Giriş
Bu yazıda ‘başörtüsü sorunu’nu ele alacak, öncelikle İslam’ın tesettür emrinin ‘başörtüsü’ gibi oldukça fakir bir sözcüğe indirmesindeki maksadı irdelemeye, akabinde ‘başörtüsü’nün nasıl sorunlaştırıldığını açıklamaya çalışacak, ardından da, ‘başörtüsü sorununun çözülmüşlüğü’nün ne anlam ifade ettiğini izaha çalışacağız.
Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de mümin kadınların örtünmelerine yönelik iki açık emir vaz etmiştir. Bunlardan biri Nur suresinin 31, diğeri de Ahzap suresinin 59. ayetidir.
Nur suresinin 31. ayetinde örtünmekle alakalı olan, ‘humur’ kelimesidir ve kendisiyle başın örtüldüğü örtüyü ifade eder. Humur kelimesini Türkçede ifade edebilecek en uygun sözcük ‘bürüncek’tir. Çünkü örtü ile baş örtülmekte/bürünmektedir. Benim çocukluğumda köyümüzün kadınları, sokağa çıktıkları zaman, evde başlarına bağladıkları ve yapık / yazma / yaşmak v.b. olarak adlandırdıkları örtünün üzerine, ondan daha uzun ve genişçe bir örtü daha alırlardı. Kenarlarının işlemeli olmasına özen gösterilen ve ekseriya beyaz renkte olan bu ikinci örtüye ‘bürüncek’ denirdi. Rağıb el-İsfahanî, ‘hamr’ kelimesinin aslının bir şeyi örtmek demek olduğunu, kendisiyle örtü yapılan nesneye ‘hımâr’ dendiğini ama örfte ‘hımâr’ deyince, kadının başını örttüğü örtünün anlaşıldığını belirtmektedir.
Nur suresinin bu ayetinde bilhassa kadınların, başlarını bürüyen örtüyü yakalarının / döşlerinin üzerine indirmelerinin istenmesi, o günkü Arap kadınlarının göğüs yırtmaçlı elbiseler giymelerine mebnidir. Başlarını bürüyen örtü ile mümin hanımların, göğüs kısımlarına dikkat etmeleri, ‘ziynetlerini’ ağyâra açmamaları, mahremiyetlerini başkalarına göstermemeleri istenmektedir. Bir örtü ile iki işlev birden yerine getirilmektedir. Ayet, mesajını kadının bilhassa ‘sorunlu’ olan kısmına odaklamıştır diyebiliriz. Ayetin tamamı ise, kadının bedenini neredeyse bütünüyle ziynet yapmakta ve kadını, ziynetini kendisine nikah düşecek kimselere göstermekten mutlak surette men etmektedir.
Ahzap suresinin 59. ayeti ile Nur suresinin 31. ayeti tam bir bütünlük oluşturmaktadır. Ahzap, 59’da mü’mine kadının örtüsünü anlatmak için kullanılan kelime ‘cilbâb’tır. Ayet, Nebî’nin hanımları, kızları ve müminlerin kadınlarından, evden dışarı çıktıkları zaman cilbablarını giyinmelerini istemektedir. Cilbabın evin içinde değil de, evin haricine (sokağa, toplum içine) çıkıldığında giyilmesinin istendiğini anlamak zor değildir. Çünkü Nur, 31. ayet, kadının evinde yani kendi çocukları, eşi v.d. yanında değil cilbab gibi bir dış örtü, ziynetlerini örtme hususunda bile bir ‘müsamaha’ tanımaktadır.
Kadının, başını ve göğsünü örten, bedenini bürüyen uzun, geniş elbiseye cilbab denmektedir. Geçmiş asırlarda cilbab olarak çarşaf giyilmiştir. Elbette çarşaf tek cilbab biçimi değildir. Çarşafın dışında da, kadının bedenini örtecek geniş ve uzun elbiseler imal etmek mümkündür. Müslüman toplumun örfü kendi örtüsünü icad edecektir, önemli olan, örtünün gerekliliğine iman etmektir.
Müslüman örfün neşvü nema bulduğu kaynak şüphesiz ki İslam’dır. Cahiliye örfünün kaynağı ise cahiliye değer yargılarıdır. Türkiye gibi ülkelerde, İslam’ın şu veya bu şekilde etkin olduğu dönemlerde kılık kıyafet ve kadının örtüsü üzerinde İslam’ın belirleyiciliği kendini çok açık şekilde hissettirmiştir. (İktidarlar hemen her zaman kılık-kıyafetle yakından alakadar olmuşlardır. Mesela Ömer b. Abdülaziz döneminde ehli kitabı ayırt edici kıyafetler giymeleri zorunlu kılınmış, Harun Reşid, ehli kitap mezhep mensuplarının önceden belirlenmiş olan kılık-kıyafete uymalarını denetlemiş, el-Mütevekkil ise ehli kitabın [sokakta] sarı renkli elbiseler giymelerini zorunlu tutmuştur. Bkz. Philip Hitti, İslam Tarihi, İst-1995, I/542).
Günümüzde ise İslam belirleyici olmayıp, toplumun, ‘saygıya layık’ bir değeri mesabesindedir. Cahiliye hayatı modernleşmiş biçimiyle, kendini Müslüman olarak tanımlayan toplumlara hükmetmektedir. İslamî hayat yeniden üretilememekte fakat cahiliye yeniden yeniden üretilmektedir. Ülkeye vaziyet eden siyasal sistem, İslam’ı referans edinmek şöyle dursun, bilakis İslam’ın referans olmaktan çıkartılması mücadelesini vere gelmiştir. Sanırsınız ki, Ömer b. Abdülaziz veya el-Mütevekkil dönemlerindeki ehli kitabın rövanşı ile karşı karşıyayız… Toplum zımnında durum daha da içler acısıdır; toplum İslam’ı, hayatına yön vermesi gereken ana kaynak olmaktan çıkartalı çok uzun zamanlar olmuştur. Diyebiliriz ki ‘ekserunnâs’ kelimenin tam anlamıyla hevâ ve hevesini ilah edinmiştir. Kısacası bugün yaşanılanın dini literatürdeki adı ‘irtidat’tır. Egemenlik kayıtsız şartsız cahiliyenindir. Her toplumda olduğu gibi, bugünkü cahiliye içinde de -Kur’an’ın deyimiyle- “temiz kalmak isteyen” müminler bulunmaktadır.
Bugün içinde yaşadığımız toplum İslam toplumu olmadığı için, doğal olarak, kadının örtüsü, kılık-kıyafeti de İslam’a göre belirlenmemektedir; tıpkı erkeğin kılık-kıyafetinin de İslam’a göre belirlenmediği gibi. Daha doğrusu bugün, ‘kadının örtüsü’nden bahsetmek cesaret istemektedir. Kadın erkekle eşitlendiği ve tam bağımsızlığını elde ettiği için, ne isterse onu giyinmekte, istediği kılığa bürünmektedir. İsterse örtünmekte, istemezse örtünmemektedir; ‘örtü’nün de bin bir şekli üretilebilmektedir. İsteyenin istediği kıyafetle sokağa çıkmasını engelleyecek hiçbir müeyyide yoktur. Kadın kılık-kıyafetinden dolayı hiç kimseye hesap vermek durumunda olmadığına inanmakta, hatta ‘hesap verme’ sözü bile onun kişiliğini derinden yaralamaktadır… Hâsılı, kadın kendi özel yaşamını hiçbir şekilde ve hiç kimse ile tartışma konusu yapmamakta, kendi karar verme iktidarına şirk koşmamaktadır. Öz olarak, başı açık olanıyla, örtük olanıyla bu toplumun yaşadığı din, hümanizmdir. Siz isterseniz buna ‘tuğyan’ diyebilirsiniz ama bu ‘deme’nizi kimseye duyurmanız da pek mümkün değildir çünkü sizin bu terimlerinizi bilip algılayacak bir muhatap bulmanız oldukça zordur. Kelimeleriniz beton duvarlara çarpıp, buharlaşacaklardır.
Bilindiği üzere cahiliye toplumu, Allah, ahiret ve gaybî âlemi yok sayan (ateist) bir toplum değildir; Ali Şeriati’nin ifadesiyle, bilakis cahiliye toplumu çok ilahlı, ilah zengini bir toplumdur! Buna göre, Allah’a inanılan ama Allah’ın emir ve yasakları yokmuş gibi davranılan post-modern bir ‘dindarlık’ durumu ile karşı karşıyayız. Post-modern ‘dindar’ bir toplumda hiç kimsenin hiç kimseden vaaz dinlemeye takati yoktur. Yine de çok gerekli olursa, herkesin, istediği fetvayı temin edeceği bir kaynağı mutlaka vardır. Hiç kimse bulunmazsa, Hz. google kişilerin imdadına yetişecektir. Yine de bireyin en büyük müftüsü, nefsinin arzularıdır.
