döndü “Bizim oğlumuz yürüyemiyor ninesi” dedi. Kadın geldi annemin önündeki demete oturdu. Bizimkiler baş başa bir konuştular. Sonra annem “Bu nine senin bacağına ilaç koysun mu oğlum?” dedi. Biz oradan kalktık.
O sanki Rumeli’den benim için gelmiş tam orada buluşmuşuz gibi gelir bana…
Teyzemler falan düğünü bıraktılar, o nine onlara “Bu akşam çok zahmetli olacak” dedi. “İlk akşam çok sıkıntılı geçer sizi uyutmaz, buna büyük bir salıncak hazırlayın tavana asın.” Artık o bebek salıncaklarına sığmayacak kadar büyüğüm. Bana özel salıncak yapıldı. Babam bulundu. Babam şehre gitti yaya. Balıkesir’e 15-16 kilometre gitti. Demek ki köy bakkallarında yokmuş fındık fıstık, böyle kese kağıtlarında almış. Ve o kadıncağız ilaç hazırladı. Çok şiddetli bir geceydi benim için. Annem rahmetli hiç yatmadı ve salıncağın başında hep ayaktaydı. Ben rahatlayınca o kese kağıtlarını etrafıma dizmişlerdi. Onları bayağı halletmiştim yani. Babam da yorgun böyle yarı yatıyor yarı oturur vaziyette uyumuş kalmış köşede. Sabah ezanları okunurken annem beni görür görmez babamı kaldırdı. Yani bizim evimizin, annemin babamın hatta kendimin en mutlu günü, ilk en mutlu günü, o gündür benim gözümde. Sonrası bir rutindi artık. Salıncağa da ihtiyaç kalmadı. Artık rahatsız olan, aynı zamanda sürekli annemi babamı rahatsız eden bir şeyim yoktu. O acılarım belli bir noktaya inmişti. 1 yıl kadar sürdü. O nine sonra kendi köyüne gitti. Kendisi de muhacir olan, Rumeli muhaciri olan bir insandı. Onun ayrıca beni çok müteessir eden hislendiren bir hikayesi vardır. Hep derim, o sanki Rumeli’den benim için gelmiş tam orada buluşmuşuz gibi gelir bana…
Sizin tedaviniz bitmeden vefat ediyor değil mi?
Vefat etti. Anneme son şey yaparken bir miktar ilaç bıraktı. “Kızım benden gördüğün gibi devam et, inşallah senin çocuğun bunlar bitince yürüyecek” demişti. Yürüdüm hamd olsun, hala yürüyorum.
Ayakları var gidiyorlar…
Yürümeye başlamadığınız dönemde küçük Hasan Aycın’ın bir günü nasıl geçerdi?
Sürekli bir yerdeyim. Bu geniş evrende pergel metaforundaki sabit ayağın önemini benim kadar kimse bilemez gibi geliyor bana. Önemini kavrayamaz gibi geliyor. Çakılı olarak oradayım ben, hep oradayım. Ve kendimin dışında herkese muhtacım. Böyle bir şeydi. Dolayısıyla yanınızdan karınca geçiyor ona muhtaçsınız. Havada kuş uçuyor ona muhtaçsınız. Annem rahmetli bir hünerle, büyük teyzem de çok alakadardı, evlerimiz bitişikti daha doğrusu. Benim akranlarımı, çocukları toplardı. Onlara hamur işi bir şeyler yapar falan. Evimizin arka bahçesi geniş bir harmanlıktı, çocukları oraya toplardı annem. Çocuklar da üşenmez gelirlerdi o arkadaşlarım sağ olsunlar. Fakat bir süre sonra onlar benden uzaklaşırdı. Ayakları var gidiyorlar… Oradan bir kuş uçuyor, bir kelebek geçiyor onunla ilgilenirken hepsi beraber gidiyorlar. Ben hep yalnız kalırdım. Nerede bırakılırsam orada kalırdım. Bunun bende çok derin izleri olduğunu gördüm sonradan. Çünkü orada kalıyorsunuz, acziyetin ne büyük bir güç olduğu ben sonradan fark ettim.
