Türkiye’ye büyük bedeller ödetilmektedir. Topyekûn maruz kaldığımız büyük terör belasının özeti budur. Ülkenin doğusu kan-revan içinde. İsteniyor ki batısı, yani tamamı da böyle olsun.
Ülkenin dört bir yanında patlatılan bomba ve silahların, sadece birkaç terör örgütünün yapıp etmesi olarak görülmemesi gerekir. Bu örgütlerin, Türkiye ile büyük hesabı olan ülkelerin taşeronu oldukları ve onların duygu ve planlarına ‘tercüman’ olduklarına olan inancım tamdır.
Bu yaşatılanlar, öyle kolayına üç beş cümle ile izah edilecek gibi değil. Keza, üç beş hamle ile çözüm de mümkün değildir. Kelimenin tam anlamıyla bu ülkeye diz çöktürülmek isteniyor. Ankara ve İstanbul’da patlayan bombalar toplumun büyük bir kesiminin psikolojik dengesini altüst ediyor. “Toplumun hepsinin” diyemiyoruz çünkü toplumun, insani duyguları belki de baştan beri hiç olmamış önemli bir kesimi, -muhtemelen bu ateşin kendisine sıçramayacağını var sayarak- hayvanî arzularının kendisini yönlendirdiği yön ne tarafsa, o tarafa doğru bedenini hareket ettirmekle meşguldürler.
Toplumun başına gelen en büyük bela, doğuda adeta bir savaş halinin yaşanması, batı tarafında ise büyük kalabalıkların ortasında patlatılan o lanet bombalarla, olabildiği kadar çok sayıda cana kıyılarak, istenilen tedhiş, yıldırma ve sindirme siyasetinin amacına ulaşması girişimi olarak görülmektedir. Fakat aslında, toplumun maruz kaldığı daha başka büyük belalar söz konusu.
Bunlardan birisi, toplumun vicdan, insaf, adalet ve hakkaniyet gibi duygu ve ölçüleri neredeyse tamamen yitirmiş olmasıdır. Kitlelerin basiret gözleri kapanmış bulunmaktadır. Olaylara ya yandaş, ya da karşıtlık zaviyesinden yaklaşılmaktadır. Hakkaniyet ölçüleri dumura uğradığı için, doğru/adil bir ölçme-tartma erdemi tamamen yok olmuştur. Yaşanan bu çok ciddi belaların bütün faturası belirli bir kesimde, belirli siyasi makamlara kesilmektedir. Bu nasıl bir mankafalıktır böyle, anlamak mümkün değildir.
Keşke bu izah tarzı doğru olsaydı; yani bütün yaşananların esas müsebbibi, bir iki siyasi lider olsaydı! Çünkü bu durumda, ilgili siyasi kişi ya da partiler yarın bir gün bir biçimde bulundukları yeri terk ettiklerinde, bu çok ciddi belalar da ortadan kalkmış olurdu!
Olacak olan şudur: Yarın bir gün bugünkü siyasi kadrolar gidip, yenileri o mercileri doldurduklarında, figüranlar yerlerini değiştireceklerdir; bugünkü yandaşlar muhalif, müzmin muhalifler de yandaş olacaktır! Gerçek cahiliye budur işte ve bu cahiliyenin, yerini hakikate bırakması için ortada ciddi bir çaba bulunmamaktadır.
Büyük sorun ise orta yerde durmaya devam etmektedir.
Bugün maruz kaldığımız, canımızı yakan ve tez elden başımızdan gitsin istediğimiz büyük belaların def’ine ilişkin bir muaccel, bir de müeccel izahlar yapabiliriz diye düşünüyorum.
Muaccel olarak yani vakit kaybına asla tahammülü olmayan işlerin başında, iktidarın, ülkenin doğusundan batısına, asayişi sağlaması gelmektedir. Ülkede bu yönde -eksiğiyle fazlasıyla- bir mücadele verilirken, terör örgütlerine alabildiğine müsamaha gösteren, hatta açıkça terörü savunan ve terör örgütlerini teşyi eden, kendi toplumuna kurşun ve bomba atan kimseleri cicileştiren, içinde yaşadığı topluma ait hiçbir medyunluk duymadığını açıkça hissettiren, fikir namusu yoksunu birtakım işgalci artıklarını görmemek için kör olmak gerekir.
Öte yandan, ‘terörle mücadele’ adı altında yapılan işlerde, iktidarın zaaflarını ve noksanlarını görmemek de körlüktür. Bu büyük belanın, sadece öldürmekle def edilemeyeceği açıkça ortadadır. Öncelikle bu meselenin topluma doğru şekilde izah edilmesinde sorun yaşanmaktadır. Toplumun fay hatlarının daha da derinleştirilmesi büyük bir tehlike olarak karşımızda durmaktadır.
Müeccel olanlara gelince…
Şu basit gerçeği sanırım herkes kabul eder: Özelde bizim toplumumuzun, genelde ümmetin şu anda yaşadıkları, asla bugün ortaya çıkmış boyun ağrıları değildir. Bunlar, yüzyılların birikimleridir. Biz İslam ümmeti, bir bedel ödemekteyiz. Fakat yukarıda işaret etmeye çalıştığım bir takım ‘körleşmeler’ neticesinde maalesef, geniş kapsamlı ve geçmişi mutlaka masaya yatırarak ders çıkartma görevini yapamamaktayız.