İslamî motiflerle süslenmiş bu hümanizma döneminde başörtüsü bireysel bir tercih, kadının kendi özeli olarak örtülmektedir. Acaba Lutheryan bir eda ile, kişisel olarak keyfi nasıl istiyorsa öyle giyineceğini söyleyen ‘dindar’ kadının bu protest tutumu kime karşıdır; kendisine, örtünmesinin farz olduğunu söyleyen birilerine mi, yoksa Allah’a mı? Eminim ki hiçbir (dindar) kadın, bu ‘diklenici’ (nüşûz) tutumunun Allah’a karşı olduğunu kabul etmeyecektir, neden? Nedeni şu: Allah’ın, kadının örtünmesiyle ne işi olabilir ki! Hem neden erkekler değil de, kadınlar örtünmektedir! Bunun cevabı da bellidir: kimse, bunu vahiy emretmektedir demesin! Çünkü vahiy erkek-egemen bir anlayışla yorumlanmaktadır! Kadını örtmek isteyen erkeklerdir!
Görüldüğü gibi, örtü meselesi, bazı çakma Ka’bul Ahbar’ların hezeyanı gibi bir füruat meselesi olmayıp, Allah’ın emri, Dinin farzı, İslam’ın en esaslı şiarlarından biridir. İslam’ın her emri gibi örtü de imanla alakalıdır.
Öncelikle şunun altının çizilmesi gerekir: İslam’da ‘başörtüsü’ (daha da imandan yalıtılmış adıyla türban) değil, tesettür (ya da hicap) vardır. Tesettür İslam’ın en önemli şiarlarından biridir, Allah’ın emridir ve mümin hanımların ibadetidir. Müslüman kadını bayan olmaktan tefrik eden ve ona hak ettiği haysiyeti kazandıran, tesettürdür. Tesettürü hiçbir müminin tartışma konusu yapması düşünülemez. Çünkü tesettürü erkekler değil, Allah emretmektedir. Vahyin dilini ‘erkek-egemen’ gibi yaftalarla nitelemek haddi aşmaktır. Bir mümine kız ya da kadın, erkek bir vaiz dediği için değil, Allah emrettiği için örtünür; Allah emrettiği için, ziynetlerini teşhir etmez. İffetsizlikten dolayı Allah’tan korkar, kuldan utanır. Allah’tan korkmayan, Allah’a iman etmeyen bir kız ya da kadının, insanlardan hayâ etmesi için bir sebep yoktur dolayısıyla bedenini teşhir etmekten alıkoyacak bir engel de olamaz.
Akif’in güzelce ifade ettiği gibi, fazilet hissi insanda Allah korkusundandır. İnsanın fıtratında utanma duygusu vardır. Âdem ve eşi yaratıldıkları bahçede, ilk bilinç uyanması gerçekleştiğinde birbirlerinden utanmışlar ve üzerlerini bahçedeki yapraklarla kapatmaya çalışmışlardır. (7/A’raf, 22).
Yazının girişinde zikrettiğimiz Kur’an-ı Mübîn’in iki ayeti mümin kız ve kadınlara tesettürü emretmektedir. Bu durumda mümin kız ve kadınlar için tartışacak bir durum kalmamış demektir. Çünkü “Allah ve Rasulü bir işe hükmettikleri zaman, mümin erkek ve mümin kadının kendi isteklerine göre tercih hakları yoktur. Her kim Allah ve Rasulüne asi olursa, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (33/Ahzap, 36).
Ayetin mükemmel şekilde tanımladığı gibi, bugün muhafazakâr ve ‘dindar’ olarak tanımlanan kimi erkek ve kadınlar, Allah’ın emirlerini tartışma konusu yaptıkları yani Allah’a asi oldukları için açık bir şekilde dalalete düşmüşler, yani sapıtmışlardır. Bu sapıklıklarının hatırlatılmadığı bir dindarlığı çok sevmekte, bunların hatırlatıldığı Din’i ise ‘uç görüşler’, radikalizm, aşırılık ve gericilik/bağnazlık olarak yaftalamaktadırlar.
Mekke müşriklerinin de Rasulullah’a itirazlarının özü bu değil miydi?
Kur’an, domuz etinin haramlığını bildirirken ve Calut’la savaşmaya giderken önlerine çıkan ırmaktan içmemeleri konusunda Talut’un savaşçılarını uyarması gibi durumlarda illet belirtmez; bu gibi durumlarda müminlerden beklenen, Allah buyurduğu için ‘erkek-egemen’ veya ‘dişi-egemen’ gibi tevillere başvurmaksızın, içlerinde bir sıkıntı duymaksızın (4/Nisa, 65) Allah’ın emrine teslimiyet ve itaattir. Kaldı ki tesettürde illet de belirtilmektedir. Mümin hanımların tanınmaları ve eziyet edilmemeleri (33/Ahzap, 59) istenmekte; kadının, ziynetini mahrem olmayanlara göstermemesi (24/Nur, 31); mümin hanımların cahiliye dönemindeki gibi kadınlıklarını teşhir etmemeleri (33/Ahzap, 33) gerekmektedir. Bu durumda müminlere düşen, Yahudiler gibi “işittik ve isyan ettik” tarzı bir azgınlık değil, “işittik ve itaat ettik” (2/Bakara, 285) türünden bir iman ve teslimiyettir.
Başörtüsü ve türban sözcükleri, İslam’ın tesettür emrini sulandırmak maksadıyla, topyekûn güçlerle yapılan tesettür düşmanlığı yerine, kelimelerle yapılmak istenen bir tesettür düşmanlığıdır. Cop yerine kelimeler… Müslümanlar olarak kendi terimlerimizi kullanmaktan imtina ettiğimizde kimin değirmenine su taşıdığımızı bilmemiz gerekir.
Türkiye’de modern hayat tarzına geçilmesiyle birlikte başörtüsü de adeta bir ‘hayat-memat’ meselesi ölçeğinde ‘sorun’ haline getirilmiştir. Aslandı bu dönemde asıl olarak imanımız sınavdan geçirilmiştir. Kendi değerlerinden tiksinirken, batının soysuz medeniyetine meftun olmuş, batıyı kendisine kıble edinmiş kadrolar, doğal olarak İslam’ın hiçbir unsuruna tahammül edemezlerdi. Bu durumda tesettürün, İslam’ı hayatın kenarına atan, merkezde yer edinmesine asla izin vermeyen yeni nizamın kurucularının en büyük korkularından olması kaçınılmazdı. İnsanların imanını, namazını, orucunu ve zihin yapısını dışarıdan bakışla kestirmek pek mümkün değilken, tesettür, bir kadının en bariz kimliğidir.
Türkiye’de yeni kurulan rejimin, farklı alanlarda oldukça radikal devrimler gerçekleştirmesine, hatta ‘kılık kıyafet inkılâbı’ olarak şapka kanununu (25 Kasım 1925, 671 sayılı kanun) çıkartmasına rağmen, mesela çarşafa karşı herhangi bir yasal düzenleme yapmamış olması dikkat çekicidir. Şapkayı zorla giydirenler çarşafı zorla çıkartamamışlardır. Öyle anlaşılıyor ki bu çarşaf (tesettür) konusu kolay cesaret edilecek bir mesele değildi. (Ahmet Cemil Ertunç, Cumhuriyetin Tarihi, İst-2004, s. 160).
Fakat yasal olarak böyle olmasına rağmen, ülkedeki siyasal durumun genel gidişatına paralel olarak, kadının tesettürüne karşı nasıl bir ‘soğuk savaş’ başlatıldığını kestirmek güç değildir. Devlet aygıtının her türlü imkânı kullanılarak, Müslüman kadının örtüsüne dolaylı olarak el uzatılmış, kadın örtüsünden çekip çıkartılmak istenmiştir. Bu anlamda, İslamsızlaştırma politikalarından olarak cumhuriyet baloları çok önemlidir. Ardından, 1920’li, 30’lu yıllarda güzellik yarışmaları düzenlenmesi keza, hicap, iffet ve namus gibi kavramları hedef alan en köktenci adımlardı. Önceleri, ilki 4 Eylül 1925’te olmak üzere ‘güzel bacak’ yarışmaları yapılmış (Ertunç, Cumhuriyetin Tarihi, 164), ardından bunu, ilki 2 Eylül 1929’da olmak üzere güzellik yarışmaları takip etmiştir. Cumhuriyet gazetesi Mustafa Kemal’in yönlendirmesiyle Miss Turkey güzellik yarışması düzenlemiştir. Sözde bir gazete olan Cumhuriyet, 1930’da ikinci yarışmayı düzenlemiş ama beklenen düzeyde katılım olmamıştır. Cumhuriyet’in 31 Temmuz 1932’de Belçika’nın Spa şehrinde düzenlediği, ‘kraliçe’ seçilecek olana 500 lira mükâfat vaat edilen güzellik yarışmasına Halis adındaki bir tüccarın 17 yaşındaki kızı Keriman Halis katılmış ve (güzel olduğu için değil de, sırf bir Türk kızı olduğu için) güzellik kraliçesi ilan edilmiştir. ‘Kraliçe’ kız takdim edilirken, ‘Son Şeyhulislam’ın torunu’ olduğu da özellikle vurgulanmıştır. (Ertunç, Cumhuriyetin Tarihi, 162-163). (Jüri başkanının, bunun Hristiyan Avrupa’nın bir zaferi olduğu, “Osmanlı işte şimdi bitti” gibi sözler sarf ettiği rivayet edilmektedir).