Bunun ben ne büyük bir zenginlik olduğunu gördüm. Bütün gün batımlarını izledim ben çocukluğumda
Gece oluyor bazen unutuluyorsunuz. O günün meşgaleleri içerisinde unutulduğum oluyordu arka bahçemizde. Çok sonra fark ettiklerinde gece gelip alıyorlardı falan. Bir yere gitme şansım da yoktu… Ama şu vardı. Oradan bakıyorsunuz her şeye. Olduğunuz yerden her yere ve her şeye. Dünyaya ve ahirete, gökyüzüne. Efendim, görünen alemin ötesine hep oradan bakıyorsunuz. Sonra bunun ben ne büyük bir zenginlik olduğunu gördüm. Şunu fark ettim, bütün gün batımlarını izledim ben çocukluğumda. Sonra kendi kendime dedim ki, ‘Ya ne kadar şanslıyım. Dünyada bütün gün batımlarını kaçırmadan izleyen bir Allahın kulu yoktur herhalde.’ Gün geldi bir roman yazmak zorunda kaldığım zaman yani romanlardan biri ‘Sahip Kıran’dır. Sahip Kıran’da bir gün batımı metaforu vardır. Orada o romanın açılımı oradan başladı mesela. Köyümüzden başlar, benim ilk adımlarımı attığım yerden başlar roman…
Kur’an okurken bana en çok arkadaşlık eden ses babamın sesidir
Yürümeye başlıyorsunuz, okula başlıyorsunuz. Kalemi defteri ilk orada mı keşfettiniz?
Daha önce, henüz yürümüyorum. Bir gün evimizde pöstekilerin üzerinde otururken, ocakta kütük de yanıyor… Annemle babam kendi aralarında konuşuyorlar. Mırıl mırıl. Ben de onları dinliyorum. Zaten kış geldi mi odanın oturulabilir yeri o köşe. Çünkü sıcak olan orası. Yemek de orada pişer orada ısınılır. Zaten sedir, iskemle, rahle vesaire falan yoktur. Ocağın başında asılı bir mushaf vardır. Ocağın başında okur babam. Elinde okur. Hatta muhakkak mushaf sol elindedir. Sayfaları sağ eliyle çevirir. Sağ eline alırsa sol eliyle sayfalara dokunmak şeydir, edep dışıdır diyelim. Bunları böyle yaşayarak gördük ve babamın o akşamları oradaki Kuran okurkenki sesinin tınısı ben bugün 65 yaşına geldim hala kulaklarımdadır. Ve kendim okurken bana en çok arkadaşlık eden ses babamın o sesidir. Lafı unuttum…
İlk çizimlerinizden bahsediyorduk…
Şimdi orada yine onların yanında oturuyorum. Onlar konuşuyorlar. Babam cebinden süt defteri dediğimiz bir cep defteri var. Bir iki inek muhakkak olur. İşte ahırın sütlerinin ihtiyaç fazlası sütçüye dökülür. Sütçü gelir kapıdan alır gider ve deftere yazılır. Buna biz ‘süt defteri’ derdik. Bir de parmak kadar bir kalemi vardı. Eskilerin sabit kalem dedikleri kurşun kalemin bir türü. O da böyle yeleğinin dış cebinde olurdu genellikle. Defterini çıkarttı içinden bir yaprak, ortadan bir yaprak koparttı bana verdi babam. O da topu temeli el kadar kağıdın ikiye katlanmış hali. Kalemi de verdi oyalanmam için. Benim hayatımda bildiğim ilk kağıt kalem odur. Okula da gitmiyorum. Ben orada bir insan figürü yaptım. Yarım bir figürdü hatta. Babam gördü çok sevindi. “Aferin benim oğluma” dedi. “Ben bile yapamam” dedi, hakikaten yapamazdı babam. Ama annem çok korktu ve endişelendi. “Oğlum ahirette yaptığına can ver dediklerinde sen ne yapacaksın” dedi. İlk hatırladığım budur. Ve ben aslında hep bu şeyden kendimi çekmek sakındırmak istedim durdum. Sonrasında hep şunu dedim yeni yeteneklere ’çizmemeye güç yetiremediğiniz çizgileriniz sizi çizer yapar’… Çünkü böyle oldu.
Çizmemeye güç yetiremediğiniz çizgileriniz sizi çizer yapar
Bir de bir çivi hikayeniz var galiba, çobanlık yaptığınız günlerden?
Eliniz ayağınız tuttuğu zaman ailenin işlerinin bir tarafına yapışırsınız. Hayvanları otlatmak bunlardan biridir. Artık ahırınızda ne varsa. Ben hepsini toplar otlatırdım. Diğer çocuklarla beraber değilseniz çok vaktiniz vardır. Çiçekleri, bitkileri, hayvanları, büyük küçük şeylerin hepsiyle orada bir ünsiyetiniz olur, tanırsınız ve arkadaşlıklar yaparsınız. Ben fazladan sağa sola çizgiler çizerdim toprağa. Hatta kayalara. Cebimde çiviler olurdu evet. İnsan tabii en çok kendi izlerini arar herhalde. ‘Bir zamanlar o arazide ben şu kayalara bir şeyler yapmıştım hatta şu çeşmenin kayasına şunları yapmıştım’ deyip gittiğim zaman gördüğümde çivi yazısı gibi o çizgileri bir tuhaf olmuştum doğru.
İzleriniz duruyordu yani?
Duruyordu. Artık kaybolmuştur ama. Bir 50 sene öncesinden bahsediyoruz. Zaten o çeşmeler de kalmadı.
