‘Basiret’, kelime olarak ‘görmek’ anlamındaki ‘ba-sa-ra’ fiil kökünden türemiş bir mastardır. Bir terim olarak basiret, idrak (anlayış/kavrayış) kuvveti, derin görüş, ileriyi görme, bilinçle kestirme, yakîn, burhan, huccet, bir şey hakkında oldukça bilgili olmak, zeka, ibret gibi anlamlara gelmektedir. Avın izini sürmeye yarayan kanına da basiret denmiştir. O izler avcıyı ava götürmektedir. ‘Basar’ın görmekle yakından ilgisi vardır. Basar görme endişesiyle bakmaktır. Bakmak-görmek ilişkisinde her ikisini birleştiren, ama nihai olarak ‘görme’yi‘ hedefleyen bir bakmadır ‘basar’. Basar’ kelimesi aynı zamanda hem görme organı olan göz için, hem de gözün görme kuvveti için kullanılır. (Rağıb). İdrak eden kalb için ‘basiret’ sözü kullanılır.
Basiret, “Kendisiyle hakla batılın temyiz edildiği marifet (bilgisi)” olarak tarif edilmiştir. Basiret kavrama yeteneğidir, vukuf kazanmak, olay ve nesneleri anlayıp kavramak, vukufiyet kesbetmektir. Basiret bilmek anlamına da gelir. Araplar ‘raculun basîrun’ dediklerinde ‘alim’ kimseyi kastetmiş olurlar.
Bir Kur’an kavramı olan basiret Allah’ın görmesiyle alakalıdır. Allah’ın görme sıfatı vardır ve isimlerinden biri de Basîr’dir. Allah’ın görmesi (tabir caizse ‘basiret’i) ise, O’nun ilminin her şeyi kuşatması ile alakalıdır. Bu da ‘hikmet’ kavramını gündeme getirmektedir. Allah’ın görmesini (basar sıfatını, yani ‘basiret’ini) O’nun hikmeti’nden ayrı düşünmek ne mümkündür. Şu halde mü’minin basireti de hikmet kavramından ayrı düşünülemez.
‘Basiret’ kelimesi Kur’an’da iki kere kullanılmıştır. (12/Yusuf, 108; 75/Kıyamet, 14) Çoğulu olan ‘basâir’ beş yerde, yine basiretle hemen hemen aynı anlamda kullanılan ‘tabsıra’ kelimesi ise bir yerde kullanılmıştır. (50/Kaf, 8).
Kıyamet suresinin 14. ayetinde insanın kendi kendine şahitlik yapması anlamında kullanılmıştır. Basiret kelimesi Kur’an’da kavramsal anlamını en iyi ifade edici olarak Yusuf suresinin 108. ayetinde vuzuha kullanılmaktadır:
“De ki, bu benim yolumdur, bir basiret üzere Allah’a davet ediyorum; ben ve bana uyanlar (böyleyiz). Ve Allah’ı tenzih ederim, elbette ben müşriklerden değilim.” (12/Yusuf, 108).
Şimdi ayetteki birtakım ifadeler teker teker tedkik edilirse basiretin ne olduğu ve ne olmadığı daha iyi anlaşılacaktır. Dikkat edilirse ayetin eksenini ‘yol’ kavramı oluşturmaktadır. ‘Bu benim yolumdur’ sözüyle, Peygamber’in lisanından Allah’ın dini ‘yol’ olarak adlandırılmıştır. Peygamber “bu benim” sözüyle dine içesine sahiplenmektedir. O bu yolu iyice özümsemiş, benimsemiş ve içine sindirmiş ki, ‘bu benim yolumdur’ diyor. Ayrıca, bu yolu en mükemmel bir şekilde kavramış olduğu da anlaşılmaktadır. Zira kişinin -şarlatanların dışında-, kavramadığı bir şeye ‘bu benim…’ diyerek sahiplenmesi mümkün değildir.