Cumhuriyet döneminde belli bir yol haritası kapsamında tesettürün bitirilmesi, Türk kadınının kelimenin tam anlamıyla ar damarının çatlatılması için ne gerekiyorsa o yapılmıştır. 3 Nisan 1930 tarihinde kadınlara yerel seçimlerde, 5 Aralık 1934’te de milletvekili seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır. Kadınlar, seçme değilse de, seçilmek için belki de ilk şartın örtüyü bırakmak olduğunu çok iyi anlıyorlardı. On yılda yaratıldığı söylenen on milyon genç, örtüsüzdü, namazsızdı, Kur’an’sızdı.
1930’lu, 40’lı yıllarda kamu kurumlarında ve üniversitede herhangi bir ‘türban krizi’ne rastlanmamaktadır çünkü türbanın olmadığı yerde ‘türban sorun’nun olması imkansızdı. 1950’li yıllarda ilk defa, Hümeyra Ökten (Celalettin Ökten’in kızı) adında bir doktor başını örttüğü için tepkilere maruz kalmış ve bir muayenehane açarak, çalışmasını orada sürdürmüş, daha sonra da Arabistan’a gitmiştir. (Demek ki Demirel’in tavsiyesi boşa değilmiş).
Üniversitede başını örten ilk kız öğrencinin, Devlet bakanı Ali Babacan’ın babasının kız kardeşi Hatice Babacan olduğu bilinirse de, ondan öncesi de vardır. 1964 yılında Cerrahpaşa tıp Fakültesi öğrencisi Gülsen Ataseven okulunu birincilikle bitirdiği halde, başörtülü olduğu için kürsüye çağrılmamıştır. Ankara Ün. İlahiyat Fakültesi öğrencisi Hatice Babacan’ın derse başını örterek girmesi olay olmuş ve Neşet Çağatay gibi hocaların öfkesini celb etmiştir. 11 Nisan 1968’de Babacan’ın okulla ilişiği kesilmiştir.
12 Eylül darbesinin lideri Kenan Evren ilk ve orta öğretim okullarında din kültürü ve ahlak bilgisi derslerini zorunlu tutarken, örtüye karşı ise adeta savaş açmıştır. Evren, gezdiği yerlerde başörtüsüyle ilgili ipe sapa gelmez hezeyanlar savuruyor; türbanın Humeyni devrimi ile birlikte ortaya çıktığını ileri sürüyordu. 80’li yıllarda üniversite öğrenciliğimiz esnasında, sınıflara, fakültenin dekanıyla birlikte giren garnizon komutanının, derste başörtülü öğrenci avı yaptığına bizzat tanık olmuştuk.
90’lı yıllarda Refah Partisinin belediye seçimlerinde gözle görülür sonuçlar elde etmesiyle birlikte, rejimin zinde güçlerinin tesettür düşmanlığında da eş oranda bir yükseliş görülmüştür.
28 Şubat Post-modern darbesi olarak adlandırılan süreçte zulmün merkez üssü ‘başörtüsü’ idi. Bir anlamda sembol olarak seçilen başörtüsü, İslam düşmanlığının ifrazatı ile kirletilmek isteniyordu. Kamu kuruluşlarında ve üniversitede adeta bir ‘başörtülü avı’ başlatıldı. Kampus ya da fakülte girişlerinde, kızları, başlarını açmaya ikna etmek amacıyla ikna odaları icat edildi. Pek çok öğrenci okulunu, birçok çalışan bayan da işini bırakmak zorunda kaldı.
AİHM Başörtüsünün Nesi Gelir?
Başörtüsü yasağı mağduru kız öğrenciler, evvel emirde laik mahkemelerin yolunu tuttular. Laik mahkemeler, resmi kurumlara, “bu kızlar Allah buyurduğu için örtünüyorlar, örtülerine karışamazsınız” mı diyeceklerdi acaba? Oradan sonuç alamayınca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) kapısını çaldılar. İstanbul Cerrahpaşa Tıp Fakültesi 5. sınıf öğrencisi Leyla Şahin, ‘başörtüsü suçu’ndan dolayı disiplin cezası aldı ve davayı AİHM’e taşıdı. AİHM 4. Dairesi, Şahin’in davasını oybirliğiyle reddetti. Şahin itiraz ederek Büyük Daire’ye başvurdu ancak temyiz girişimi de başarısız oldu.
1998’de fotoğrafı başörtülü olduğu için üniversiteye kaydı yapılmayan, Abdullah Gül’ün eşi Hayrunnisa Gül de AİHM’e başvurmuş ancak daha sonra eşinin Dışişleri Bakanlığı döneminde davayı geri çekmiştir.
Avrupa İnsan Hakları Komisyonu, Lamia Bulut ve Şenay Karaduman adlı iki Türk öğrencinin, başörtüsü ile üniversiteye gitme isteklerini incelemiş ve 3 Mayıs 1993’te özetle şu kararı vermiştir: Yüksek öğrenimini laik bir üniversitede yapmayı seçen bir öğrenci, bu düzenlemeleri kabul etmiş sayılır. Kısıtlama din ve vicdan özgürlüğüne bir müdahale oluşturmamaktadır!
1999 yılına gelindiğinde başörtüsü sorunu bu kez kendisini TBMM’de göstermiştir. FP Milletvekili Merve Kavakçı, başörtüsüyle Meclis’e gelerek yemin etmek istemiş ancak DSP, MHP ve ANAP’lı milletvekilleri kürsünün önünü keserek Kavakçı’ya engel olmuşlar, yemin ettirmemişlerdir. Kavakçı, daha sonra partisinin kapatma davasının gerekçelerinden biri olmuştur. Ecevit’in “Bu kadına haddini bildirin” tarzındaki çok sert celalli tutumu ve Demirel’in “ajan-provokatör” ithamı hala hafızalardadır. Demirel türbanla başörtüsünü birbirinden ayırıyor, bunun basit bir şey olmadığını söylüyor ve Kavakçı’nın türbanını “köktendinciliğin, fundamentalizmin bir simgesi” olarak niteliyordu. köktendinciliğin ise tıpkı İran’daki, Afganistan’daki gibi “çağdaş yaşamın hiçe sayılması” anlamına geldiğini belirtiyordu. (Hasan Cemal, Cumhurbaşkanı Demirel’den Türbanlı Mesajlar, Milliyet, 5 Mayıs 1999).
Tesettür Bir ‘İnsan Hakkı’ Oluyor
Başörtüsü yasağının, laik bir mahkemeye, hele de AİHM’e, çözmesi istenen bir dava olarak başvurulması üzerinde biraz durmak gerekiyor. Başını geleneksel bir giyim-kuşam unsuru olarak örten bir kadının, sırf özgürlüğü engellendiği için zikri geçen yargı mercilerine başvurmasında bir tezat olmaz. Fakat Allah rızası için örtündüğünü ileri süren bir kadın için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Çünkü bir şeyin inanç gereği ve Allah rızası için yapılmasıyla, kişisel bir tercih olarak yapılması arasında büyük bir fark vardır. AİHM’e başörtüsü davası için başvurulduğunda, orası, başörtüsü davasında görüş bildirmeye, bir mahkeme olarak lehte ya da aleyhte hüküm vermeye, yani davayı sonuca bağlamaya yetkili kılınmış olmaktadır. Halbuki AİHM bir İslam mahkemesi değildir; Hristiyan Avrupa’nın laik bir mahkemesidir. AİHM lehte karar verse bile, yine meşru değildir. AİHM’i, İslam’ın bir hükmü hakkında karar vermeye yetkili olarak tanımak, doğrudan akidevi bir meseledir. Kitabımız Kur’an’da bunun adı, “tağutun önünde muhakeme olunmak talebi”dir.
“Sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Tağut’u küfretmeleri kendilerine emrolunduğu halde, Tağut’un önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Hâlbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor.” (4/Nisa, 60).