İmam hatibe git, benden sana kazma kürekten başka bir şey kalmayacak
Ortaokulda neden imam hatibi tercih ettiniz?
Şöyle olmuştu imam hatibe gidişim, dünyaya geldiğim ev çok eskiydi. Babaannem bile ne zaman yapıldığını bilmiyordu. Babam yeniden yaptı. 5 bin lira borcu oldu o zamanın parasıyla. Korktu babam o zaman. ‘Ben bunu nasıl öderim, nasıl öderim?’ 1965 yılıydı. Almanya’ya gitti. O zaman gidip bir süre çalışıp ödüyorlardı. Benim beşinci sınıfta yarıyıl tatilinde olduğum döneme denk geldi. Giderken dedi ki bana, “Oğlum sen git, orada mektep bitir. Bak ben gavura gidiyorum” dedi. “Benden sana kazma kürekten başka bir şey kalmayacak. Orta mektep bitir. Devlet kapısında katip ol. Ekmeğini eline al.” Köyün meydanından bir traktörün arkasına atladı öyle gitti. Ayrılırken dedi ki, “Sen imam hatibe git, böyle bir okul varmış” dedi. Onu yeni duymuş, giderken duymuş. Nereden duyduysa… “Neden?” dedim. Bilmiyorum çünkü. “Oğlum orada namaz da kıldırıyorlarmış” dedi. “Ama” dedi “Bak bu öğretmen var ya senin diplomanı vermez. İmam hatibe gideceğini söyleme” dedi. “O seni gider Öğretmen Okulu’na yazdırır. Sen diplomanın almaya bak” dedi. Dediği gibi de oldu. Öğretmen diplomamı vermedi benim. O yıl mezun olan birkaç arkadaşı Savaştepe İlköğretmen Okulu’na yazdırmak üzere diplomalarını ayırmış. Dedi “Ben yazdıracağım sizi”, benimkini de vermiyor. Ben ağladım. Çocuğum tabi, 11 yaşındayım. Ben ağladım, dedim “Gitmeyeceğim, babam diplomanı al dedi. Benim diplomamı ver” dedim. Ağlayınca verdi. Sonra kısmetmiş, gittim imam hatip sınavlarına girdim.
Okula kayıt işlemleriniz nasıl oldu?
Babamın çarşıda iki ahbabı vardı. Ben onlara amca derdim. Foto İpek vardır. Hala Balıkesir’in en yaşlı, en eski fotoğrafçısı odur. Ve mekanı da muhafaza eder. Bir de onun tam karşısında saatçi vardı. İlhami Amcamız. Allah rahmet etsin. “Sen” dedi “İlhami Amcana git, o seni yazdırır. Ali Riza Amcan da fotoğrafını çeker”. Gittim, gittim ama yani gömleğim yok. Teyzemin bir el makinası vardı. Meğer bizim sünnetimizde bir kumaş getirmiş birisi. Bir gömleklik kumaş. Teyzem ondan bana bir gömlek dikti. Yeşilli kırmızılı bir gömlekti. Ama ilk defa öyle makinede dikilmiş bir gömlek giyiyorum tabii. Pantolon olarak da teyzemin benden 3 yaş büyük oğlu var. Ölen abimin akranı. O yüzden ben ona hala abi derim. Beni ilkokula giderken de 2 sene sırtında taşıyan teyze oğlu.. Onun kendi sünnetinden kalma bir kumaş pantolonu var. Teyzem onu tavan arasında buldu. Yıkadılar falan. Dizleri gitmiş, arkası gitmiş… Teyzem onu el makinesinde yamadı etti eyledi. Ben öyle geldim Balıkesir’e. Onları giydim. İlhami amcayı buldum, Ali Rıza amcaya gittik. Ceket ve kravat gerekiyor. Balıkesir’in eski terzilerinden Faik Usta vardı rahmetlik oldu o da. Ona gittik çarşıda. “Faik Usta, çocuk ceketin var mı?” dedi. Bir tane varmış elinde askıda. Teğellenmiş. Hemen onu indirdi. Çırağına dedi, “Bunun iplerini, o teğellerini sök”. Fotoğrafta çıkmaması lazım o iplerin… “Ben orasını iğneyle tuttururum, düğmeye lüzum yok” dedi. Aldık geldik oradan. Fotoğraf stüdyosunda bir sürü kravat var, onlardan bir tane bana bağladı, taktı. İlk fotoğrafımı, ceketli fotoğrafımı çektirmiştim. Müracaatımızı yaptık ama imam hatiplere sınavla giriliyordu. Diğer ortaokullarda böyle bir şey yoktu. Ben sınavı kaybettim çünkü okuyup yazmasını doğru dürüst bilemiyordum. Köyde doğru dürüst bir eğitim yoktu. İmam hatipte öğrenmiş oldum sonrasında.
