Yargıtay 10.dairesi İstanbul sözleşmesinin başkanlık kararnamesiyle iptalini onayladı. Böylece yüksek yargıçlar Anayasanın ilgili maddesi uyarınca uluslararası bir anlaşmanın kabul veya çekilme kararında meclis yetki ve onayı şartını yok saydı, yasama meclisini yetkisiz kılıp başkanı bu hususta da tek yetkili kıldı.
Ne var bunda büyütülecek, alışıkız biz diyeceklerle bir tarih yolculuğu yapalım…
M.450’e kadar Roma imparatorluğunda siyasi/idari/devlet işleri başkanın çıkarttığı yazılı emirnamelerle yürütülüyordu. Yargı sisteminde kapsayıcı yazılı bir hukuk metni yoktu
Fatih’e kadar Osmanlı devletinde sultanlar atalarından kalanlara yeni eklemeler yaparak çıkarttıkları yazılı kanunnamelerle idari/siyasi/devlet işlerini yürütürken, mecelle’ye kadar yargı sistemi yazılı bir hukuki metne sahip olmadı.
Genel ve kuşatıcı yazılı/bağlayıcı bir hukuki ve siyasi metne ihtiyaç duyulduğunda Roma içerden iktidar çekişmeleri, dışardan “barbar” saldırıları ve Hun, Pers savaşlarıyla zordaydı. Çok sürmedi Roma ikiye bölündü.
Osmanlı beyliği/devleti Yıldırım’dan sonra içerden iktidar çekişmeleri, dışardan Anadolu Türkmenleri, Timur, Pontus tehditleri nedeniyle zordaydı: Çok sürmeyecek Fatih beyliği Türkmenlerden soyutlayıp imparatorluğa dönüştürecekti.
Tarihte nadir görünen büyüklükte ve genişlikte en uzun ömürlü, biçok “dilli-dinli-etnisiteli-hukuklu-renkli” insanları bir arada yaşatmayı ve yönetmeyi, adil zalim bi yana tümünü güvenlik ve refah içinde tutmayı beceren bu iki büyük devlet/imparatorluk bu işi nasıl gerçekleştirmiş, sonra işler neden tersine dönmüştü?…
İlk başa, bidayete dönelim. İnsanlığın yahut topluluğun kökeni kabile/aşiret biçimidir: Başından bu yana yaratılan her insan bir ailede, ailenin dahil olduğu bir kabilede/aşirette doğup büyüdü, “dinlendi, dillendi, kültürlendi, şahsiyetlendi, tavırlandı.”
Sonra büyüdü genişledi, ittifaklarla kentler/devletler kurdu.
Devlet dediğimiz şey eni konu bu kabilelerden/aşiretlerden müteşekkil bir federasyon, siyasi bir organizasyondur. Burda yükselme, güçlenme, yayılma ve zayıflayıp düşmeyi ve parçalanmayı sağlayan sebepler nelerdi o zaman?
Tekrar köke döneceğiz: Saf hal de diyebileceğimiz orda bu işler nasıldı? Sonradan ne gibi değişiklikler oldu da izzet ve zillet kaçınılmaz oldu…
Her kabilenin yazılı olmayan kendi geleneği, ahlakı, kültürü var. Reisleri dahil ayırım gözetmeksizin üyelerinin tümünün uyacakları ve bildikleri kurallar var ve herkes burda eşit.
Özel mülkiyet hariç diğer varlıklar herkese ait ve müşterek. Sorumluluk kollektif. Ganimet paylaşımında veya üretilen yeni bir kaynakta reise düşen özel pay hariç herkese eşit dağıtılıyor, reisin fazlalığıysa “yoksullar-yetimler-acizler-konuklar-ziyafetler” için.
“Yaralama-öldürme-hırsızlık-taciz-tecavüz-haksızlık” gibi vakalarda dişe diş göze göz kısas var, diyet var, infazda adalet ve barış sağlanıyor. Herkes memnun.
Reis seçimle belirleniyor: Hak edeni, işe ehil olanı, varlıklı ve asil olanı seçiyorlar. O eşitler/denkler arasında birinci oluyor. Geleneği ve kuralları temsil ettiği için ona itaat ediliyor çünkü o kabileyi temsil ediyor.
Olağan akışta reis dahil herkes vazifesini biliyor, kurallara uyuyor. İmtiyaz yok. Reis kuralların uygulanmasını sağlıyor.
“Baskın-saldırı-savaş-kıtlık-kriz-göç” gibi yeni bir durum ortaya çıktığında reis ileri gelenlerle, gerekirse kabilenin tümüyle istişare ediyor. Her biri bir diğerinden yılmadan korkmadan tartışıyorlar. Fikirler çarpışıyor. Karar ortak alınıyor.