AİHM başvurusu, bu gibi kurumlara dindarların bakışını değiştirmiş, ‘tağut’ gibi pek çok Kur’an kavramını anlamsızlaştırmış, siyasi bilinç kaymasına sebebiyet vermiştir. O günün kız öğrencileri elbette başörtüsü sembolü üzerinden yürütülen ve bin yıl süreceği deklare edilen savaşı omuzlayamazlardı. Bu yük onlara terk edilemezdi. Bu bakımdan, sözünü ettiğimiz tağutlaşma sürecinin faturasını kız öğrencilere kestiğimiz sanılmamalıdır. Burada bir durum tespiti yapmak ve sonuç itibariyle ortada duran yanlışa dikkat çekmek istiyoruz.
Başörtüsüne yönelik (türban yaftasıyla) şeytanlaştırma politikası, öncelikle tesettürü başörtüsü yaptı. Başörtüsünü de, Allah’ın emri bir ibadet olmaktan çıkartıp, ‘bireysel bir kadın hakkı’na dönüştürdü. Müslüman kızlarına her fırsatta, “de bakiim: başımı kişisel bir tercihim olarak örtüyorum” muamelesi uygulanıyor ve genelde istenilen netice elde ediliyordu.
Müslüman kız ve kadınlar, o kadar ayrımcı/bölücü ithamlarına maruz kalıyorlardı ki, onlar da her fırsatta, böyle olmadıklarını ispatlamaya girişiyorlardı. Yüksek perdeden örtü aleyhinde kampanya yürütenler, bunun dindar kesim üzerinde nasıl bir zihinsel dönüşüm, akidevi zayıflık ve eziklik doğuracağını biliyorlardı. Başörtülü kızlarımız kabaca şöyle bir savunma mekanizmasına sıkışmış durumdaydılar: Biz inançlı insanlarız, bireysel olarak başımızı örtüyoruz; başımızı örtmemizin herhangi siyasi bir anlamı yoktur! Başörtümüz siyasi bir simge değildir! Başörtüsüne özgürlük istiyoruz!
Bu esnada başörtüsünden dolayı bir takım eylem biçimleri doğdu. Sabah namazı duaları, el ele eylemleri, basın açıklamaları, protestolar bunlardan bazılarıydı. Fakat artık tesettürün bir insan hakkı değil, Allah’ın emri olduğunu dile getirenler her geçen gün azalmaktaydı. Mesela, 11 Ekim 1998 günü ülke çapında, Cumhuriyet tarihinde bir ilk olan bir eylem düzenlenmişti. Eyleme uygun görülen başlık şuydu: “İnanca Saygı Düşünceye Özgürlük İçin El Ele.”
Oysa ‘inanca saygı’ çağrısı bizzat inancın kendisiyle çelişen bir talep değil midir? İnançsızlardan, inanca saygı istenebilir mi? Bu, inancın kendisine hakaret olmaz mı? “Ey inançsız [kâfir]! Ben izninle inanmak istiyorum!” denebilir mi? Böyle bir talebin Din’de bir yerinin olmadığı açıktır. İşte anlatmak istediğimiz odur ki, Müslümanlar nezdindeki fikrî-akidevî çözülmeyi, görünüşte son derece masum ve ‘haklı’ olan bu gibi eylemler başlatmıştır.
İnanç ve amelin öncüleri, sırat-ı mustakîmin işaret taşları Rasullerin işleri hep inançsızlarla/kafirlerle mücadele idi. Tevhid mücadelesi tamamen bir mü’min-kâfir mücadelesidir. Ama hiçbir Peygamber kâfirlerden, inancına saygı talep etmemiştir. Bu talep, kâfiri bir ‘adam’ yerine koymak, ona bir meşruiyet tanımak anlamına gelir. Kâfir zaten değer olarak ‘yok’ hükmündedir. ‘Düşünceye özgürlük’ çağrısı da aynı şekilde, düşüncenin kendisine hakarettir. Düşünceye hiç kimse ket vuramaz. Birilerinin izin ve iradesi ile düşünce hasıl oluyorsa, o, düşünce olmaktan başka bir şeydir. Kalbe, kafanın içine kimse ket vuramaz, Allah’tan başka kimse kalplere hükmedemez.
Ancak inançsızlar (yani İslam’ın düşmanları) inançlı ve düşünen insanlara (Müslümanlara) birtakım engeller çıkartabilirler, hayatı zorlaştırabilirler; işlerinden, aşlarından ve hatta eşlerinden edebilirler. Zindanlarda ömürlerini çürütebilirler. İdam sehpalarına gönderebilirler. Bütün bunlar gerçekten zordur, tahammül etmesi kolay değildir. Kolay olsaydı hiç Rabbimiz bize bu gibi durumlarda, “Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sabit kıl ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!” (2/Bakara, 250) diye dua öğretir miydi?
Bu gibi zulüm günlerinde Müslümanlar olarak yapacağımız en büyük iş, sabretmek, Allah’a dayanıp güvenmek, tahammül gücü vermesi için Allah’tan yardım istemektir. Tahammül edemediğimiz durumlarda (ikrah) Ammar b. Yasir’in seçtiğini seçebiliriz; yeter ki kalbimiz imanla dopdolu olsun. Buna Allah izin vermektedir. (16/Nahl, 106; 3/Âl-i İmran, 28).
Ama hiçbir müslümanın, uğradığı en küçük bir engelde hemencecik kendi temel değerlerini, akidesini pazarlığa açık hale getirme hakkı yoktur.
Yukarıda özetlediğimiz tesettür karşıtı politikalar tabi ki kalıcı tesir bırakmıştır. Bir zamanların ‘başörtüsü mağduru’, şimdinin (7 Haziran 2015) milletvekili Doktor Hanım, kadınların başı örtülü ve açık olarak ayrıma tabi tutulmaması gerektiğini ifade ediyor; başörtülü kadınların milletvekili olarak meclise girmelerindeki güzellikten ve sevindirici olmasından bahsediyor. Kendisinin milletvekili seçilmesinin anlamı ona göre şuymuş: “Türkiye’nin demokratikleşme ve insan hakları, özgürlükler ve temel haklar konusunda çok yol kat ettiğimizin bir göstergesidir.” (Habertürk, 7 Nisan 2015).
İnsan hakları kavramı İslamî bir içeriğe sahip olmayıp, insanı tanrılaştıran hümanizmaya ait bir kavramdır. Türkiye’nin demokratikleşmesi, aynı oranda İslam’dan uzaklaşması demektir. Müslümanlar özgürlükten değil, kulluktan bahsetmelidirler.
İşte 28 Şubat sürecinin baronları, mağdur ettikleri başörtülüleri, kendi lisanlarıyla konuşur hale getirebilmişlerdir.
Başörtüsü üzerinden İslami değerlere, İslam’ın kavram ve kurumlarına savaş açılmış, kavram ve değerlerimizin içi boşaltılmıştır. Fakat her savaşta olduğu gibi burada da, dışarıdaki düşmandan ziyade, halen devam eden içerideki fitne şebekeleri asıl darbeyi indirmişlerdir. Nur Serter’in, Demirel’in, Ecevit’in, Kemal Gürüz’ün v.d. beyanları, öfke ve nefreti artırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Mesela, şu andaki iktidar çevrelerinin, isminin sonuna ‘hocaefendi’ unvanını eklemeden adını telaffuz edemedikleri Fethullah Gülen, başörtüsünün füruat olduğunu; “dinde aslî bir mesele olmadığı halde, daha sonraki dönemlerde ibadetmiş gibi ortaya çıkartılan bir husus olması itibarıyla dinin ruhundaki itidale de münafi” (F. Gülen, Prizma-2, İst-1997, s. 238) olduğunu, imanın ve İslam’ın esaslarından / şartlarından olmadığını iddia ediyordu. Başörtüsünü dayatmanın ifrat, zorlama ve nefret ettirme olduğunu ileri sürüyordu. (Nevval Sevindi, Global Hoşgörü ve New York Sohbeti, 3. bsk. İst-2002, s. 84). Başörtüsünün, Allah’a karşı, umumi manada kulluk meselesi ölçüsünde önem arz etmediği fetvasını veriyordu. (Ertuğrul Özkök’le Röportaj, Hürriyet, 27.01.1995). Başörtüsünün, çarşafın bazı kesimleri [yasakçıları] aşırı şekilde tahrik ettiğini, (oysa) dini bilmeyen kimseleri tahrik etmemenin, “dinde çok önemli bir esas” olduğunu ileri sürüyordu. (F. Gülen, Prizma-2, s. 239).
İslam’ın tesettür gibi emirlerine saldıranlardan biri de, 90’lı yıllara damgasını vuran İlahiyatçı Yaşar Nuri Öztürk idi. Öztürk açıkça, türbanın Müslüman örtüsü olmadığını ileri sürüyordu. Halkın Yükselişi Partisi Genel başkanı (2007) olarak, “bir rahibe kıyafetidir” diyerek türbana sövüyordu. 1995 yılında bir grup akademisyenle birlikte, bir ‘derin proje’ olarak yayınladıkları İslam Gerçeği (Ank-1995) adlı kitapta Kur’an’ın tesettür ayetleri etrafında lafı dolaştırarak, tamamen sulandırıyorlar, sonuç olarak İslam’da başörtüsü diye bir şey yoktur, isteyen örtünebilir de ama bu Müslümanlığın gereği değildir mesajını veriyorlardı.
