Arapça aşk kelimesi çok sevmek, vurulmak, sevdiğini yalnız hayalinde tutup başkasına Muhabbet etmemek anlamına gelmektedir. Türk Dil Kurumu sözlüğünde kelime, “aşırı sevgi, bağlılık duygusu” diye tanımlanmaktadır.
Sevgi (el-Hubbu) normal, daha insani iken aşk sevgide aşırılıktır ve bu aşırılık, “aşk körlüktür” şeklinde ifade edilmiştir.
Her mesleğin, her fennin, her sosyal bilimin ve en önemlisi: Her Din’in kendine ait bir literatürü vardır. Literatürün temeli kelimeler ve kavramlardır. İslam’ın da kendine has bir DİL’i, bir literatürü vardır. Nasıl her mesleğin, her sosyal bilimin iyi anlaşılması için, ona ait dili/literatürü kullanmak gerekirse, İslam’ın doğru anlaşılması için de, İslam’a ait dili/literatürü kullanmak gerekir. Mesela Psikoloji ilmindeki bir terimi ekonomi ya da siyaset alanında; tıp dilindeki bir terimi ahlak alanında; bir futbol terimini tıp alanında v.b. kullanmamız çok isabetli olmayabilir.
İslam’ın kaynağı, Allah’ın Kelamı Kur’an, kelimeler ve kavramları yerli yerince kullanmamız gerektiğine dair çok ciddi uyarılar yapar ve mesela İsrail oğullarının kelimeler ve kavramları tahrif etmelerine değinir ve onları yerer. (Nisa Suresi, 46; Maide Suresi, 13, 41). Bilhassa Maide suresinin 41. ayetinde İsrail oğulları, “Vaz edilmişlikleri (konulmuşlukları)ndan sonra kelimeleri tahrif etmek”le suçlanmaktadırlar. Bu şu anlama gelmektedir: Bir kelime bir dilde ilk doğduğunda temel/kök olarak hangi anlamı ifade ediyor idiyse, sırf ideolojik/siyasi amaçla, Din’de yeni bozuk inanışlar ve anlayışlar üretmek maksadıyla sözcüklere müdahale ederek tahrifat yapmak, Allah’ın gazabını celp edecek kötü bir iştir.
İslam’ın kendine has bir müfredatı (literatürü) var dedik. Mesela ilah kelimesini, mecazen de olsa bir başka varlığa veremeyiz. Mecazen de olsa, bir insanı ‘kıblem’ veya ‘mihrabım’ diye isimlendiremeyiz. Allah’a mecazen de olsa ‘kul’ denemez. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.
İslam nazarında bütün yaratılmışlar ve bu arada insan da bir kuldur. Bunun anlamı şu olsa gerektir: İnsan, ilk yaratıldığı günden kıyamete kadar hep kuldur ve kul olarak kalacaktır. İnsan ne kadar çalışsa, çabalasa, sosyal, siyasi veya ekonomik konumu ne kadar yükselse de yine de kul olmaktan başka bir sıfat kazanamaz. Kulların iyisi ve kötüsü olur ama sonuçta yine kuldur ve kulun tanrılaşması söz konusu değildir.
Bu tanıma peygamberler de dahildir. Bir peygamberin Allah katındaki değeri ne olursa olsun, sonuçta o yine de bir beşerdir. Beşeriyet yönüyle diğer insanlardan bir farkı yoktur. Bir peygamberin elinde, Allah’ın yaratması olarak bir mucize gerçekleşmesi de onu kul olmaktan başka bir konuma geçirmez.
Allah biz kullarından sadece kulluk istemektedir. Biz Allah’a itaat ederek O’na kulluk yaparız. O, “Ben cinleri ve insanları sadece bana ibadet etmeleri için yarattım.” (51/56) buyurmaktadır. Allah, kulluğun nasıl yapılacağını da tarih boyunca gönderdiği bütün vahiylerde en açık biçimde bildirmiştir. Bu vahiylerin sonuncusu olan Kur’an’da bilhassa kulluğun nasıl yapılacağı efradını camî, ağyarını manî şekilde tanımlanmıştır.
Şimdi bu meseleyi biraz daha açalım.
Kur’an’da inanç alanında hiçbir şey eksik bırakılmamıştır. Yani neye, niçin, nasıl, ne şekilde iman edeceğimiz, imanımızı hangi kelimelerle açığa vuracağımız, imanı nelerin bozacağı, hangi anlayış, yorum, bakış ve tasavvurların imanı zedeleyeceği hususları eksiksiz şekilde açıklanmıştır.