‘Sen mezun oldun, tayin biz oluyoruz’ dedi. Sonra döndü dedeme ‘Ben bu Hasan’ı çok sevdim. Bu benim’ dedi.
Sınavı kazanamadıysanız okula nasıl girdiniz?
Sınavlar ilan edildiğinde köyden geldim. Baktım askıya çıkmış. Yokum yani, yedekler arasında da yokum. Sınav sonuçlarını öğrenince dedeme uğradım. Nenemi görüp köye gidecektim. Dedem kazanamadığımı öğrenince “gel buraya” dedi. Tuttu elimden iki büklüm öyle aldı beni imam hatibe gittik. Yaz tabii okul kapalı ama müdür oradaymış Allahtan. Abdullah Fındık. Genç ve cüsseli bir insandı o zaman hatırladığım kadarıyla. Ceketini ilikledi geldi dedemin elini öptü kapıda. Dedemi oturttu, fakat ben odadan korktum yani. Ya böyle bir müdür odası, masalar koltuklar falan görmedik ki… Ben hemen o kapının girişinde durdum hazır ol vaziyetinde. Dedeme kahve ısmarladı o arada sordu. Dedem de böyle böyle dedi. “Bu benim torunum ama kazanamamış” dedi. “E müsaade edersen bir de ben konuşayım bakalım” dedi. Bana geldi Abdullah Bey, şöyle eğildi hatta. “Anlat bakalım Hasan” dedi. “Neyi anlatayım?” “Künyeni söyle” dedi. “O ne?” dedim. Bilmiyorum çünkü. “Nerede doğdun? Nerede okudun? Ne yaptın?” falan. “Aaa” dedim, işte “1955 Balıkesir Aslıhantepecik’te doğdum. İlkokulu köyümde okudum şimdi buraya tayin oldum” falan deyince… Unutamadığım sahnelerden biri de odur. Abdullah Bey göbeğini, göbekliydi, hoplata hoplata güldü güldü, “Yahu” dedi “Sen mezun oldun, tayin biz oluyoruz” dedi. Sonra döndü dedeme “Ben bu Hasan’ı çok sevdim. Bu benim.” Okula da böyle başlamış oldum, imam hatip böyle başladı. Tabii doğal olarak o sene kaldım.
Tek okumak istediğim yer Güzel Sanatlar’dı
İmam hatip mezunu olmanın sizin için bir bedeli de oluyor. Güzel Sanatlar Fakültesi’ne gidemiyorsunuz, böylece hiç resim eğitimi almamış oluyorsunuz değil mi?
Evet, hiç resim eğitimi almadım. Hiç resim öğretmenim de olmadı. İmam hatipte okurken resim derslerimiz vardı. Fakat resim öğretmenimiz olmadı. O da orta kısımdaydı. Orta kısımdayken zaten doğru dürüst öğretmen bulunamıyordu. İlkokullardan falan öğretmenler geliyordu. Bir kısmı da boş geçiyordu maalesef. Resim öğretmenimiz bir müzik öğretmeniydi bir ara. Sonra bir resim öğretmenimiz oldu ama Kuran’ı Kerim öğretmeniydi aslında. Onun dışında bir resim öğretmenim yoktur, olmadı. Güzel Sanatlar tek okumak istediğim yerdi. O zaman bir tek Beşiktaş Güzel Sanatlar Akademisi vardı. Sonrasında Mimar Sinan oldu. O akademide okuyamadım. Sonra hiç istemediğim İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudum.
Güzel Sanatlar Fakültesine neden giremediniz?
Güzel Sanatların kapısında asılmış bir ilan vardı. Kimleri kayıt kabul edeceklerini orada açıklamışlardı. En başta ‘lise ve dengi okul mezunu olmak’ diyor. Dolayısıyla hepsini kapsıyordu. Aşağıda onları tek tek sayıyorlardı. İmam hatip hariç… Yani ticaret liseleri, kız meslek liseleri, sanat okulları vesaire sayıyorlar ama imam hatipleri saymıyorlardı.
Okul bitmeden evlendik
Okul bitince ne yaptınız?
Rahmetli annem imam hatip 6. sınıftayken daha doğrusu 7’ye geçtiğim dönem “Oğlum bir konuşalım” dedi. “Konuşalım anne” dedim. Konuştuk. Babam Almanya’da tabii. “Baban dedi ki, bizim kız evladımız yok.” Anladım tabii annemin konuşmak istediği bir mevzu var. “Ya işte bir gelinimiz olsa falan diyoruz, baban da öyle dedi”. Ben de, “Peki anne var mı biri?” dedim. O da “Arkadaşın falanın kardeşi var” dedi. İşte böyle başlayan bir şeydi. Okul biter bitmez evlendik. Hatta bitmeden evlendik. Yani bir dersim vardı Fransızcadan… Düğün yaptıktan sonra çalışmak zorundaydım ama. Bu defa şakası yok. Tabelacılık falan yapıyordum. Pek para kazandırmasa da.