Karar alma biçiminde ve usulünde krallık tarzı bir baskı, dayatma, buyurganlık yok. Reise özel bir imtiyaz da yok.
Konumuz bu olmasa da geçerken demeli ki burada adalet yahut zulüm, geleneklerin, adetlerin, kuralların, içtihatların neye dayandığıyla, emredenleri denetleme ve hesap sormayla dolayısıyla denklerin varlığı be yokluğuyla irtibatlı olarak ele alınmalıdır…
Roma cumhuriyet, Osmanlı beylik iken toplumsal, siyasal, hukuki çapta kabile kökünü yaşattığı ve yeniden ürettiği kurallar ve teamüllerle var, eşitlik ve adalet ön planda, işleyişte çok fazla sorun yok.
Yöneticiler ve yargıçlar süre gelen örf ve adetlerle, uygulamalarla iş yürütüyor. Yeni bi durum oluştuğunda iki tarafta içtihat yapıyorlar. Siyasi tarafın kısmi kuralları olsa da ikisinde de uyulacak kuralları belirten yazılı, tekçi, kuşatıcı, ayrıntılı ortak bir metin yok. İhtiyaçta duyulmuyor.
İş “devlete” dönüştüğünde yahut toplumun dışında ve üstünde bir siyasi güç organize olduğunda değişim başlıyor.
Güç merkezileşiyor, tek elde toplanıyor. İktidar paylaşılmıyor. Devlet soyutlaşıyor. Başkan ve yöneticiler imtiyazlanıyor. Yazılı mevzuat hak aramayı prösedüre bağlıyor. Bürokratik kast oluşuyor.
Artık başkan ne derse o oluyor. Yasalar ve yargıçlar iktidarı kolluyor. İktidarlar yasal yetkilerini kullanıyor. Nihayet işler sarpa sarmaya başlıyor:
Kamu düzeni sarsılıyor. Eşitlik ve adalet zedeleniyor. Güvenlik-çalışma-kazanç-refah-hak arama-asayiş-vergi ve adalet sistemi bozuluyor. Buyurganlık, dayatma, zorbalık, haksızlık, özel mülke el koyma, haksız yere öldürme olağanlaşıyor.
İç çekişmeler, rüşvetler, yolsuzluklar, kayırmacılık bünyeyi sardığında güven unsuru yok oluyor, umutlar tükeniyor ve mukadder olan iç çöküş başlıyor. Eş zamanlı olarak dış müdahaleler ve parçalanma kapıya dayanıyor.
Roma’nın Hristiyanlık dini ve ahlakıyla, Osmanlının Fatih kanunnamesiyle gidişatı düzeltme çabaları süreyi belli vadeye uzatıyor, güçlü başkanlar yanılgıyı destekliyor. Özdeki değişim kabuğu kırdığında kaçınılmaz son geliyor.
Roma’da kaçınılmaz son 900’lerde, Osmanlıda 1650’lerde kendini gösteriyor..
Modern çağda kurumlar ve kurallar tarihsel yanılgıyı bir süre örtmüş olabilir ama bu çağın en güçlü devletlerinin hükümranlık ömürlerini toplasak, tek başına ne bir Roma, ne de bir Osmanlı etmiyor.
Anlamakta zorlananlar son 400 yılda hükümran olan devletlerin ve toplumlarının ömürlerini hesaplamalılar.
Modern devlet ve toplumların köklerinden koptuğunu, köklerini kötülemekte kalmayıp onu ilkellikle suçladığını, kendini de bu sebeple yücelttiğini dünya alem bilir.
Maksadımız eski yeni tartışması yapmak değildir: Şüphesiz her biri kendi içinde görece iyi ve kötüdür. Lakin yenideki başkalaşımın insanı köklerinden kopartıp kendine yabancılaştırdığını söylemek gerekir…
Tarih tekerrür eder: Aynı nedenler aynı sonuçları ürettiği için. Bunun kişiye, devlete, topluma göre değiştiği görülmedi.
Kabile toplumundaki “denkler/eşitler arasında birinci” olan liderin nitelikleri, becerileri ne kadar yüksek olsa da, onun saygınlığı şahsi karizma kaynaklı olmaktan daha çok doğru yanlış demeden kurallara uymaklığı ve etrafındaki denklerin/eşitlerin varlığıyla irtibatlıydı.
Devletler, kabileler federasyonu olarak birleşmiş siyasi organizasyonlar olarak tarihe girdiğinde kerameti kendinden menkul başkanları, yeri geldiğinde istisna tutularak ihlal edilen kuralları ve karizmatik liderleriyle malül olageldi.
Buysa köklerinden kopmuş denklerin sıradanlaşması, olağanüstü haller icat edilip hakların sınırlandırılması, yasal kurumların kuralların ve bürokrasinin öne çıkmasının baştan kabullenmesiyle irtibatlı oldu…
Tarihte ne kadar ileriyi görmek isterseniz o kadar geriye gitmeniz lazımdır.
