Müslümanların çocuklarlı ile kurması gereken ilişkiyi örnekleyen güzel bir yazı…
__________________
“… lahmacun ustası gariban bir adammış… Sabah daha ortalık aydınlanmadan evden çıkar, geç saatlere kadar çalışır dururmuş.. Hayattan yana hiç yüzü gülmemiş.. Babası o küçükken vefat etmiş.. Annesi çocuklarını yetimhaneye bırakmak zorunda kalmış.. Orada ona bir isim takmış bakıcı anneleri.. Gerçek ismini askerlik kağıdı gelince öğrenmiş..
Hayata tutunabilmek için nerede iş bulursa orada çalışmış.. Çok horlanmış, dayak yemiş.. Kimi kimsesi olmadığı için her önüne gelen hırpalamış durmuş..
Onurlu adammış ama, canına tak ettiğinde çeker gidermiş sokaklara.. Aç-perişan dolaşırmış.. Eyvallah etmezmiş..
Bir kız sevmiş, sevdiğini bile söyleyememiş..
Derken zaman geçmiş, evlenmiş.. Bu kez de cehennemi evde başlamış.. Fakirliğinden dolayı, ellerinin nasırından, alnının terinden dolayı sürekli kendisini hor gören bir kadınmış hanımı..
Aradan yıllar geçmiş, bir oğlu olmuş.. Adam bir garip olmuş.. Oğlunun minicik ellerinden tuttukça, ona sımsıkı sarıldıkça içine bir cennet doğmuş..
Lokantaya gelip giden tarikat ehli bazı kimselerle tanışmış.. Namaza başlamış..
Dört gözle oğlunun büyümesini beklermiş.. 4-5 yaşlarında geldiğinde bir tutmuş elini bir daha hiç bırakmamış.. Camilere götürmüş onu, türbelere, kaplıcalara.. En çok Sultan Ahmed’i severlermiş.. Yolda hep Müzeyyen Senar’dan “Kimseye etmem şikayet” dinlerlermiş..
Bazen çıkarlar bir hafta-on gün gelmezlermiş.. Baba-oğul Anadolu’nun şehirlerini, oradaki camileri gezerlermiş.. Sabah namazından sonra mutlaka mercimek çorbası içerlermiş..
Paraları olmadığında arabada yatar, gündüz yeni bir şehre gözlerini açıp kaldıkları yerden devam ederlermiş gezmeye..
İlk namazını babasından öğrenmiş çocuk.. Camiye hep onun elinden tutarak gitmiş.. İslam’a dair birkaç şey dışında çocuğuna öğreteceği dini bir birikimi yokmuş.. Ne okul sırası görmüş ne de eline bir kitap almış.. Ama bol bol konuşmuş oğluyla.. “Vali olmuşsun ama adam olamamışsın” gibi ibretli hikayeler anlatmış ona..
Gözlerinin ta içine bakmış.. Her baktığında umutlanmış..
Çok büyümemiş çocuk, daha on sekizine girmemiş.. Bir gün ani bir kalp kriziyle sokakta iken düşmüş kalmış babası.. Çocuk sadece babasını değil, yol arkadaşını, dostunu, hayatta tutunduğu tek dalı kaybetmiş..
O çocuk, benim eşim..
Ben kayınpederimi hiç görmedim.. Onu sadece fotoğraflarından tanıma imkanım oldu, bir de eşimin ona dair anlattığı anılardan.. “Babam” derken gözleri ışıldıyordu, “Şimdi babam olacaktı” diye iç geçirirken yüzünden şerit şerit hüzünler geçiyordu..
Fotoğraflarında hep yan yana gördüm onları.. Bir bütünün parçaları gibi gördüm..
Çok şaşırdım, hala şaşırmaktan kendimi alamam..
Eşim, yedi yaşından beri namazını kılarmış.. Bugün pek çok Müslüman ailede bile duymamız neredeyse imkansız olan bir olay bu..
Sokakta namaz kılmayan ve türlü türlü kötü huyları olan arkadaşlarının arasında iken ezanı duyduğunda hemen onlardan ayrılır ve camiye gidermiş..
Sonra Kur’an’la tanışmış, sünnetle.. Kitaplarla bir yolculuk başlatmış kendisine.. Şu an hala kitaplarla dolu evimizde her fırsatta kitap okurken bulurum onu..
Önceleri “Allah seni korumuş” derdim.. Evet mutlaka Allah dilemeseydi onca olumsuz faktörün arasında korunması mümkün olmazdı.. Fakat kayınpederimle olan hikayelerini dinledikçe anladım ki Rabbimizin izniyle onu babasının sevgisi ve dostluğu korumuş..
Bunu oğlumuz doğduğunda anladım..
Eşim işten gelir gelmez oğlunu kucağına alır, onun minicik yüzünü yüzüne dayar ve; “Oğlum hadi bir an önce büyü de gezelim seninle.. Sultan Ahmed’e gidelim, Ayasofya’ya gidelim.. Babamın beni götürdüğü her yeri karış karış gezelim..” der ve uzun uzun anlatırdı ona hayallerini..
“Oğlumla hayatı paylaşmak istiyorum” derdi.. “Benim sırdaşım olsun..”
Oğlumuz daha yürür yürümez onu camiye götürmesi, daha hiçbir şey anlamazken onu kucağında bol bol gezdirmesi, hepsi bir yana oğluyla bir yaşam hayal etmesi benim için dünyadaki en büyük mutluluktu elhamdülillah..
Anladım ki, yaşamayan yaşatamaz hiçbir şey..
Olsaydı şimdi nasırlı ellerinden öpmek isterdim kayınpederimin.. Ona bol bol teşekkür etmek, hizmetinde bulunmak isterdim.. Eşim için, çocuklarımız için..”
Bu hikayenin yakın bir şahidi olmak da benim en büyük kârım olsa gerek..
Onca ilim adamı tanıdım, yazarını, çizerini, davetçisini, mücahidini.. Hiçbirinin çocuğunun da ağzını doldura doldura “Babam” dediğini duymadım..
Dahası o babaların gözlerinde oğullarına (çocuklarına) dair hayaller ve heyecanlar bulamadım..
“Ümmet” denildiğinde kalpleri titreyenler, “Davet” denildiğinde silkinenler, “Cihad” denildiğinde kendilerinden geçenler, “Oğul” denildiğinde yüzlerini çevirdiler, gözlerini kaçırdılar, hep mazeretler sundular, zamanının gelmesini (yada geçmesini) beklediler..
Sahi, biz “Ümmet” derken oğullarımızı bu işin neresine koyuyoruz?
Yoksa iki rekat namaz kıldırmak, iki satır kitap okutmak bahanesiyle geleceğin ordusunu el-alemin çocuklarından devşirmek gibi beyhude bir işle mi uğraşıyoruz?
Ümmü Reyhane / muslumananneler.net