Hemen arkasından Peygamber (a.s.) “bir basiret üzere Allah’a davet ettiğini” beyan etmektedir. Allah’a davet ve basiret… Birbirinin lazım-ı gayrı mufarıkı iki erdem, iki görev. Allah’a davetin elbette basiretsiz olması düşünülemez. Allah’a davet sıradan bir iş değildir. Basiret, tebliğ ehli mü’minlerin bir niteliği olmak durumundadır. Peygamber (a.s.) bunu beyan etmekle kalmıyor, peşisıra, kendisine tabi olan mü’minlerin de aynı şekilde olduklarını belirtiyor. Peygamber’in bu sözü Allah tarafından da onaylanmaktadır. Şu halde mü’minler de tıpkı Peygamber/ler gibi basiret üzere Allah’a davet etmekle yükümlüdürler.
Bu sözlerin ardından Peygamber Allah’ı tesbih ve tenzih ediyor. Allah’ın sübhan olduğunu söylemek, yaratılmış olan insan ve diğer varlıkların hiçbirine benzemediğini, insanın aklına gelen tasavvurlardan müteal olduğunu ifade etmek demektir. En son olarak da Peygamber, kendisinin müşriklerden olmadığını ilan etmekte, bir nevi deklarasyon yapmaktadır. Şu halde, Allah’a basiret üzere davet etmekle müşrik olmamak ve Allah’ı tenzih etmek, Allah’ı yüceltmek arasında birebir ilişki vardır. Yani basiret’in esasını şirkten temizlenmek teşkil etmektedir. Allah’a çağrı yapıldığına göre, tanım gereği, Allah’ın dışındaki bütün somut ve soyut putların reddedilmesi zorunludur. Basiret üzere olmayan davet şirke yakın bir davettir. Basiretli olmak mesela, şirkin zıddı olan tevhidin bir başka ifadesi olarak, Allah’ı tenzih etmeyi gerekli kılar. Tıpkı muhammed (a.s)ın yaptığı gibi. Allah’ı tenzih edemeyen kişilerin basiretli olduklarını düşünmek mümkün değildir. Müşrikler eğer basiretli olsaydılar şirk içinde olmazlardı.
Rağıb el-İsfehanî Yusuf suresi 108. ayetteki basiretin ma’rifet ve tahkik, diğer bazı müfessirler de yakîn anlamına geldiğini ileri sürmüşlerdir. Ma’rifet bilmek ve tanımak demektir. Tahkik, bir şeyi incelemek, araştırmak, soruşturmak ve sağlam yapmak anlamına gelmektedir. Yakin ise bir konu hakkında yakinen, doğrudan bilgi sahibi olmak demektir. İlmel yakin, bir şey hakkında yakından bilgi sahibi olmayı, aynel yakin bir şeyi yakından görmüş olmayı, hakkal yakin ise bir şeyin özüne vakıf olmayı, kuşatıcı biçimde bilgi sahibi olmayı ifade eder. Basiretli olmak için bu boyutta bilgi sahibi olmak gereklidir.
Gerek Muhammed (a.s) gerekse diğer Nebiler tam bir basiret üzere Allah’a davet etmişlerdir. Nebilerin bütün bir tebliğ faaliyetine baktığımızda ‘basiret’in onların şahsında ete kemiğe büründüğünü görürüz. Bunları bazı karakteristikler olarak tespit etmemiz mümkündür. Buna göre diyebiliriz ki, Nebevi metot açık, aleni ve nettir. Onda Takiyyeyoktur; bu davet ve dava açıklık ister, açık olmayı gerektirir. Daha ayetin başlangıcında “bu benim yolumdur” derken açıkça kendini ilan etmekte, kendini ortaya koymakta, kimliğini bildirmekte, takiyye yolunu seçmemektedir. Öyle ya, kimliğini gizlerse, kendini saklarsa nasıl davet edecek, insanların zihninde nasıl hüsnü kabul görecektir? Kuş diliyle yapılan tebliği insanlar nasıl anlayacaklardır? Bu cümleden olarak Muhammedi/Nebevi davet şifreler içermez. Bu, ne vahyin sahibi Allah’ın, ne de tebliğci Peygamberin şifre bilmediklerinden değildir. Fakat şifre gizlilik ve sırdır. Vahiy ise mübîndir, açıktır, anlaşılırdır. Anlaşılması için nazil olmaktadır.
