Zihinlerin dumura uğraması, çok karmaşık ortamların ağır basması sağlıklı düşünmeye engel. Kimin ne adına ve niçin konuştuğu çok da önem kazanmıyor. Âdeta iş olsun konuşulsun tarzında bir bakış hayatlara egemen.
Bir sözün, davranış hareketinin sonucunun nereye varacağı böylesi durumlarda kestirilemez. Slogana dönüşenler birer kalıp hâlinde belleklerde yer ediyor. O kavram ya da sloganların sınırlılığı içinde kalınıyor. Bir toplumun başına belâ olabilecek kimi çıkışlar giderek ivme kazanıyor ve bir saldırı ortamı oluşturuyor.
Bir milleti kaotik bir sürece sürüklemenin çok yolları var. Medya kimi durumları tam anlamıyla bir tufana dönüştürebiliyor. Neyin ne olduğu, niçin olduğu anlaşılamıyor.
Yeni bir sürece girildi ve hızlı bir kaos ortamı oluşuyor. Çok yönlü.
Ülkenin kimi kritik durumlarının gerekçeleri hızlandırmasına neden oluyor. Ekonomik daralmalar, işsizlikler, güvensizlikler, adalet olgusunun tartışılıyor olması, tarafgirlikler, aşırı ırkçılıklar ve ulusalcı direnişler, kültürel çatışmalar, modernizm ile karşıtı olan hayat anlayışları… Bunların tamamı herhangi bir durumda istenildiğinde tırmandırılabiliyor. Aslında hiçbiri kendi koşulları ve ortamında değerlendirilemiyor. Başını alıp giden bu karmaşık durum, insana olan güveni ve saygınlığı azaltıyor.
Kısa süreli yolculuklarda da olsa, sokaktaki kimi durumları anlama kolay. Bir otobüse biniyorsunuz, otobüsün camında sokakta yürüyen esmer ya da siyahî bir insanı gördüğünde öfkeli homurdanmalar oluyor. Bu yazının yazıldığı tarihin üç gün öncesi, biri gelip masamızın önünde dikildi: “Şu pis Araplar…” dedi ve sıraladı. Arap kavramı İttihat ve Terakki ile ırkçı milliyetçi, ulusalcı zihniyetin dillerine pelesenk ettiği, karaladığı ve aşağıladığı bir söylem ve imge. Yıllar yılı bu büyük ölçüde merkeze alındı. Bununla bir ırkın üstünlüğü pekiştirilmeye çalışıldı. “Arap Baharı” diye emperyalizmin tanımladığı bora sürecinden sonraki savrulmalar birçok yıkıma, dağılmaya, göçe neden oldu. Yurtlarından ve topraklarından, evlerinden olan bu insanların sığınacağı, soluklanacağı yerler oldu. Bu ana kavşakta Türkiye, göç yolları üzerinde. Müslüman bir milletin yoğun olduğu coğrafya. Osmanlı devlet geleneğinden gelen kucaklayıcı bakış ister istemez bir sığınma alanı. Bu alan insanlara güven veriyor.
Masamızın önünde duran, Araplara hakaret eden kişiye doğal olarak itiraz ettim. “Irkçılık yapmayın. Arap kavramı üzerinden Arap halklarının tamamı hedef alınıyor.” dedim. Adam susmadı, sıraladı, saymaya devam etti. “Bir ırk üzerinden hakaret etmeye devam ederseniz, bu, Peygamber Efendimiz’e kadar gider. Peygamberimiz Arap ve Haşimi kabilesinden.” Adam, Peygamber’i övgüyle anarak, “Ben O’na kurban olurum” diyerek Araplara olan saldırısından vazgeçmedi.
Ekonomik gerekçeler, gelişleri ve yerleşişleri, onların bu tutumunu daha katılaştırıyor.
Emperyalizmin büyük oyununun tuzaklarına düşen ırkçılar, şovenler, faşizan bir ortam ve hava oluşturuyorlar. Bu da giderek daha tehlikeli boyutlara ulaşıyor.
Psikolojik durumlar insanların sağlıklı düşünmelerine engel oluyor. Üretimsizlik, istihdam sorunları, okuyan gençlerin boşta kalışları ve bunalımları bu nedenlerin hızını artırıyor.
İnsanlığın ezildiği bu ortamda sıkışan bir varlık gibi saldırganlaşıyor.
Siyasal yönelim ve yönetimler ise tamamen bağımlı ve bunun getirdikleriyle alan daralmalı, özgür düşünmelerini engelliyor.
Tüketimin hızı, insanların sınır tanımamasına neden. Bu koşullarda her şeyi edinebilmek çok güç. Ama gönül istiyor, ama olmuyor.
Kapitalist ve tüketen sistem içinde insanların, sakin olmasını, tasarruf etmesini, ölçülü davranmasını beklemek abes. Çünkü yapı kışkırtıyor. Borçlanmayı, sınırsız bir tutkuya kapılmasını önceliyor. İnsanlar bu koşullarda kapitalizmin gereği gibi yaşıyor. Bazıları bunu alabildiğine yaşarken diğerlerine öğüt vermek de saçma oluyor.
Ali Haydar Haksal/Milli Gazete