İslam’da başörtüsü olmadığına dair sayılamayacak kadar kişi ve kurum tarafından yayınlar yapılmıştır.
Biz Ne zaman Bedel Ödeyeceğiz?
28 Şubat sürecinde Müslüman hanımların maruz kaldığı başörtüsü yasağı evet bir zulümdü fakat bu topraklar üzerindeki asıl zulüm bu değildi. Asıl zulüm o gün, bugün ve her zaman şirktir. Ve şirkten daha büyük zulüm yoktur. (31/Lokman, 13). Ayrıca geçmişte nice Müslüman kuşakların maruz kaldıkları zulümler hatırlandığında (2/Bakara, 214) belki de 28 Şubat zulmü bir ‘çizik’ mesabesindeydi. O günlerde gözyaşlarıyla sınıftan alınan, en başarılı öğrenciler oldukları halde vebalı muamelesi görün kızlarımızın ödediği bedeli asla küçümsemiyorum, buna hakkım olamaz. Maruz kaldığı muamelenin Allah’a kul olmak isteğiyle alakalı olduğu bilinciyle bu muameleye tabi tutulan ve mümince duyarlılığını hiç yitirmeyen kızlarımıza Allah zaten ecirlerini verecektir. Allah, kendisi uğrunda iş işleyenlerin ecirlerini zayi etmez. (3/Âl-i İmran, 195). Dini uğrunda bir kâfirden bir tokat yemekle, idam sehpasına çıkartılmak arasında, bu muamelenin temelinde yatan saik bakımından bir fark yoktur. Fark, görülen zulmün derecesindedir. Müslümanlık öyle bir davadır ki, yola çıkarken bundan çok daha katmerli belalara uğranılacağını bilmeyi gerektirir ve mükâfatı da sadece Allah’tan istenir. Bu zulümden dolayı da bir başka zalim -AİHM v.b.- hakem tayin edilmez. Müminlerin başörtüsü gibi bir ‘dava’yı iletecekleri tek merci Allah ve Rasulüdür. (4/Nisa, 59).
Başörtüsü zulmü Müslüman hanımlara demokrasi dininin kredosunu ezberletmemeli, tam tersine, ona olan buğzunu artırmalıydı.
Başörtüsü zulmünün büyüklüğü-küçüklüğü bir tarafa, gerçek olan bir şey varsa o da, İslam ümmeti olarak bu imtihandan alnımızın akıyla çıkamadığımızdır. “Sonuç bu olacaktıysa, biz bu zulmü niye çektik ki?” denecek bir savrulma yaşamışlığımızdır. Şimdi bunu izah etmeye çalışacağım.
Bu sınavda, çok bağlayıcı ve özel/mücbir şartları olan birtakım kızlar/kadınların durumu ayrı tutulmak koşuluyla, genel olarak Müslüman kız ve kadınlar örtüyü okula / işe tercih eden bir duruş sergileyebilirlerdi. Hani Nebîmizin (sav), dilimize pelesenk ettiğimiz “bir elime ayı, bir elime güneşi koysanız…” resti var ya; işte onu söylemenin günü bugündü. Okulunuz sizin olsun, bana örtüm yeter diyebilirdik. Bu yapılamadı çünkü kızlarımız ‘okuma’yı diploma olarak görüyorlardı; diploma da iş-aş demekti. Kızlarımız ekonomik bağımsızlığını elde etmek diye çağdaş bir algıya sahiptiler. Yukarıda istisna ettiklerimizi bir kere daha hatırlattıktan sonra, Müslüman bir hanımın, örtüsünü çıkartma pahasına çalışma hayatına devam etmekteki ısrar ve inadını anlamak mümkün değildir. Kaldı ki, başını örtebilse dahi, iş ortamı Müslüman bir hanım açısından ne kadar elverişlidir?
Biz Müslümanlar teoride hep şuna inanmakta değil miyiz: Bize bir kapı kapatılırsa, Allah başka bir kapıyı açacaktır. Onların bir mekri varsa, Allah’ın da bir mekri vardır. Biz öncelikle her ne işte olursa olsun, doğru/müslümanca bir duruşu gerçekleştirebilirsek, Allah’ın bize ne büyük lütuflar bahşedeceğini sadece O bilmektedir.
Nitekim yukarıda zikri geçen öğrenci, Viyana Üniversitesine gitmiş tahsilini orada tamamlamış; Türkiye’de 1999’da mezun olacakken, Viyana Üniversitesinden 2003 yılında mezun olmuştur. Viyana üniversitesine giden başka kızlarımız da oldu. Fakat tıpkı Habeşistan’a giden ve AİHM’in o günkü muadili denebilecek herhangi bir mercie başvurmayan o ilk Kur’an nesli misali, kâfirlerden medet ummadan yollarına devam ettiler.
‘Başörtüsü’ sınavında İslam ümmeti olarak nebevî bir duruş sergileyebilseydik, bu, İslam davası açısından büyük bir açılım olabilirdi. Müslümanların inançlarındaki kararlılığı bütün kâfirler görürler, bu ülkenin öz sahiplerine “Arabistan’a git!” deme küstahlığını gösteremezlerdi. Müslümanların, imanları ve şiarları uğruna, dünyevi olan her şeyi feda edebilecekleri mesajı hem kendi nesillerine, hem de cahiliyenin egemenlerine verilebilirdi.
Burada yaygın ama yanlış bir serzenişe de değinmek istiyorum. Bazı kesimler başörtüsü zulmünü sadece kadınlar çekmiş gibi bir söylem geliştirmektedirler. Müslüman bir kadının/kızın maruz kaldığı başörtüsü zulmünü bütün bir aile, birlikte yaşadılar. Nasıl ki Müslüman erkek bir zulme maruz kalınca, onun eşini, annesini, kızlarını v.b. ilgilendirmediği söylenemezse, başörtüsü olayı da böyledir.
‘Başörtüsü Sorununun Çözülmesi’nden Ne Anlamak Gerekir?
28 Şubat süreci Adalet ve Kalkınma Partisini doğurdu. Parti, kuruluşundan (14 Ağustos 2001) on beş ay sonra (3 Kasım 2002) iktidar koltuğuna oturdu. AKP, kurulurken ve ilk seçime giderken, başörtüsü sorununu çözeceğine dair bir vaadde bulunmamış, aksine, başörtüsünün öncelikli bir mesele olmadığını bile beyan etmiştir. (Ali Bulaç, Göçün ve Kentin İktidarı, Çıra Yay. İst-2010, s. 101). Fakat AKP iktidarında seçmen kitlesinin hep böyle bir beklenti içinde olduğu da bir gerçektir. AKP, iktidarının 11. sene-i devriyesi olan 2013 yılında, Demokratikleşme Paketi içerisine yerleştirdiği ‘kamuda başörtüsü serbestliği’ maddesi ile bu yasağa son vermiş, yaygın adıyla, sorunu çözmüştür. Yine de serbestlikten, ordu subayları, emniyet mensupları ve hâkim ve savcılar istisna edilmişlerdir. Sorunun ‘çözümü’ bu üç kurumu kapsam dışı bırakmıştır.
Şu anda kamu kuruluşlarında (istisna edilen üç kurum dışında) bayan çalışanlar başlarını örtebilmekte, okullarda öğrenciler derslere başörtülü olarak girebilmektedirler.
Bu kararı basitçe şöyle yorumlamak mümkündür: Yıllardır süre gelen ve nice genç kızı, çalışan kadını canından bezdiren ve tıpkı Firavun’un rüyası misali, başörtüsünü, ‘Güçlenen İslam’ın’ ayak sesleri olarak algılayan bir küfr-ü inadî, muhafazakâr-demokrat bir iktidar döneminde son bulmuş, insanlar rahat bir nefes almıştır. Şüphesiz hiçbir Müslüman bu yasağın kalkmaması gerektiği yönünde bir görüş beyan edemez. Başörtüsüne uzanan el namusa uzanmış addedilir ve namus düşmanlığı olarak algılanır. Fakat bu yasağın kalkmasından yana tavır belirlemek, olan-biten siyasal değişimleri anlamamak, başörtüsünün kamu kuruluşlarında serbest kılınmasına karşılık Müslümanlardan çalınan inanç, kavram ve değerlerin, düşüncedeki aşınmanın farkına varmamak gibi körlükleri de hediye etmemelidir.
Burada tartışacağımız şeyler komploculuk da değildir. Sadece olan-biteni adil bir şekilde tahlil etmek istiyoruz.
Başörtüsü neyin karşılığıdır?