Aynı şekilde Nebevi tebliğ metodu Pragmatist değildir: İnsanlara süflî, dünyalık çıkarlar vaad etmez. Ayak oyunları geçerli değildir, istikbal kaygısı taşımaz. Orada tek gaye insanları Allah’a kul olmanın bilincine erdirmektir. Dolayısıyla “düşmanın silahıyla silahlanmak” gibi tuzaklara düşmez. Basiret üzere davet, Allah’a davet edeyim de nasıl davet edersem edeyim türünden bir keyfiliğe izin vermez. Partizanlığı kabul etmez; “ne olursa olsun, yönetim pastasından mutlaka ben de bir pay almalıyım” temel tezi ile hareket etmez. Çünkü basiret üzere davet, demokratik örgütlenme ve siyaset yapma biçimleriyle, İslam’ı tebliğ faaliyetinin ayrı ayrı şeyler olduğunu bilmeyi gerektirir. Basiret işte tam da bu bilginin adıdır dense yeridir.
Tevhide inanmak bütün dünyaya bedel bir değerdir. Hem de her zaman ‘yükselen değer’dir. Basiretli olmak, Tevhid uğrunda dik durmayı bilmektir, tevhidi hiçbir şeye değişmemektir. İnsanın Allah’ın yerine ikame edildiği batı felsefesinin ürettiği, Kur’an’la çatışan hiçbir kavramın gölgesine sığınmamalıdır basiretli mü’minler. Onlar ‘Kur’an’ın gölgesi’ne razı olmalı, başka gölge de aramamalıdırlar.
Basiret üzere davet iddiasında bulunan mü’minler cahiliyye toplumundan ayrışmalıdırlar. Kendilerinin ayrı bir ümmet, kafirlerin de ayrı bir ümmet olduğunu açıkça ilan etmelidirler. Cahiliyye gibi yaşayıp, müslüman gibi İslam’a davet eden kişilerin çabaları hiçbir fayda doğurmayacaktır. Cahiliyye ile ayrışmayı gerçekleştiremeyen inanmış insanlar, genellikle özür dileyici bir kişilik ve suçluluk psikolojisi içinde oluyorlar. Suçlu, bir yaşam biçimi olarak İslam’ı reddeden topluluklar değil de, kendileriymiş gibi duruyor, öyle bakıyor, öyle konuşuyor ve öyle yürüyorlar. Halbuki İslam dini ve İslam daveti hiç kimsenin müslümanlığına minnet duymaz. Bilakis insanların müslüman oldukları için Allah’a minnet borçlu olduklarını esas alır. Davetçiyle davet edilen ilişkisinde de bu ilke esastır.
Ayetteki “ben ve bana uyanlar”ın bugüne tercümesi şudur: Nebevi metod basiretledir; nebilerin takipçisi mü’minler de tıpkı onlar gibi aynı metodu takip etmek zorundadırlar. Hiçbir mazeret mü’minleri basiretli olmamakta mazur kılamaz. Çünkü bu işin metodunu tatbik eden Nebiler’in bıraktığı miras bunu gerekli kılmaktadır. Peygamber’in sünnetini, tamamen sıradan şeylerde değil de, burada aramak gereklidir.