Üniversiteye girişiniz nasıl oldu?
Güzel Sanatlar olmayınca Ankara Hacettepe’ye girdim fakat orada nasıl çalışacağım? Hacettepe de imam hatip okullarını almıyor. Ama 2 yıllık bölümleri var, oraları alıyor. Kaydımı yaptırdım, işletmeye girmiştim orada. Ama nasıl çalışacağım? Çünkü gündüz okul olacak, nasıl yapacağım? Hacettepe’nin en güzel tarafı benim için İsmet Özel orada Filoloji’deydi. Onu biliyorum. Tanımadan iyi bir okuyucusu ve seveniydik o zaman. Ama kazın ayağı öyle olmadı çünkü çalışmak zorundaydım. Yani bir duydum ki Bursa’daki İktisadi ve Ticari İlimler kayıtları kapatmamış. Gece bölümü de varmış. Paldır küldür oraya geçtim. Hatta Hacettepe’den dosyamı istedim, vermediler. “Ya yapmayın gözünüzü seveyim bugün saat beşten önce yetişmem lazım” dedim. O zaman da ulaşım bugünkü kadar hızlı değil. Dekana gittim. Dekan dedi “Niye gidiyorsun?” “Benim çalışmam lazım”. İnsaflı biriymiş demek ki, adam dedi ki “Açıkta kalabilirsin. Şimdi oraya yetişmezsen son gün. Bir dilekçe yaz. O dilekçene karşılık kaydolmak için gerekli evrakı verelim. Dosyan burada kalsın” dedi. Öyle de yaptılar. Geldim, olacakmış oldu. Çünkü Bursa’da kapıdan girdim, benden sonrasını almadılar. Yani kapattılar artık. Sonra iş aradım ve Merinos Fabrikasına girdim, grafiker olarak.
Kenan Evren, Bülent Ulusu ve Merinos Fabrikasından ayrılış…
Pazarcılık ek iş miydi?
Pazarcılık, Bursa’dan sonra… Rahatsız olarak dünyaya gelmiş bir çocuğum vardı. Onun tedavileri çok uğraştırıyordu beni. Ona zaman ayırmam lazımdı. Ayrıca para kazanmam lazım çünkü maliyetli tedavilerdi. Şimdiki gibi değil Türkiye şartları. Yani bir Ankara’ya götürüyorum nefesimiz kesiliyor, bir İzmir’e götürüyorum, bir İstanbul’a getiriyorum nefesimiz kesiliyor… Orada hep bir şey vardı. ‘Ben 30 yaşıma kadar buradan çıkmazsam otuzumdan sonra kalırım burada’ En büyük korkum da oydu. Yani fabrikada kalır giderim diye… Başka çocuklarım da olmuştu o zaman. Bir gün güzel bir şey oldu. Okul da bitmişti bu arada tabii. Yıl 1982. O güzel şey bana çok sıkıntı veren bir şeydi aslında…
Kenan Evren ihtilalden sonra bu kamu kuruluşlarını gidip denetliyordu. Benim ayrıldığım gün fabrikaya geldiler. Geçici bir hükumet vardı o zaman. Bülent Ulusu vardı, asker bir Başbakan. Ve kabine üyeleri hepsi gelmişlerdi. Orada bir sıkıntı oldu. Onlara sunumlar yapılması gerekiyor, sunumların grafiklerini de benim hazırlamam gerekiyor. Müdürler sunum yaparken benim de grafiker olarak orada bulunmam gerekiyor. Çok sıkıntılı bir gündü benim için tabii. Planı hazırladıktan sonra ellerimi yıkamak için lavaboya çıktım. Başbakan Bülent Ulusu ve maiyetindekiler genel müdürün odasından çıkmışlar tam o arada geliyorlar, lavaboya doğru geliyorlar. Başbakanın sağında bir koruma görevlisi ısrarla eliyle bir şey yapıyor. Ben bir şey anlamadım tabii. Girdim, girişteki ilk lavobada elimi yıkarken koruma geldi kapıya bir omuz attı. Yakaladığı gibi beni Başbakanın önüne attı. Orada iş bitti zaten… Ben her şeyi bıraktım ve çıktım. Çıktıktan sonra ne yapacağım? Memlekete gideceğim. Bir yerde tutturamazsanız geldiğiniz yere gidersiniz… Öyle oldu. Hatta aylarca evimin eşyalarını falan götüremedim. Bir şeyler yapmam gerekiyordu. Pazarcılık yaptım.
İlk kitap çizimimi pazarcıyken, pirinç çuvallarının üstünde bakkaldan aldığım kalemle yaptım
Nasıl bir tecrübeydi pazarcılık günleri?