Kamuoyundaki yaygın tanımıyla Türkiye’de artık başörtüsü sorunu çözülmüş durumdadır; sorunun çözümünde AKP’nin, daha doğrusu Tayyip Erdoğan’ın inisiyatifi önemli rol oynamıştır. Bu olay muhafazakâr kesim nezdinde adeta yeni bir fetih dalgası gibi algılanmıştır. Fakat işte tam bu noktada aslında, akıp giden ve gittikçe büyüyen, irileşen, derinleşen ve orandaürküten şirk anaforuna kapılmamak için, görülmesi gerekip de görülmek istenmeyen, kabulü zor gelen bazı hakikatlere dikkat çekmek gerekmektedir. Müslümanlar olarak kendimizi inkâra varan değerlendirmelere şahit olmak büyük bir hüsranın habercisidir.
Söze şuradan başlayabiliriz: Başörtüsü acaba neden bir ‘sorun’ olarak adlandırılıyordu?
Bu sorunun cevabı, Başörtüsünün, Müslüman zihnin, İslamî düşünüşün, müslümanca düşünüş ve duruşun mecraından saptırılma niyeti ile alakalıdır. Bu ‘niyet’, bir büyük oyuna işaret etmektedir. Ağaca bakmakla yetinenler bu büyük niyeti asla görememektedirler.
Aslında başörtüsü zımnında ‘çözülen’ şey şundan ibarettir: Artık Türkiye halkı muhafazakârlaşmaktadır. Müslüman tanımı yerine en işlevsel olarak muhafazakâr tanımı kullanılmaktadır. Muhafazakârlaşmak, Müslümanlar açısından kendi aslından, kökünden kopmanın ve peyderpey uzaklaşmanın adıdır. Muhafazakârlaşmanın, toplumu dönüştürmek olduğunu, AKP’nin en yetkili isimleri açıkça beyan etmektedirler:
“AK Parti’nin yapmaya çalıştığı, bu kavramı Türkiye’nin sosyo-kültürel yapısı içinde yeniden formatlamak, dünün yanlışlıklarından ders alarak daha makul bir siyasal çizgi üretebilmek…” “Bu süreç içinde hem AK Parti, teşkilatı ve seçmen kitlesiyle dönüşecek, hem de Türkiye’deki siyasal kültürü dönüştürecektir. Türkiye’nin çok geniş bir tabana oturan ve sayısal olarak büyük boyuta ulaşan bir partisinin ve siyasal hareketinin siyaset literatürüne katacağı yeni kavramlar, yeni anlayışlar da olacaktır.” (Yalçın Akdoğan, Yeni Kavramlar Üretebilmek, Yeni Şafak, 12 Ocak 2004).
İşbu “yeni kavramlar”, “yeni anlayışlar” ile tesettürün türban ya da başörtüsüne dönüştürülmesi ve başörtüsünün de ‘sorun’ kelimesiyle birlikte zikredilmesi sürecine dikkat kesilmek gerekir.
Akdoğan AK Parti’yi “Türk demokrasi tarihinin 1946’dan bu yana ana damarlarından birini temsil eden” bir olgu olarak tanımlamaktadır. (İhsan Dağı, AK Parti: Müslüman Demokrat mı, Muhafazakâr Demokrat mı?, Zaman, 09.11.2004).
AK Parti’nin 10-11 Ocak 2004 tarihinde (iktidarının 14. ayında) İstanbul Grand Cevahir Kongre Merkezi’nde düzenlediği “Uluslararası Muhafazakârlık ve Demokrasi Sempozyumu”nda konuşan Başbakan Tayyip Erdoğan, derin demokrasiden bahsediyor ve şöyle diyordu:
“Siyasi iktidarın temel dayanağı milli iradedir ve özelliği meşruluğunu halkın genel kabulünden almasıdır. Biz hukuki ve siyasi meşruluğu her partinin ‘olmazsa olmazı’ olarak görüyoruz. Hiç kimse, masa başında toplumları yönlendirmeye, onlara biçim vermeye kalkmamalıdır. Demokrasi, bir diyalog, tahammül ve uzlaşı rejimidir. İdeal olan, seçimlere ve belli kurumlara indirgenmiş mekanik bir demokrasi değil, idari, toplumsal ve siyasal alanlara yayılmış organik bir demokrasidir. Buna ‘derin demokrasi’ diyoruz.” (Muhafazakâr Demokrasi Manifestosu, Yeni Şafak, 11 Ocak 2004).
Görüldüğü gibi Erdoğan’ın derin demokrasisi, meşruluğunu halkın genel kabulünden alan ‘milli irade’dir, bunu da partilerinin olmazsa olmazı olarak gördüğünü ayrıca vurgulamaktadır. Demokrasinin bir diyalog, tahammül ve uzlaşı rejimi olduğunu belirtiyor ki, İslamcılıktan muhafazakarlığa transformasyon geçiren ve demokrasiyi ‘seçim’den (teknik demokrasi) ibaret sanmak isteyenlerin kulaklarına bir kar suyu olmalıdır bu.
Şimdi Başbakanın bir şerit halinde akan cümleleri içindeki kelimelere iyice dikkat edelim: milli irade, halkın genel kabulü, hukuki ve siyasi meşruluk; diyalog, tahammül, hoşgörü, uzlaşı, toplumsal ve siyasal alanlara yayılmış organik demokrasi, kısaca derin demokrasi; ‘başörtüsü sorunu’ da zihninizin bir kenarında sıkıca tutmaya devam edin lütfen.
Başbakan Tayyip Erdoğan, ilgili sempozyumda partisinin laiklik anlayışını da şu şekilde özetliyordu:
”AK Parti, laikliği, devletin tüm dinler ve düşünceler karşısında nötr kalmasını ve eşit mesafeyi korumasını sağlayan, inanç farklılıklarının veya farklı mezhep ve anlayışların çatışmaya dönüşmeden sosyal barış içinde yaşatılabilmesi için takınılan kurumsal bir tutum ve yöntem olarak tanımlamakta, laikliğin temel hak ve özgürlüklerin anayasal güvence altına alınarak bir tür hakem müessesesi gibi işletilmesi için demokrasi ile taçlanması ve uzlaşı ortamı sunması gerektiğini düşünmektedir. Laiklik, toplumsal çeşitliliği çatışma veya gerginlik ortamından uzaklaştırıp barış içinde ve özgür olarak bir arada tutunabilmenin bir yolu olarak görülmelidir.” (Erdoğan: Din Üzerinden Siyasete Karşıyız, Hürriyet, 10 Ocak 2004).
Yine kelimelere dikkat edelim: laiklik tüm dinler ve düşünceler karşısında nötr kalmaktır; inanç farklılıklarının çatışmaya dönüşmeden sosyal barış içinde yaşatılabilmesi; temel hak ve özgürlüklerin anayasal güvence altına alınması; demokrasi ile taçlandırılmış bir laiklik; uzlaşı ortamı; barış içinde ve özgür olarak bir arada tutunabilmek v.b.
Bu terimler ve üzerine bina edilen çatı düşünce (demokrasiyle taçlandırılmış laiklik) ile, bir müslümanın zihninde tasarladığı İslamî inanç sistemi küt diye çöktü mü, çökmedi mi? Bu cümlelere bakıldığında Başbakanın laiklikle ilgili bir sorunu kalmış mıdır? İslam’ı, dinler arasında bir yere istif ettiğiniz, laikliği de bütün dinlere ve arada İslam’a eşit mesafede duran bir koruyucu/şemsiye merci olarak yerleştirdiğiniz zaman İslam’la ilişiğinizi bitirmişiniz demektir. İslam hiç kimseye böyle bir tanım hakkını vermez. Laikliğin İslam nazarındaki yeri çok açık ve seçiktir.
Şimdi de aynı konuşmasından, Erdoğan’ın ve Partisinin ‘kırmızı çizgiler’ini takip edelim:
“Partimizin kırmızı çizgileri, ‘biz ve diğerleri’ ayrımı yapan tek bir mezhebi, etnik unsuru veya dini anlayışı siyasetinin ana gövdesi yaparak diğer seçenekleri karşısına alan söylem ve örgütlenme biçimleridir. AK Parti, dini bir toplumsal değer olarak önemsemekle birlikte, din üzerinden siyaset yapmayı, devleti ideolojik bir dönüşüme uğratmayı, dini sembollerle örgütlenmeyi doğru bulmamaktadır. Din üzerinden siyaset yapmak, dini araç haline getirmek, din adına dışlayıcı bir siyaset yürütmek hem toplumsal barışa, hem siyasi çoğulculuğa, hem dine zarar vermektir. Dini ve dindarları önemsemek, dini ‘değerlerin sosyal fonksiyonları’ kabul eden bir parti olmak ile dini bir ideoloji haline getirerek devlet aygıtı marifetiyle ve zorla toplumu dönüştürmeyi amaçlayan bir parti olmak arasında çok ciddi bir fark vardır. Din adına parti kurmak veya böyle bir imaj vermek, topluma ve dine yapılabilecek bir kötülüktür. Din, mukaddes ve ortak bir değerdir. Bunu kimse, siyasi taraftargirlik konusu yaparak bölünmeye sebebiyet vermemelidir.” (Muhafazakâr Demokrasi Manifestosu, Yeni Şafak, 11 Ocak 2004).