Sünnet-i Rasul basiretli tebliğin altın örnekleriyle dopdoludur. Mekke döneminde Kafirlerin her türlü saldırı ve sataşmalarına karşılık Rasulullah’ın, başlarını çatlatırcasına dini anlatmaya devam etmesi, işkencenin doruk noktasına çıktığı anlarda (Ammar ve Bilal örnekleri gibi) bile sabrı tavsiye etmesi, sonuçlarının hayırla neticelendiği basiret örnekleridir. Habeşistan hicreti kadar Taif seferi, Yesrib’e hicreti kadar, Akabe bîatları ve hicret esnasında takip ettiği strateji gerçek birer basiret örnekleridir. Çoğunlukla ayrıntı gibi görülen, Taif dönüşü sığındığı bağdaki tutumu, Taifliler’in vahşi saldırısına karşın kendisinin hiçbir reaksiyon sadece Rabbi’ne dua etmesi, işin mahiyetini tam kavramış bilge bir insan (Rasul) görüntüsü vermektedir. Medine’ye varır varmaz, misafir kalacağı evi belirlerken takip ettiği metot bile basiret eseridir ve daha ilk etapta münafık düşmanlarının heveslerini kursaklarında bırakmaya yetmiştir. Hudeybiye antlaşmasında en yakın mü’min arkadaşlarını bile gücendiren ileri görüşlülüğü, kısa sürede gerçek bir siyasi/diplomatik zaferle neticelenmiştir. Uhud savaşında elli okçuyu düşmanın geçmesi muhtemel vadiye yerleştirmesi de Hudeybiye antlaşmasından geri kalır bir basiret örneği değildir. Rasulullah’ın esirlere yaptığı muameleden, Mekke’nin fethine; komşu ülke krallarını İslam’a davet eden mektuplarından mescid inşasına; Yahudi kabilelerine karşı güttüğü siyasetten, eşlerine olan tutum ve davranışına kadar nübüvvet döneminin her karesi ayrı bir basiret örneğidir.
Bununla beraber ‘basiret üzere davet’ etmeyi, sanki sonuçta mutlaka sayıyla ölçülebilir pratik yararlar elde etmek gibi algılamamak gerekir. Rasulullah’ın tebliğ döneminde neredeyse her zaman daha ileriye doğru bir gidiş gözlemlenirken, mesela Nuh Peygamber ve Lut Peygamber örneklerinde böyle somut bir ‘başarı’ görünmemektedir. Bilakis bu iki Peygamber’in kavimleri Allah’ın azabıyla helak edilmişlerdir. Bu iki peygamberi sanki basiret üzere davet edememiş gibi algılamak asla mümkün değildir. Onların da en az Muhammed (a.s) kadar basiretli olduklarından kuşku duyulamaz. Sonuçta tebliğin kabul edilmemesi, Peygamberin basiret sorunu olduğunu göstermez. Nuh Peygamber bilakis kendi tebliğ faaliyetinin ciddiyetini şöyle tanımlamaktadır:
Nuh (a.s) diyor ki, ben onları gece-gündüz davet ettim; onları açıktan (haykırarak) davet ettim, gizli gizli de davet ettim; fakat onlar kulaklarını tıkadılar, elbiselerini kafalarına çektiler ve ayak dirediler! (71/Nuh, 5-9).
Şu halde önemli olan tebliğcinin, Allah’ın çizdiği sınırlar dahilinde, Nebevi metot doğrultusunda Allah’ın dinine çağrı yapmasıdır. Bu durumda sonucun olumsuz olmasından dolayı tebliğci muaheze edilemez.
‘Basiret’i en iyi anlatan kelimelerden biri de hiç şüphesiz ‘hikmet’tir. Hikmet basiretle, basiret de hikmetle açıklanabilir. Hikmetle davetin emredildiği şu ayet sanki Yusuf suresi 108. ayetin tefsiri gibidir:
“Sen Rabbi’nin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et ve onlarla en güzel bir tarzda mücadele et. Zira Rabbin kendi yolundan sapanı en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de en iyi bilendir.” (16/Nahl, 125)
Burada hikmet neredeyse basiretle eş anlamlıdır. Güzel öğüt de basiretin gereği ve paralelidir. Güzel öğüt, yapıcı telkinlerdir. Muhatabı hırpalamak yerine, düşündürtmektir. Kafir de olsa kişiliğini rencide etmemektir. Bağcı dövmek değil, üzüm yemeye talip olmak ve bunu da muhataba mutlaka hissettirmektir. Davetçi, hikmet ve basiret gereği, muhatabını iyi tanımalıdır. İnsanların ruhî durumlarını, psişik yapılarını, maddi sıkıntılarını göz önüne almalı, ayrıca, hassas olduğu noktalar varsa onları da nazar-ı itibara almalıdır. Bunun amacı şudur: İslami tebliğ ilk önce kişiyi düşündürtmeye yönelik olmalıdır. Davet edilen insan, kendisine değer verildiği intibaına sahip olabilmeli, ürkütüp kaçıracak bir pozisyonla işe başlanmamalıdır. Kısacası, tebliğci, neyi nerede, ne kadar söyleyeceğini bilmelidir. Hangi işin sonucunun nereye varacağını kestirebilmek hikmet ve basiret gereğidir. Bu tıpkı, içinde bulunulan siyasi şartları yorumlamak gibidir. Böyle bir bilgiye ve yeteneğe sahip olan tebliğci, sonucu ne olursa olsun, kendisi doğru iş yapmış olacaktır. Biz doğru iş yaptıktan sonra biliriz ki, işlerin sonucu tamamen Allah’ın elindedir.