Kur’an’da ibadetin ne olduğu, kime ibadet yapılıp, kime yapılmayacağı; hangi şeylerin ibadet kapsamında olduğu, ibadetlerin sevapları ya da geçersiz sayılan ibadetler de aynı şekilde detaylı olarak bildirilmiştir.
Benzer şekilde İslamî siyaset, ticaret, ahlak ve muamelat konusu, insanlar arası ilişkiler, hukuk düzeni (şeriat) da noksansız bir biçimde duyurulmuştur.
Kur’an’ın geneline baktığımız zaman, gerek insanın Allah’ı ve diğer yaratılmışları sevmesi, gerekse Allah’ın insanı sevmesini ifade etmek için hubb (el-hubbu) ve meveddet kelimeleri kullanılmıştır. Allah’ın bir ismi de el-Vedûd’dur. Allah sever ve sevginin bütünüyle kaynağıdır. Yaratılmış âlemdeki bütün güzellikler, sevgi, şefkat ve estetik, Allah’ın el-Vedûd isminin tezahürleridir.
Müminler Allah’ı, peygamberleri, son Peygamber Muhammed Mustafa (sav)’i ve bütün müminleri severler. Bu sevgimizi ifade etmek için Kur’an’da aşk kelimesinin bir kere bile kullanılmamış olması öğretici değil midir? Yani Kur’an aşk kelimesini neden müfredat kapsamına almamıştır?
Bir insan, karşı cinsten birine, daha doğrusu erkek kadına, kadın da erkeğe (özellikle genç yaşlarda) ilgi duyar ve bu gayet olağandır, doğaldır ve fıtrîdir. Zaten bu ‘ilgi’ olmasaydı, evlilik müessesesi ve nesillerin devamı mümkün olmazdı. Bu hakikat, Rabbimizin kelamında şu şekilde ifadesini bulmaktadır:
“Birbirinize ısınıp kaynaşmanız için kendi (türünüz)den eşler yaratıp, aranızda sevgi ve merhamet oluşturması da O’nun ayet (mucize)lerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir topluluk için ibretler vardır.” (Rum Suresi, 21).
Ayete kulak verecek olursak, erkekle kadın arasına ‘meveddet’ konmuştur, aşk değil. bu noktayı asla unutmamak gerekir.
‘Aşk’ denilen duygu, genellikle çocukluğun bitip, ilk gençlik yıllarına adım atıldığında oluşmakta ve bir süre sonra da yerini ya daha mutedil, daha ‘ılımlı’, daha makul, anlaşılır, yaşanır, kabul edilebilir bir sevgi bağına terk etmekte ve iki cins arasında güzel bir evlilik bağı oluşmakta, güzel geçimli bir aile timsali oluşturularak, insanlara örnek teşkil etmektedir. Yahut da o ‘aşk’ denilen hızlandırılmış, yoğunlaştırılmış aşırı sevgi durumu, yerini bir boşluğa, umduğunu bulamamaya, hayal kırıklığına terk etmekte ve birçok aile faciasına sebebiyet vermektedir.
Aşk körlüktür sözü boşuna söylenmemiştir. Aşk denilen his, insanın, âşık olduğunu söylediği kişiyi aşırı şekilde yüceltmesi, idealleştirmesi sonucunu doğurmaktadır. Ama o kişinin de bir insan olduğunu fark ettiği ve hem de belki bilmediği birtakım beşerî özelliklerini tanıdığı anda adeta yıkılmakta, hayalleri suya düşmekte; o ‘hızlı sevgi’, hızlı bir soğumaya ve giderek nefrete dönüşebilmektedir.
Bu anlamda düşündüğümüz zaman, mesela hiçbir peygamberin, bir kadına aşık olduğuna dair bir haberin bize kadar gelmemiş olması son derece manidardır. Özellikle Peygamberimiz Muhammed (sav)’in, dünyanın tanık olduğu en asîl kadınlardan biri olan Hatice annemizle olan ilişkisi, ona olan sevgisi ve bağlılığı bilinmektedir fakat Peygamberimizin âşık olduğunu ifade eden herhangi bir haber mevcut değildir.
Önemli olan, şiirlerde terennüm edildiği gibi, kadının kaşına, gözüne, kirpiklerine v.s. ‘vurulmak’ değil, ondaki asalet, kişilik ve ahlak güzelliğine bakarak onu sevmektir. Böyle olunca, aile facialarının pek çoğunun, yerini aile saadetine terk edeceğinden emin olabiliriz.