Erdoğan’ın, bazı gazetelere “Din partisi Kötülük” (Milliyet, 11 Ocak 2004), “Din Partisi Olamaz” (Dünden Bugüne Tercüman, 11 Ocak 2004) gibi manşetlerle yansımış olan konuşmasındaki kırmızı çizgileri maddeler halinde yeniden dikkatlere sunmak istiyorum:
-Herhangi bir dinî anlayış siyasetin ana gövdesi yapılmayacak.
-AKP Din’i bir ‘toplumsal değer’ olarak görmektedir. Dinin de, bir ‘değer’ olarak ‘sosyal fonksiyonları’ vardır. Din’in sosyal fonksiyonlarından, istisnasız her iktidar yararlanmıştır. Emile Durkheim tarzı bir din anlayışıdır bu. Din vardır, gerçektir, sosyal bir vakıadır ama hayatta belirleyen değil, belirlenen olabilir ancak.
-Din mukaddes ve ortak bir değerdir.
-Din üzerinden siyaset yapılamaz.
-Dini sembollerle örgütlenmeye karşıdır.
-AKP Devleti ideolojik bir dönüşüme uğratmayı doğru bulmamaktadır!
-Din adına dışlayıcı bir siyaset yürütmek toplumsal barışa, çoğulculuğa ve dine zarar verir!
-AKP Din’i ve dindarları önemsiyormuş, dini değerlerin sosyal fonksiyonlarını kabul ediyormuş. [Mesela kurban kesmenin, umre ziyaretlerinin ve hatta başörtüsünün endüstriyel ve ticari değeri vardır! Camiler halkı istenildiği gibi yönlendirmeye elverişli bir işlevi vardır].
-AKP dini bir ideoloji haline getirerek devlet aygıtı marifetiyle toplumu zorla dönüştürmeye çok ciddi şekilde karşıymış! [Dini ideolojileştirerek toplumu zorla değiştirmek söylemi, en az yüz yıldır Kemalist, ulusalcı, solcu ve sağcı laik-demokratik kesimlerin dilimize pelesenk ettikleri bir söylemdir. Nöbeti Tayyip Erdoğan’ın AKP’si almıştır.]
-Din adına parti kurmak ve böyle bir imaj vermek, topluma ve Din’e yapılacak bir kötülüktür!
-Din’i siyasi tarafgirlik konusu yapmak, bölünmeye sebebiyet verir!
İşte bunlar AKP’nin din, laiklik ve demokrasi anlayışı ve kırmızı çizgileridir. Açıkça görüldüğü gibi, AKP’nin İslam diye bir kırmızı çizgisi yoktur ya da başka türlü söyleyecek olursak, AKP’nin kırmızı çizgileri arasında İslam’ın yeri yoktur. Dikkat edilirse, tipik bir Cumhuriyetçi laik ya da liberal demokrat-laik bir siyasetçi gibi, Uluslararası Muhafazakârlık ve Demokrasi Sempozyumu’nda ‘din’ sözcüğüne yer verilmekte fakat asla İslam adı telaffuz edilmemektedir. Yani AKP’nin sempozyumunda İslam’ın adı yoktur… Belli ki, İslam, daha doğrusu din çok mukaddes ve toplumsal bir gerçeklik olduğu için, öyle olur olmaz her yerde İslam’ın adını anarak ona saygısızlık etmek istenmemiştir!
Sanırım Süleyman Demirel’in gözü açık gitmemiştir, mezarında rahat uyuyabilecektir.
Bu paragrafta anlatılanlar çok açık ve seçik değil midir? AK Parti Din’i toplumsal bir ‘değer’ olarak önemsemekte ama Din üzerinden, din adına siyaset yapmaya kesin olarak karşı durmaktadır. Dini sembollerle örgütlenmeye bile itiraz etmektedir. Devleti ideolojik değişime uğratmayı kerih gördüğüne göre, devletin başörtüsü sorununa yaklaşımından da çok rahatsızlık duymadığı anlaşılmaktadır.
Başörtüsü sistemden Yana Çözüldü
Bu fotoğraf karesine göre başörtüsü, toplumun çoğulcu yapısını, uzlaşmayı, bir arada yaşama, tüm inanç ve düşüncelere (İslam dışındaki her türlü küfür ve şirke) saygılı olma ilkesini olumsuz etkileyici bir işlev gördüğü oranda ‘sorun’ / ayak bağı olmaktaydı. Derin demokrasiye ve derin muhafazakârlığa zarar vermekteydi. Onun için başörtüsü ‘sorun’ idi. Bu durumda, her arızî şeyin tamiri gibi, bu sorunun da giderilmesi gerekmiyor muydu?
Şimdi asıl soru şu: AKP (Tayyip Erdoğan), başörtüsünü, Allah’ın tartışmasız bir emri, İslam’ın bir ibadeti, Müslüman kadının şiarı olarak ve başörtüsü düşmanlığını İslamlaşmanın önündeki engellerden biri olarak gördüğü için mi yasal hale getirmiştir? Yoksa din de, dindarlar da saygıyı hak ettikleri, başörtüsü zulmü artık kabak tadı vermeye başladığı, Türkiye’nin ilerlemesi, kalkınması, büyümesi ve bütün bu demokratik/seküler kazanımların belli bir ‘istikrar’ hali içerisinde sürmesi gerektiği için mi yasallaşmıştır?
Ağlayan bir çocuk, bütün büyüklerin her türlü muhabbet ortamını rahatsız eder ve ‘susturun şu çocuğu’ derler…
Bu durumda, ‘çözülen’ şey neydi?
Türkiye 1960’lı, 70’li yıllardan itibaren bu ‘başörtüsü sorunu’yla tanışmıştır. Demek ki bu sorunun ortalama 45-50 yıllık bir geçmişi vardır. Bu kadar süredir uygulanan başörtüsü yasağı (tesettür zulmü) artık toplumu germekteydi. İslam’la ilgileri en fazla, parmaklarına geçirdikleri yüzük gibi zikir-matiklerle çarşıda yürürken dudaklarını kıpırdatmaktan ibaret olan ve yanındaki kot pantolonlu arkadaşıyla düşünce, değer, siyaset (yani Din) adına neredeyse hiçbir sorunu olmayan, çoğulculaşmış, meşruiyetini tarikat ya da cemaatlerden devşiren yeni liberal nesle bu yasağı anlatmak mümkün olamıyordu. Ayrıca, Şi’b-i Ebi Talib’de üç yıldır açlığa mahkûm ettikleri öz oğullarının hüzünlü hallerinin önde gelen Mekke kâfirlerinin vicdanlarını sızlatması misali, başörtüsü zulmü, -açığa vurmasalar da- her parti ve her düşünceden pek çok kişinin vicdanını kanatıyordu.
AKP 11 yıldır iktidardaydı, her seçimde daha da güçlenerek çıkıyordu, yani halkın teveccühü vardı ve tek parti iktidarı olmanın da avantajını kullanarak Türkiye’yi ekonomik, teknolojik, ulaşım-iletişim, sağlık gibi alanlarda siyasi muhaliflerinin rüyada bile göremeyecekleri derecede kalkındırıyordu. Hiçbir hükümetin yapamadığı kadar Avrupa Birliği’ne katılım sürecinde mesafeler kat ediyordu. AKP, kurulduğu günden beri verdiği sözü tutmuş, muhafazakâr-demokrat (ve laik) bir çizgide siyaset yapıyordu. Parti olarak Türkiye’yi İslamlaştırmak, İslam’a yaklaştırmak gibi bir gündemi hiç olmadı ve olmayacaktı. (AKP’nin etraflıca tahlil ve kritiği için bkz. Mehmed Durmuş: Ak Parti: Muasır Ilımlı İslam Seviyesi, AKP Ilımlı İslam Neoliberalizm, Ank-2013 içinde, s. 166-205). Hatırlanacağı üzere, zaman zaman ‘gizli gündem’, ‘AKP yön değiştiriyor’ gibi yoklamalar çekiliyor ve fakat alınan mukni cevaplarla bir tehlike riski olmadığı, her şeyin yolunda gittiğinden emin olunuyordu.
Kısacası, AKP hem dışarıya, hem de içeriye rüşdünü ispat etmiş, tamamen laik-demokratik -ama dini ve dindarları önemseyen!- bir siyaset yürüttüğünü herkes anlamıştı. Bu siyasette İslam’ın -sosyal bir gerçeklik olmanın ötesinde- hiç yeri yoktu, korkmaya da gerek yoktu. Dolayısıyla artık başörtüsünü serbest bırakmanın da zamanı gelmişti!