Bu anlamda Kaf suresinin 8. ayetinde geçen, basiretle aynı kökten türemiş olan ‘tabsıra’ kelimesi görmekle ilgili anlamdadır. Hem gözün görmesini, hem de ‘kalb’ olarak da adlandırılan, bir iç görüyü, ince sezgiyi, Allah’ın yarattığı bütün güzellikleri algılayabilme, ibret gözüyle bakabilme yeteneğini, şükreden bir kul olabilme inisiyatifini işaret etmektedir.
‘Basiret’ kavramı Kitap’da bazen ‘basâir’ kelimesiyle işlenmektedir. En’an suresinin 104. ayetinde “Rabbiniz’den size basâir geldi” denirken, anlama ve kavrama yeteneği, olayların önünü-ardını görme, kalp aydınlığı, bilinç kastedilmektedir. Ayetin devamı, ‘basair’le ne denmek istendiğini çok güzel açıklamaktadır: “…Kim görürse, kendisi için görmüştür; kim de kör olursa, o da kendi aleyhinedir. Elbette ben sizin üzerinize bekçi değilim!” (6/En’am, 104). Görüldüğü üzere Kur’an, ‘görmekten’ bahsetmektedir. Hakkı, hakikati görmek önemlidir. Fakat yine bilenler çok iyi bilirler ki, Kur’an dilinde bakmak ve görmek birbirinden iyice tefrik edilmektedir: Her bakan ‘görür’ değildir. Kur’an, âmâ olarak bilinen göz körlüğünü asıl körlük olarak kabul etmez. Gerçek körlüğün görme-bilip anlama anlamında, sinelerdeki kalplerin körlüğü olduğunu belirtir: “Gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lakin göğüslerde bulunan kalpler kör olur!” (22/Hac, 46). Demek ki körlük basiretsizlik değil, basiretsizlik körlüktür.
Muhammed (a.s.) Mekke kafirlerine, kendisinin, Rabbi’nden gelen vahye uymaktan öte bir şey yapmadığını, kendisine gelenlerin de Rabbi’nden gelen basiretler, yani ibret alınacak öğüt ve irşadlar, hikmetler, Allah’ı tanıtan ayetler olduğunu söylemektedir. Musa (a.s)a verilen dokuz mucizeyi kastederek Firavun Musa’ya, “senin büyülendiğini (meshur) zannediyorum” demektedir. Musa ise ona, bu ayetlerin Göklerin ve yerin Rabbi tarafından verilen ibretlik (basiretlik) mucizeler olduğunu söylemiştir. (17/İsra, 102). Musa peygambere verilen bu mucizelere ‘basiretler’ (basâir) tabir edilmesi Kasas suresinin 43. ayetinde de yinelenmektedir. Bu mucizeleri ancak basiretle bakan birisi, basiretli kimseler anlayabilirler. Diğerleri bütün olayları ‘tabiat kanunları’na indirgemekten ileriye gidemezler.