Edebiyattaki Leyla vü Mecnun hikâyesi aslında hep duygu bağlamında işlenmekte ve ideal bir sevgi gibi anlatılmaktadır. Oysa bu hikaye şayet doğru ve tarihi süreç içerisinde kar topu misali sürekli bir şeyler eklenerek büyütülmemişse, buradaki Mecnun, gerçekten de acınası mecnun ve meczup bir insandır. Bir erkeğin, evlenmek istediği (gönül verdiği diyelim…) bir kızı alamaması neticesinde belli bir teessüre kapılması anlaşılır bir durumdur. Fakat sırf bu sebeple insanın adeta aklını yitirircesine mecnunlaşması kabul edilebilir bir durum değildir. Allah, aklımızı bürüyen (sarhoş eden) içecekleri yasaklamıştır, hikâyedeki mecnun, içkiden daha ileri düzeyde bir akıl tutulmasına maruz kalmış gibidir ve İslam nazarında kabul görmesi mümkün değildir.
Leylâ’nın aşkının adeta bir rampa vazifesi görerek, Mecnun’un Leylâ aşkından öteye geçip, platonik aşka(?) ulaştığı, yani Allah aşkını bulduğu söylemi de sadece bir söylem, edebi bir fantezidir ve gerçek hayatta hiçbir karşılığı yoktur. Öyle zannediyorum ki, söz konusu hikâyede, Allah aşkını bulduğu ileri sürülen Mecnun, akıl zafiyetine uğramış acınası bir adam, bir garibandır. Şimdi bu meseleyi de bir nebze açmamız gerekmektedir.
Öncelikle bilmek gerekir ki, Allah’a âşık olunamaz. Allah, âşık olunacak değil, kul olunacak, sevilecek, korkulacak, haşyet duyulacak, kendisine karşı edepli ve takvalı olunacak; kendisine karşı gelmekten ve O buyurduğu için her türlü aşırılıktan, fahşadan ve münkerden kaçınılacak bir Rab’dir. Allah’a âşık olmaktan bahsedenler, ne dediğini bilmeyen kimselerdir. Musâ (a.s)’ın birlikte yola çıktığı, Allah’ın, “katımızdan ilim verdik” dediği kul Musâ’ya, “Kavrayamadığın bir ilme nasıl sabredebilirsin?!” (Kehf Suresi, 68) demesi misali, insan bizatihi görüp kuşatamadığı bir İlah’a nasıl âşık olabilir?
Herhalde Din’de söylenebilecek en saçma sözlerden biri, Allah’a âşık olma iddiasıdır.
Allah aşkından değil ama Allah sevgisinden bahsedilebilir ve her mü’min Allah’ı sevmelidir; Allah’tan korkması da gerektiği gibi… Bu sevgi de öyle lafla ve “yapmadığı şeyleri söyleyen şairler” misali şairane bir sevgi olmayıp, ayağı yere basan, açık, anlaşılır ve insanî bir sevgidir. Bu sevgi Rabbimiz Allah’ın buyruğunda şöyle somutlaşmaktadır:
“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir.” (Âl-i İmran, 31).
Şu halde net olarak anlaşılmıştır ki, Allah’a âşık olmak değil, Allah’ı sevmek gerekir. Yine net olarak anlaşılmıştır ki, Allah’ı seviyorum demenin kanıtı, Allah’ın Elçisi’ne (sav) uymaktır. Elçi’ye uyduğumuz zaman Allah’ı sevdiğimiz iddiası iddia olmaktan çıkıp hakikate dönüşmekte ve inandırıcı olmaktadır. Allah’ın bizi sevmesi de böyle kazanılmaktadır.
Allah aşkı üzerine muhabbetler(!) yapan insanlar, aslında topu taca atmakta, kul olarak yaşamaları gereken ‘ödev’ merkezli hayat yerine, hiçbir zaman ulaşamayacağı çok yüksek alanlara hayalini uzatmakta, kulluğu ötelemektedir. Şöyle düşündüğümüz zaman, mesela Hz. Ebu Bekir’in ne Allah’a, ne de Rasulullah’a aşık olmak gibi bir derdi/gündemi olmamıştı. O sadece, malını Allah yolunda bezletmekle meşguldü ve bedenini Allah için, İslam davasına siper ediyordu. Ebu Bekir gibi olamayınca, aşk muhabbetleri(!) gündem olmaktadır.
Tasavvuf felsefesi neredeyse İslam’ın bütün kavramlarını yerlerinden oynatmış, içerisine kendi anlayışına göre anlamlar doldurmuştur. Tasavvuftaki, insanın Allah’ı bulması, Allah’a âşık olması, Allah’ta fenâ olması (fenâ fillah) ve Allah’ta bakî olması (bekâ billah), vahdet-i vücûd ve en nihayetinde insanın “ben Allahım!” (enel hak) demesi gibi söz ve kabuller tamamen tasavvufa aittir ve bunların İslam Dini ile herhangi bir alakası yoktur. Bunları insanlara İslam öğretmedi, insanlar başka kültürlerden devşirdikleri bu gibi telakkileri “İslam tasavvufu” ya da “İslamî tasavvuf” adı altında İslamî edebiyata sokuşturdular. İslam amentüsü bu gibi telakkilerden tamamen berîdir.