Artık, üniversite mezunu bir hanımın -başı örtülü olduğu için- imza atamaz sanılarak, imza yerine parmak basması teklif edildiği dönemler geride kalmış, başörtülü kadınlar da diğerleri kadar okumuşlar, değişik alanlarda eğitimler almışlardı. Bu kadar potansiyelin bir ‘başörtüsü inadı’ uğruna sistemin dışında tutulması düşünülemezdi. Onlar da sorunsuz olarak sistemin içinde yerlerini almalıydılar.
Türkiye’de yönetimin en tepe noktalarında, başbakanlık ve cumhurbaşkanlığında, eşleri başörtülü kimseler oturduğuna göre, başörtüsünün kamusallaşmasından hala korkmanın anlamı olamazdı. Bir zamanlar laik cumhuriyeti yıkacağından endişe edenler bugün cumhuriyetin en güvenilir koruyucu ve kollayıcıları olmuşlardı. Bu değişim dinamiğini dost-düşman herkes görmekteydi. Yirmi yıl kadar öncesinde başörtüsü nedeniyle ağlayarak sınıflardan atılan kız öğrenciler şimdilerde milletvekili olarak, TBMM’de, bir zamanlar kovulmalarına sebep olan örtüleri başlarında olarak laiklik ve demokrasiyi koruyacaklarına yemin ettiler; kimisi yeminine besmele ile başladı, kimisi, bu işi cihad olarak adlandırdı.
Besmele ile laik-demokratik bir rejimin korunacağına yemin etme adına, başa örtülen örtüye hangi rejim tolerans göstermezse, onun ‘üst aklı’ndan şüphe etmek gerekmez mi?…
İşte bütün bu etkenler bir araya gelmişti ve AKP, bu güçlü rüzgârı arkasına alarak, demokratikleşme paketi içerisinde, demokratik bir hak olarak ve çoğulculuğun, bütün din ve inançlara saygı göstermenin bir gereği olarak başörtüsüne serbestlik tanıyan yasayı geçirdi.
Sonuç itibariyle başörtüsü sorununun, devletin dindarlar adına olmaktan ziyade, aslında dindarlar (muhafazakârlar) cenahından, devlete karşı ve devletin selameti için ‘çözüldüğünü’ söyleyebiliriz. Nüfusun oldukça dinamik ve eğitimli bir potansiyelini rejime küstürmek rasyonel olmazdı. Hâsılı rejim başörtülülerle barıştı. Kötü mü etti? Hayır! Çünkü şu anda muhafazakâr, liberal-demokrat rejimi sağ ve sol demokratlardan çok daha iyi koruyan bir başörtülüler kitlesi mevcuttur. Bu kitlenin, hali hazırda rejimle, laiklikle, demokrasiyle hiçbir sorunu bulunmamaktadır. Ama İslam’la pek çok sorunu vardır. Bireysel bir dindarlık gereği örtülen çok albenili eşarplar -maalesef- kapsamlı bir liberal-demokrat dünya görüşünü de deruhte etmektedir.
Burada şu acı gerçeği bir kere daha hatırlatmakta yarar vardır: Aslında ‘çözülen’, ‘başörtüsü sorunu’ndan ziyade, sokakları yürünmez hale getiren ve hayatın her alanını kanser gibi kuşatmış bulunan bütün bir tuğyandır. Yani İslamî hassasiyeti olan kesimler nazarında az veya çok kerih görülen davranış biçimleri bir sorun olmaktan çıkmış, kanıksanarak, sorun olmaktan çıkmıştır. Allah’ın fahşa ve münker dediği tuğyan halk nazarında artık ‘sorun’ değildir. Toplumu kuşatan fahşâ ve münkerin özgürce yaşanabilmesi için başörtüsü adeta bir rüşvet olarak sunulmuştur. Bahşişi de (bir alana bir bedava misali), bizlerin, başörtüsü sorununun çözüldüğüne inandırılmamızdır. Yukarıda özetlenen çoğulcu-demokratik din adına Allah’ın bütün haramları mubah kılındıktan, kâfirce / ahlaksızca bir hayat toplumun yeni dini kılındıktan sonra, başörtüsüne serbestlik tanınması acaba ne ifade eder?…
Üstelik, laik-demokratik ideoloji ile tezevvüc etmiş başörtüsü tevhid adına tamamen kısırlaşmış ve kısırlaştırıcı bir misyon yüklenmiştir. Maalesef başörtüsü ebterleştirilmiştir.
Başörtüsünün serbest kılınmasının önemli bir sebebi, dini algıdaki değişimdir. Gelinen son noktada, ‘başörtüsü’nün genleriyle oynanmış, laiklerin bir zamanlardaki korkuları, yerini ‘güven’e bırakmıştır. Artık kimse başörtüsüne şeriat talebinin simgesi olarak bakmamaktadır. Tam tersine bundan sonra ‘başörtüsü’, şeriat isteyenlerin önünde kalkan görevini icra edecektir.
2000’li yıllardan itibaren podyumlarda tesettür defileleri düzenlenmektedir. Taleal bedru ilahisi de defilelerin fon müziği olarak kullanılmıştır. (İsmail Demirezen, Tüketim Toplumu, İst-2015).
Mustafa Karaduman’ın Tekbir Giyiminin ‘tesettür defilesi’ ile Mustafa Kemal’in Cumhuriyetinin ‘Miss Turkey Güzellik Yarışması’ arasında, acaba özde bir fark var mıdır?
Türkiye’de sosyal ve siyasal hayat, İslam’ın temel dinamikleri üzerine değil, batı tarzı, laik-demokratik temeller üzerinde, temellerini ve dallarını daha da sağlamlaştırarak ilerlemeye devam etmektedir. Şimdiye kadar geminin kaptan köşkünde AKP/Tayyip Erdoğan bulunmaktaydı. Bugünden sonra ne olur, kimse kestiremez. Muhafazakâr kesim zaman zaman kaptan köşkünden, kendilerini tatmin edecek birtakım icraatlar talep ediyorlar, istekleri belirli şartlar çerçevesinde yerine getiriliyor.
Muhafazakâr kesim, sistemde derkenar olmaktan usanç duymuştu. AKP ile beraber sistemin belirli noktalarına adeta abandılar; öyle ya, hep başkaları mı sistemden nemalanacaktı? Ne zaman muhafazakârlara sıra gelecekti? Parti, sendika, dernek, vakıf, yeni-nesil hocaefendiler, taze kanaat önderleri v.d. kanalıyla dindarların sistemin içine, tam merkezine doğru ilerleyişi [cihad!] sürmektedir. Bu ilerleyişi, -tıpkı defilenin fon müziği gibi- kıvama erdirecek enstrümanlar gerekiyordu ve başörtüsü bu enstrümanlardan biri oldu.
Burada şu çok mühim ayrıma dikkat çekmek istiyorum: Mümin hanımların tesettürü ile laiklerin dilindeki başörtüsünü/türbanı birbirine karıştırmamak gerekir. Tesettürün zaten ‘sorun’u çok fazla olmamıştır. Çünkü mütesettir hanımlar, örtülerini/iffetlerini dünyalıklara tercih etmişlerdi. Onlar nazarında tesettür bireysel, demokratik bir kadın hakkı değil, Allah’ın emridir. Mümin kadın, Allah buyurduğu için örtünür ve kimse de onun örtüsünü açtıramaz.
“Başörtüsü sorununu felanlar çözdü” diye böbürlenirken, aslında kimin neyi nasıl, niçin çözdüğü üzerinde iyi düşünmek gerekmektedir. Değil mi ki çözülen, aslında müslümanın inancı, akidesi, ibadeti, ahlakı, değer yargıları ve siyasal bilincidir.
Şunu çok açık ve net olarak biz Müslümanların kavramamız gerekmekte değil midir: AKP gibi muhafazakâr bir partinin yönetiminde gelişen, serpilen, gücünü artıran, İslam değil, liberal demokrat bir ideolojidir. Rabbimize hamdolsun ki İslam da gelişmektedir. İnsanlığın başka çaresi de yoktur. Çünkü İslam yegane Din’dir. İnsanlığın İslam’dan başka sığınacak (ada değil) vatanı yoktur. Kim insanlığı bu vatana sığınmaya davet ederse, Allah katında izzet sahibi olur ve felaha erer. İslam’ın dışındaki bütün din ve düşünceler batıldır, küfürdür.
Bilinmelidir ki insanlık İslam’a durup dururken, kendiliğinden teslim olmayacaktır. Müslümanlar davet eder ve iman ve ameliyle güzel bir örneklik oluşturursa insanlık İslam’ın hidayeti ile tanışacaktır. Bu da bizden malımızı ve canımızı Allah’a adamamızı gerektirmektedir.
Allah razı olsun Mehmet abi. Çok güzel bir çalışma olmuş.