Benzer şekilde Kur’an’ın da kesin olarak Allah’a bağlanan bir toplum için bir ‘basiretler’ (basâir), ibretler olduğu belirtilmektedir. (45/Casiye, 20). Zikrettiğimiz bu son iki ayeti kerimede ‘basâir’ kelimesinin hemen akabinden ‘hidayet’ ve ‘rahmet’ kelimelerinin kullanılması ilgi çekicidir. Demek ki basiret hem hidayetle, hem de Allah’ın rahmetiyle alakalıdır.
Basiretle davet etmek ileriyi görmek demektir. Mü’minler ileriyi görmelidirler. Olayların sebep-sonuç ilişkisini görmek, belli şartlardan sonra kendilerini hangi koşulların beklediğini kestirebilmek basirettir. Allah’dan korkan ve Allah’ın dinine canı ve malıyla boyun eğen mü’minlere Allah basiret verecektir. Bu cümleden olarak mü’minler acele etmemelidirler. Rasulullah’ın Uhud dağında vadiye yerleştirdiği elli okçu örneği müslümanlar için ibret alınacak bir derstir. Müslümanlar, yüklendikleri emanetin ne denli ağır olduğunu bilmek zorundadırlar. Aslında bunu İslam’ın düşmanları, çoğu müslümandan daha iyi kavramaktadır. Müslümanlar bu bilince eremezlerse basiretli davetten bahsedilemez. Bu ağır görev öyle kısa bir sürede ve mucizevi biçimde kitleler tarafından kabul görecek değildir. Sünnetullah’da bunu görmemekteyiz.
Dünya çapında pek çok strateji kuruluşu, bilhassa güçlenmekte olan İslamî dirilişe karşı ciddi stratejiler geliştirmektedirler. Zekasını iyi kullanan kafirler, müslümanların kutsallarına doğrudan saldırmak, İslamı yok etmek ve müslümanları sindirmek yerine, İslam’ı, İslam’a saygı duyan bir dille saptırmak, müslümanları kendi dinleri hakkında böyle bir metotla kuşkuya düşürmek çok daha olanaklıdır. Nitekim söz konusu kuruluşların stratejileri, müslümanları yerine göre provake etmek, kışkırtmak, kısacası çeşitli komplolar (tuzaklar) hazırlamaktır. Müslümanlar bu tuzakları, gerçek bir hikmet, basiret ve İslami bilinçle aşabilirler. Düşünmelidir ki, zaman zaman müslümanlar, tıpkı Hudeybiye antlaşması esnasında başta Hz. Ömer olmak üzere pek çok müslümanın Rasulullah’a karşı gösterdiği tepkinin benzeri, aşmakta zorlandıkları handikaplarla karşılaşmaktadırlar. Öylesi durumlarda müslümanlar, tıpkı Allah Rasulü’nün sarsılmaz duruşu gibi duruş gösterebilmelidirler. Bu çok zor bir duruştur. Bunu göğüslemek için Muhammed (as.) kadar basiretli olmak gerekmektedir. Tebliğin, nebevi mücadele metodunun temel esprisini iyi kavramak gerekmektedir. Aksi taktirde yüzlerce tuzak müslümanları beklemektedir.
Kur’an kavramlarını, Kur’an dilini doğru dürüst kavramayanlar, İslam dışı sistemlerle kurdukları yakın temas ilişkilerini kamufle etmek için, Rasulullah’ın hayatından müşriklerin himaye müessesesine başvurması, Hudeybiye antlaşması ve Mekke döneminde Ammar’ın gördüğü işkence ve anne-babasının şehid edilmesi sonucunda, kafirlerin istediği kelimeleri söylemesi gibi hadiseleri, tamamen alakasız kıyas ve benzetmelerle istismar etmektedirler. Ortada Ammar’ın karşılaştığı ağır imtihan gibi bir durum söz konusu değilken, müşrikler bir istiyorsa kendileri beş katı veren ‘müslüman-demokrat’ çizgideki siyaset erbabının durumunu basiretli olmakla izah etmek itiyadında olan insanlar yanlış yapmaktadırlar. Bugünküleri Ammar’la karşılaştırmak, ya Ammar’ı anlamamak, ya da bugünküleri anlamamak demektir.