Allah’ın, hayatımızı düzenlesin diye gönderdiği Kitap, sünnetullah diye bir mefhumu dikkatimize sunmakta ve bu sünnetullah denilen yasada asla bir tebdil, tahvil ve tağyir olmayacağını çok net bir şekilde bildirmektedir. (17/İsra, 77; 33/Ahzap, 62; 13/Ra’d, 11). O halde ilk odaklanmamız gereken nokta burasıdır. Biz Müslümanlar, sünnetullah bağlamında nerede sapmaya başladık, ne zaman hangi ciddi hataları yaptık? Bu ‘sorun’un öncelikle tespit edilmesi gerekir. Çünkü bizim meselemiz, birkaç yılda ortaya çıkmış değildir ki birkaç yıl içinde çözümü olsun!
Acaba ‘sünnetullah’a uygun şekilde, kâfir toplumlar hareket etti de biz o esnada çıra mı tuttuk?
Belki yakın gelecekte bizleri çok daha büyük sorunlar beklemektedir.
Öyle ise, ivedilikle biz Müslümanların, bu köklü sorunlarımızın sebepleri üzerine eğilmemiz, sahici ve ilmî açıklamaları ortaya koymamız gerekmektedir. Bunun için bir bilinç devrimine ihtiyacımız vardır.
Şu anda bütün İslam âlemi kan revan içerisindedir ve ümmet olarak, kendi değerlerimizin yüz karası, batının maskarası durumundayız. Batı bu gücü ne zaman ve nasıl elde etti? Biz bu esnada nerede idik, ne ile meşguldük, tutumumuz ne oldu?
Allah’ın, Muhammed (sav)’e verdiği en büyük mucize olan Kur’an’a iman ettiğimiz iddiası ile, Kur’an’ın tamamına düşman bir medeniyetin maskarası olmamız yüzde yüz çelişmekte değil midir? İşte bu çelişkinin sebeplerinin ortaya çıkartılması gerekmektedir.
Biz Müslüman ümmeti, bu kadim sorunlarımızla yüzleşmedikçe, bugünkü terör olaylarına geçici olarak (pansuman kabilinden) çareler bulabilsek bile, kalıcı olarak bir İslam toplumu oluşturmamız imkânsızdır. İslam toplumu olduğumuzda hiçbir sorunumuz kalmayacak gibi bir naivlikten bahsetmiyorum. Fakat biz bir İslam toplumu olduğumuzda, biz ‘biz’ olacağız. O zaman dertlerimiz de ‘bizim’ olacak, mutluluklarımız da ‘bizim’ olacaktır.
Oysa şu anda ne dertler bizim, ne de keyifler. Dümeninde büyük şeytanın oturduğu batı dünyası, istediği her türlü belayı, istediği an, istediği ölçüde başımıza sarmakta ve bizi istediği müddet o bela ile boğuşturmaktadır. Bu durumda, daha dün ‘one minute’ çektiğiniz ve ‘siz öldürmesini iyi bilirsiniz!’ dediğiniz bir asıl/gerçek terör şebekesi ile bugün, ‘terörizme karşı birlikte mücadele’ gibi dünyanın en trajik işlerinden bahsediyor olabilirisiniz!
Fakat bu oyunun ana kurallarını göremeyip, meseleyi sadece şahıslara indirgemek de bundan aşağı kalmayan bir trajedidir. Kast ettiğim de, işte bu büyük oyunu bütünüyle görüp, büyük bir uyanışa, bir silkinişe vesile olacak bir sorgulamaya girişmektir.
Türkiye kamuoyunun çok yakından tanıdığı CIA ajanı Graham Fuller, 1990 Şubatında Cumhuriyet Gazetesine verdiği mülakatta, Mustafa Kemal’in devrimlerine dair sorulan soruyu cevaplarken, şöyle bir cümle kurmaktadır:
“Ancak dünyada hiçbir lider ne George Washington, ne Nehru, ne Lenin, ne Gandi sonsuza kadar yaşayabilecek bir ürün veremedi. Oysa İncil ve Kur’an veriyor. Liderler ölüyor. Önce bedenleri, sonra zaman içinde düşünceleri siliniyor. Oysa Kur’an ve İncil yaşıyor. İşte Mustafa Kemal’in başına gelen de her tarih yazmış liderin başına gelenden farklı değildir.”
Allah bir doğruyu, bundan çeyrek yüzyıl önce, CIA’in bir ajanına söyletmişse, buna şaşmalı mı?
Graham amcanın sözleri ne kadar isabetli! Hiçbir siyasi lider, hiçbir devlet ilelebet payidar olacak ne bir söz söyleyebilir, ne de bir iş yapabilirler. Nitekim herkes yaşayarak bu hakikate şahitlik etmektedir. Ama ezeli ve ebedi hakikati bize Rabbimiz Allah hazır şekilde vermiştir. Aslında hazır vermedi, bu hakikat rehberini elçiler vasıtasıyla verdi. Elçiler bu rehberi kanla, canla, malla aldılar ve bize tevdi ettiler. Yani bedel ödediler.
Bizler ise, zamanında ödemediğimiz bedeli belki şimdi ödüyoruz ama bu henüz, sünnetullah’ın gereği olan bedeldir. Hakikate sahip çıkmanın bedeli de ayrıdır.