Eşitlik ve adaleti, ortak varlıklarda müşterek mülkiyeti, yetki ve sorumlulukta denkliği bulmak isteyenler kabile köklerine gidecekler: Ordan buraya gelip ileriye doğru yürüyecekler. Kurum ve kurallarıyla övünen, liyakat denenle kast oluşturan bürokrasisiyle birleşik devletlere aldırmadan.
Tarihi akışta bozulmanın belli bi eşikten sonra çarpan etkisiyle büyüdüğünü görmek, bozulmanın faturasını çeken milletler için kaçınılmaz sonuçları ve tahammülü zor acıları da görmeyi icap ettiriyor.
Tarih niye lazımdı? Her şeyi yeniden keşfedip tecrübe etmek isteyen modern insan ve toplum mukadder olandan kaçınacağını mı sanır?
Hüseyin Alan/Her Taraf
“Kur’an, tarihin oluşum seyrini sınıfsal, ekonomik veya ulus vb. temelli ele almaz. Kur’an’a göre tarihin akış seyri akide temellidir. Tevhit ve şirk ekseninde gerçekleşir. Geniş anlamıyla tarih, Allah’ın iradesini hayatın bütün alanlarında geçerli kılmaya çalışan topluluklarla, Allah’ın iradesini hayatın bütününde veya bir kısmında gerçekleştirilmesini istemeyen toplumlar arasındaki mücadele alanıdır. Kur’an’a göre insanların ya da toplumların ekonomik, ulusal ya da sınıfsal duruşları onların bu iki eksenden (tevhit-şirk) birini tercih etmeleriyle alakalıdır. Ya da onların Allah ile kendileri arasındaki ilişkileri nasıl belirleyecekleri konusundaki kararlarıyla irtibatlıdır.
Kur’an’ın tarih algısında “eleştirellik” önemli bir yer tutar. Kur’an, tarihi ya da tarihin belli bir dönemini bütün olarak ne meşrulaştırır, ne de kutsar. Tarih eleştirilmek ve geleceğe yönelik dersler çıkarmak için gözler önüne serilir. Bu eleştirisini tevhit, hakikat ve ilke temelinde gerçekleştirir.
Kur’an’ın tarih fikri donuk, olup-bitmiş ve tekrarlanması mümkün olmayan bir geçmiş algısı, tasavvuru değildir. Aksine geleceğin kurulmasında bir zemin teşkil eden tarih ileriye dönüktür ve ânı yaşayanlara dinamizm, hareket ve süreklilik kazandırma yanında atılımcı ve devrimci bir ruh aşılar. Geçmiş, ânı yaşayanlara sunulur ve bununla geleceğin nasıl kurgulanacağına ışık tutulur. Bu nedenle Kur’an’ın önemli bir bölümünü oluşturan kıssalar, ibret alınmak ve geleceği bu tecrübe ve birikim ile kuşatmak ve inşa etmek için anlatılır. Kur’an’ın geleceği oluşturmada kalıcı etkilerinin olduğunu kabul ettiği bu tarih gerçeğe dayalı bir tarihtir.
Kur’an, sadece tarihi bilgileri aktarmak ya da bu bilgileri yorumlamakla tarih ilmine katkıda bulunmaz. Aynı zamanda, tarihin seyri içerisinde insanın yanı sıra, tarihin şekillenişinde rol alan ilâhî müdahalenin gerçekliği, söz konusu müdahalenin sebepleri, sonuçları, dereceleri, şekli ve zamanı konusunda verdiği bilgilerle de tarihe önemli katkılar sunar. Kur’an, tarihin oluşumunda “insanı mutlak özne” kabul eden pozitivist tarih anlayışının aksine, Allah’ın tarihi, insanla birlikte ördüğüne vurgu yaparak, tarihin doğru imkân sunar.
Kur’an’ın tarih yasası, tarihin seyrinde Allah’ı özne, toplumları ise nesne olarak görmez. Kur’an’da da anlatıldığı gibi, toplumların varlıklarını sürdürmeleri ya da cezalandırılıp yok olmaları, Allah’ın keyfiliğine göre değil de toplumların tercihlerinin doğal bir sonucu olarak gerçekleşir. Dolayısıyla toplumların yaşam şekilleri ve akıbetleri ezelde belirlenmemiştir. Bu bağlamda, toplumların yaşam kalitesini, şeklini, gidişatını ve akıbetini belirleyen toplumun eylemleridir. Allah’ın cezayı hak etmeyen bir toplumu cezalandırması veya ilahî yardıma layık olmayan toplumlara yardım etmesi, O’nun adalet ilkesi ve tarih yasasıyla örtüşmez.” alıntı…