Daha önce yaptığım bir şey değildi. Her işin kendine göre bir raconu var. Ehli olmak gerekiyor. Ben o işlerin adamı değilim. İşte insanlar bağırıyor, siz bağıramıyorsunuz. Pazarcılar bunu yapıyor, siz yapmıyorsunuz… Rahmetli amcam vardı, “Yahu ben Hasan’ın tezgahına vardım kadınlar geliyor soruyorlar…” Fasulyeyi soruyorlarmış bana. “Pişkin mi oğlum fasulye?” diyormuş müşteri bana. “Bizim Hasan mıy mıy mıy yapıyor” diyor amcam. Kadın anlamıyor bir daha soruyor. Ben de demişim ki “Bilmiyorum teyzeciğim, pişirmedik” demişim. “Pişkin desene oğlum” diyor amcam… Yani o işi de Allahtan yapamadım, beceremedik. Ama oradayken şöyle bir hatıram oldu. Bizim Osman Konuk’un ilk kitabı çıktı. Seni Yalnız Ben Anlarım, şiir kitabı. Şiir kitabına desenler istiyorlar. Onlar birkaç isim önermişler, Osman da onlara demiş yok Hasan abi çizecek. Benden habersiz böyle bir şeyde bulunmuş. Ama bütün şiirlerini biliyorum, arka planını biliyorum. İyi güzel de benim şartlarım müsait değil. “Osman yapamam” dedim. Pazara çıktı geldi Balıkesir’e. “Ben bunun için geldim” dedi. “Ben yapamam” dedim. Osman gitti. Rapidolarım var ama hala Bursa’da. Evi, eşyaları götürememişim. Yani o zaman tek bir kalemim bile yok, hiçbir şeyim yok. Nasıl yapacağım? O zaman takımlar falan da çok pahalı. Hatta dışarıdan özel getirtebilirseniz ne ala. Allahtan hem grafikerlik yapmış olmamın şeyiyle malzemeye uzak değildim. Orada pazarın alt başında bir bakkal vardı. Oradan gittim çizgisiz kağıtlar aldım, dosya kağıtları. Gliss kalem dedikleri böyle mürekkepli sabit kalemler vardı. Bir tane onlardan aldım. Pirinç çuvallarının üstünde Osman’ın Seni Yalnız Ben Anlarım’ın desenlerini çizdim. Böyle güzel bir şey de olmuştu o zaman.
İsmet Özel bana ‘Önceden imgesel çiziyordun zihnimiz açılıp açılıp gidiyordu. Şimdi simgesel çiziyorsun’ dedi.
İsmet Özel’in sizi yönlendirmesi oluyor galiba çizimlerinizle ilgili?
Evet, o ayrıca bir teşviktir de. Yani taa çocukluğumdan beri yaramaz bir çocuk gibi her yeri karalayan biriydim. İmam hatipte okuduğum, oturduğum sıralar bir yerlerde bulunsa derler ki ‘burada Hasan oturmuş’. Çünkü her yere çiziyordum hakikaten. Merinos’ta çalışırken Osman Bayraktar da Merinos’ta çalışıyordu o zaman. Osman ısrarla geliyor gidiyor ve bana ‘karikatür sergisi açalım, şunu yapalım bunu edelim’ diye ısrar ediyordu. Kendisi de bir çizgiyi şöyle beş santim düzgün çekemez. Sürekli beni teşvik ediyor. Bir gün emrivaki yaptı. Dedi ki, “Ben bir arkadaşla konuştum. Bir gazeteci arkadaşla. O dedi ki, ‘Bize 3-5 çizgi gönderin buradaki arkadaşlar baksınlar. Hangi kağıtlara hangi malzemeyle nasıl çizeceğini söyleriz. Mektup yazarız’ dedi”. Bundan sonra Osman beni çok sıkıştırdı. Konuştuğu arkadaş da Ahmet Kot. Yeni Devir Gazetesi çıkıyor o zaman. Kaçamadım. Bir miktar çizgi çizdim verdim. Mektup bekledik mektup gelmedi. Bir gün tahakkuk servisinden bir arkadaş çıktı geldi, elinde Yeni Devir gazetesi, çizgimi yayınlamışlar. Pat pat çizgileri yayınlamaya başladılar. Ben de bitmesin diye göndermeye başladım ama o mektup hala gelmedi tabii. Orada güzel bir şey oldu. O dönem işte diyelim Abdurrahman Dilipak’ın başladığı dönemdir Milli Gazete’de. Fehmi Koru’nun Yeni Devir’de başladığı dönemdir. İsmet Özel’in Yeni Devir’de gazeteciliğe başladığı, Rasim (Özdenören) Bey’in gazeteciliğe başladığı dönemdir. Arada benim çizgilerim çıkıyordu. İsmet Özel ile daha o zamanlar hiç karşılaşmamıştık ama. Üsküdar’da karşılaştık, ben hala Bursa’daydım. Akademiden bir arkadaşımızın düğünü vardı. Düğünde İsmet Özel masamıza geldi oturdu. Tanışmamış olmanın rahatlığıyla İsmet Abi pat diye daha sandalyesini çekerken bir laf etti. “Önceden imgesel çiziyordun zihnimiz açılıp açılıp gidiyordu. Şimdi” dedi tam o arada o kelimeyi bulduramadı, İlhan ‘simgesel’, “evet simgesel çiziyorsun” dedi. “Bana kalırsa sen aman gazetede bir boşluk olmasın deyip üçer beşer çizip gönderiyorsun” dedi. “Boş ver çizme” dedi. Hakikaten o günkü de çok simgesel bir çizgiydi gazetedeki. Başörtüsü konulu bir çizgiydi. “Ya bırak patronların şeyini, sen kendi çizgini çiz” dedi. “Onlar boşlukları nasıl doldururlarsa doldursunlar”. Sonradan buna şükrediyorum çünkü henüz ilk yılda İsmet Özel beni uyarıyor. Yoksa ben başladığım gibi dağınık bir çizgiyi, belki de devamını getiremeyeceğim sürdürmekte yarar görmeyeceğim bir çizgiyi sürdürür bir yerde de bırakırdım o işi gibi geliyor bana.