Allah’ı aradığını söyleyen bir insan ya cehalet içindedir, ya da bile bile bir hakkı karartmaktadır. Neden? Çünkü Allah, aranmayacak kadar aşikâr, bedihî ve açıktır. O’nun aranmasına gerek yoktur, her şey O’nu göstermekte, O’na işaret etmektedir. Şu halde kişi, Allah’ı değil, nasıl Allah’ı razı edecek işleri yaparımı aramalıdır, hayatını Müslümanlaştırmanın çabasını gütmelidir ki bunu da Kur’an ve sünnet yeterince açıklamaktadır.
Tasavvuf kültürünün tesiri ile yazıldığı anlaşılan Süleyman Çelebi’nin mevlidinde şöyle bir beyit bulunmaktadır:
gel habîbim sâna müştâk olmuşam
cümle halkı sana bende kılmışam
Bu sözler güya Peygamberin değerini dile getirmek maksadıyla yazılmış bir kasîdede bir yere oturuyor olabilir ama İslam inancında bir yere oturması mümkün değildir. Çünkü Allah, Elçisi Muhammed (sav) dahil olmak üzere hiç kimseye, hiçbir insana, hiçbir varlığa aşık olmaz. Allah, aşık/muştâk olmaktan münezzehtir. Allah, yaratılmışların özelliklerine benzemekten yüce ve müteâldir. Aksi takdirde, İslam nazarında Hristiyanların Îsa’yı Allah’ın oğlu (Meryem’i de -haşa- eşi gibi) kabul eden inançlarının kafirlik sayılmasının bir anlamı olmazdı. Allah,
“Eğer (Peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalardık sonra onun can damarını koparırdık. Hiçbiriniz buna mani de olamazdınız.” (el-Hâkka Suresi, 44-47) buyurduğu Elçisine mi aşık olacak? Bu iddia insanı küfre düşürür.
Sonuç
Din’in ve dünyanın yerli yerince ve Allah’ın istediği düzende işlemesi için, biz kulların kulluk görevimizi hakkıyla yerine getirmemiz gereklidir. Allah Allah’tır, kul da kuldur. Kulluk, aynı zamanda haddini bilmektir. İnsanlar nezdinde, mesela bir hizmetçinin, yüksek bir emir sahibine aşktan bahsetmesi kabul edilemezken, âlemlerin Rabbi Allah’a, âşık olmak gibi bir zafiyet yakıştırılabilir mi? Bu sözleri söyleyen kimselerin, İslam inancını tam bilmedikleri ortadadır.
Peygamberler Allah’a âşık olmak gibi bir keyfiyetten hiç ama hiç bahsetmediler. Onlar sadece Allah’a itaat etmekten, salih bir kul olmaktan bahsettiler ve bu çağrıya da ilk önce kendileri uydular.
Kültürümüzdeki -türü ne olursa olsun ve sahibi, yazarı, mucidi kim olursa olsun- yanlışları ayıklamak, onların yerini İslam’ın tertemiz akidesi ile nezih tevhid inancı ile doldurmak, biz Müslümanların en önemli görevi olmak durumundadır.
Sözümüzü Allah’ın kelamı ile sonlandıralım:
“Allah’ın bir evlat edinmesi olacak şey değildir. O bundan münezzehtir. Bir işe hükmettiği zaman, ona sadece ‘ol!’ der, hemen oluverir.” (35).
“(Îsa şunu da söyledi): Muhakkak ki Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O’na kulluk ediniz. İşte doğru yol budur.” (36).
…
“Rahman çocuk edindi dediler.” (88).
“Hakikaten siz pek çirkin bir şey ortaya attınız.” (89).
“Bundan dolayı neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp düşecektir!” (90).
“Rahman’a çocuk isnadında bulunmaları yüzünden.” (91).
“Halbuki çocuk edinmek Rahman’ın şanına yakışmaz.” (92).
“Göklerde ve yerde olan herkes, istisnasız kul olarak Rahman’a gelecektir.” (93).
(Meryem Suresi, 35-36, 88-93).
NOT: Bu yazı Lise öğrencilerine hitaben yazılmış olup, okurken bu hususun göz önünde bulundurulmasını hatırlatmak isterim.