Günümüz sosyo-politik ortamında, tıpkı Allah’ın “kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın” emrinin “en küçük bir riski bile göze almayın, her türlü kolaycılığı deneyin, Allah yolunda hiçbir sıkıntıyı göğüslemeyin, nenize lazım!” şeklinde anlaşılması gibi bir durum yaşanmaktadır. Halbuki Allah “İnfak edin; infak etmeyerek kendi ellerinizle kendinizi (cehennem) tehlikesine atmayın” (2/Bakara, 195) buyururken, İslam düşmanlarının dikkatinizi üzerinize çekecek hiçbir girişimde bulunmayın olarak, yani ayetin maksadına tamamen ters bir yoruma ulaşılmıştır. Tıpkı bunun gibi, “basiretli olmak”, takiyyeci olmak, en küçük bir risk bile varsa inancını gizlemek, köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı demek gibi küçük hesaplar yapmak olarak anlaşılmaktadır. Oysa basiretli olmak, tebliğin önüne çıkan engelleri, yine Allah’ın emirleri çerçevesinde kalarak aşmak anlamına gelir. Basiretli olmak ileriyi görmek demektir, bir delikten iki kere ısırılmamak demektir. Fakat bütün yapacaklarını, İslam düşmanlarının tepkilerine göre şekillendirmek basiret olamaz.
Burada, hemen hemen her şeyin olduğu gibi basiretin de sahteleştirildiğinden bahsetmenin mümkün olduğunu Kur’an bize öğretmektedir. Bu öğretiye göre, Musa’nın yokluğunda altından bir buzağı heykeli yapan Samiri, Musa’nın kendisini sorgulaması üzerine şöyle demektedir: “Ben onların göremediği bir şeyi gördüm…” (20/Taha, 96). Samiri bu ifadeye göre, Musa’nın getirdiği ayetlerden, diğer insanların anlamadığı, daha farklı şeyler anlamış. Onların fark ve idrak edemediği şeyleri fark ve idrak etmiş, yani daha basiretli olmuş! Fakat Samiri’nin basireti kendisini, alemlerin Rabbi Allah’ı bırakıp kendi eliyle yaptığı bir hayvan heykeline tapma derekesine düşürmüştü! Yani bu, basiret olarak adlandırılan gerçek bir basiretsizlikti. İşte Kur’an’ı Samirice okuyuş biçimleri süregeldiği için, çağdaş Samiriler, Kur’an öğrencilerinin gördüğünden daha farklı şeyleri gördüklerini iddia ederek, kendilerini çağdaş İslam düşmanı rejimlerin kulluğuna adamaktadırlar. Kendileri gibi beşer olan rablerinin verdikleri para, ünvan, yetki ve makam gibi iltifatlar sayesinde Samiri’nin buzağısı benzeri putlar yaparak, insanları bunlara tapmaya çağırmaktadırlar. Seçim meydanlarında öttürdükleri mikrofonları Samiri’nin buzağısından daha gür ses çıkartmakta, böylece beşer-tanrılarına tapmaya daha yüksek sesle çağırmaktadırlar. Bu hal, yeni bir Musa’nın avdetine kadar böyle devam edecektir…
Kısacası, Samiri’nin basiret iddiası şeytani bir manipülasyondur. Mü’minlerin basireti ilk başta bütün şeytani manipülasyonları farketmeyi ve onların şerrinden Kur’an rehberliğine sığınmayı gerektirir. Samiri ve bel’am taifesinin İslam düşmanı ulusal ve küresel müstekbirlere tabasbusları, onların çizdiği çizginin dışına çıkmama gayretleri kesinlikle basiret değildir. Bu olsa olsa, münafıklık olabilir.
Mü’minlerin basireti Allah’a kul oldukça artar, gelişir ve sağlamlaşır. Sağlamlaştıkça da bütün şeytani oyunların üstesinden gelme kuvveti kazanır.