İnsanın gücü, muhtaçlığındadır
Belli bir tarzınız var ve onun dışına pek çıkmıyorsunuz, neden?
Bir defasında demiştim ‘Bülbül neden ötüyor diyemezsiniz. O öter çünkü’. Neden bülbülce ötüyor? Başka dil bilmiyor, o onu biliyor… Ama neden siyah-beyaz, renkli değil dersek, resimle çok uğraşmadım ama uğraştım. Yani ısrarcı olmadım. Renkli çalışmalarım, illüstrasyonlarım şunlar bunlar oldu. Ama onlarla meramımı ifade etmem, o derin iddiamı, insani olmaklıkla ilgili temel kaygımı ifade etme şansım yok. Beni tatmin etmiyordu. Çizginin siyah-beyazlığı biraz da yalınlıkla ilgili, o renk teferruatı yok. Tip olarak da yalın. Cinsiyeti bile öne çıkartmayan, gerekmedikçe giysilerin bir ayrıntısı bile öne çıkarılmayan bir şey, bir insan olayı var. İnsan fakirdir. İnsan muhtaçtır. İnsan yoksuldur. İnsanın gücü, muhtaçlığındadır. Acz, insanın en büyük gücüdür. İnsanın bir haddi vardır, haddiyle güzeldir insan. Onun dışına aşmaması, taşmaması gerekir. Sınırlarını kollaması gerekir. Sınırlarıyla kaimdir çünkü. Şükür ki sınırlarımız var diyoruz. Zorlarsanız düşersiniz.
Acz insanın en büyük gücüdür
Olup biteni ifade ederken ben sade bir şey seçiyorum. Argümanlarımda da, sembollerimde de, simgelerimde de… Zaten siyah-beyazda bütün renkler vardır. Basın grafikerliği yapmış, uzun yıllarını, ömrünün önemli bir kısmını Babıali’de geçirmiş bir insanım. Esnaflığım o yönde olmuş daha çok. O işi bilirim. 4 ana renk vardır. Siyah, kırmızı, sarı, mavi. Bunların belli oranlarında karışımındandır renklerin bütün tonları. Ama bunları boca ederseniz beyazın karşısında bunların toplamı en koyu siyahtır. Bir okuma yapmaya kalktığınızda bir aydınlıktan yola çıkarsınız. O yol gösterir. O aydınlatır çünkü. O aydınlığın bir tek adı vardır, ‘Nur’. Şimdi bunu renk diliyle ifade etmeye kalktığınız zaman, beyazdır. Lekesiz. O aydınlığı bir renk olarak gördüğünüzde onun karşısında olanlar yani onu örtenler de toplamı siyahtır. Bunu böyle ifade edebiliyorum. Kendim böyle anladım çünkü.
İlk serginin mimarı Şehit Erol Olçok
İlk serginiz Rahmetli Erol Olçok’un emekleriyle açılıyor. O sergi sürecini sizden dinleyebilir miyiz?
Allah rahmet etsin Abdullah Tayyip’e de ve 15 Temmuz’un tüm şehitlerine ve bütün şehitlerimize. Erol ile bizim bir dostluğumuz yoktu. Ama aynı yerlerde aynı meşguliyetler içinde olunca ben onun hep abisiydim tabii ki. Bir gün Topkapı’dayım ve sıkıntılarım var, maddi sıkıntılarım. Hastalıklar var daha doğrusu. Memlekette olmak hanımın rahatsızlığına iyi geliyor. Ama ev bark yapmam lazım oraya. Böyle bir şey içindeyken, üstelik de bu Tansu Çiller krizi, Ecevit krizleri derken memleketin öyle krizler içinde kaldığı zamanlarda kendim de ağır bir kalp rahatsızlığı geçirdim. Ondan sonra zaten piyasa işlerinden koptum. Yani yapabildiğim tek şey kalmaya başladı artık, bu çizim işleri falan. Ama ilke olarak sergi açmıyorum. O zamana kadar. Çizgi falan satmıyorum yani böyle bir şey yok. Rahmetli Ahmet Nedim Çeker ile Erol (Olçok) çıktılar geldiler. Böyle zor bir günümde Topkapı’ya, mekana geldiler. Selam sabah. “Hiç itiraz etmeyeceksin” dedi Nedim. “Hayırdır?”. “Erol çizgi almak istiyor, satacaksın” dedi. “Bugün zor günümdeyim” dedim. “Bugün bana böyle tehlikeli şeyler söylemeyin”. Erol da Nedim’e bastır bastır diye işaret ediyor. Hasılı böyle bir şeydi, en sonunda “Ne yapacaksın alıp da” dedim Erol’a. “Çocuklarıma anlamlı birer hediye almak istiyorum” dedi. Çocukları için.. Dedim “O zaman vereyim”. “E o zaman bir tane de kendime alacağım” dedi. Hasılı bunlar orijinallerini seçtiler. Böyle başladı, sonrasında sergi günlerine kadar gitti bu iş. 30. yıl münasebetiyle böyle bir şey önerdiler. O birkaç teklif daha getirmişti. Bir prestij albümü de yapalım abi dedi, bir film çekelim dedi ayrıca. Filme olmaz dedim. En sonunda tanıtım filmine razı etti ama. Böyle oldu.
O günlerden 41. sanat yılınızın günlerine geldik. Çizgizar emekli olacak mı?
Olmayacak. Hayır. Yani Allah ömür verdiği sürece ve elim erdikçe, yani yarın kalkarım parmağımı kullanamayabilirim. Onu bilmiyorum… Ama ben çizmek ve yazmak istiyorum. Hatta o kadar şey yapıyorum ki, yüklerimi atmaya çalışıyorum. ‘Artık şunu da yapmam lazım’ dediğim ne varsa yıllardır duran, artık onları da diyorum şeyden düşeyim. Çünkü zamanım yetmeyecek. Ve imkanım olamayacak. Hala çok yarım çalışmalarım var. Yapmak istediklerim var… Ama hiçbir zaman vazgeçmeyi düşünmediğim bir şeydir çizgi olayı. Bunu sürdüreceğim, sürdürmem lazım. Bu benim seçeceğim bir şey değil. Bu bir yükümlülük yani. Ben böyle bakıyorum. Yazmıyordum. Yazmaya başladığım zaman da onun hayatıma giren bir şey olduğunu gördüm. Birçok şeye geç kalmış olduğumu da gördüm. Ama diyorum ki, hayıflanmıyorum. Bu benim doğalımdır. Benim için olan budur.
İnsan en çok kendi izlerini arar
Yarın ne olacak onu bilmiyorum. Yarın yapmam gerekenlerin derdindeyim bugün. Ben bugüne kadar hangi işe soyunduysam, başladıysam hep o benim hayattaki birincil işim olmuştur. Yani dergiler, gazeteler, şu bu programlar falan, yapabildiğim ne varsa onlara ‘evet’ demişim. Yapamadıklarım ne varsa onlarda da uzak durmuşum. Yani çiziyorsunuz eyvallah. Çizgi bitti rahatlıyorsunuz güzel. İlk ödülü kendinizden alıyorsunuz. Zaten kendinizi ödüllendirmezseniz o hissiyatla, o duyguyla katlanılır bir şey değildir, sürdüremezsiniz… Başkaları sizi alkışlasın dursun. Sizden başlayan bir şey var. Fakat hemen arkasında başka bir şey var. Sıradaki çizgiler sizi zorlamaya başlıyor ve siz onu bilmiyorsunuz. Ortaya çıkınca göreceksiniz onu. Şimdi onlar zorlarken halı saha maçı yapamazsınız mesela, oraya gidemezsiniz buraya gidemezsiniz… Yani lüzumsuz işlerle meşgul olamazsınız. Onu yapmanız lazım. Bu, bir taraftan da meslek tabii. Meslek hayatımda diyeyim, bunca yıl içerisinde benim yüzümden aksayan bir dergi yoktur mesela.
Bir gazeteye yetişememezlik diye bir şey yok. Olmak zorundayım ben orada. İlke olarak, öncelik olarak benim böyle bakmam lazım…
Gzt / Nuriye Çakmak Çelik / Röportaj