Türk Devletinin, kendisinin bir süredir üzerinde çalıştığı, kamuoyunun ise birden şahit olduğu İsrail ve Rusya ile yaptığı anlaşmalar, bugünkü reel-politiğin geleneksel ‘doğal’ yatağını arayışı gibidir. Zirvesinde Recep Tayyip Erdoğan’ın oturduğu Devletin açılım listesinde sırada Mısır ve Suriye’nin bulunduğuna dair haberler dolaşmaktadır. Dışişleri Bakanı’nın “Mısır ile görüşmeye hazırım” türünden beyanlarının bir anlamı olsa gerektir. Galiba AKP tabanı Rabia işaretini unutsa iyi edecektir…
Coğrafî konumu, tarihî ve siyasî misyonunun Türkiye’nin sorumluluğunu pek çok devletten daha da ağır yaptığında kuşku yoktur. Devletlerin ezeli ve ebedi dost ya da düşmanlarından ziyade, ülkenin ve halkın çıkarlarının öncelenmesi söz konusudur. Bu anlamda Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kendi çıkarlarının gerektirdiği siyasal adımları atması da doğaldır. Bilhassa Rusya ile ilişkilerin düzeltilmesine bu açıdan bakmakta yarar vardır.
Ancak İsrail ile anlaşmaya, aradaki buzları eritmeye bu çerçevede bakmak pek mümkün değildir. Osmanlı’nın (II. Abdülhamid’in) yıkılışından sonra ikame edilen Cumhuriyet rejiminin geleneksel politikaları ve İsrail’in kurulduğu günden beri güttüğü siyaset göz önünde bulundurulduğunda, İsrail’le bugünkü anlaşmaların pek de yadırganmaması gerektiği anlaşılır. İsrail’in bölgedeki en önemli müttefikidir Türkiye Cumhuriyeti. Günümüzde devletin zirvesinde mesela Süleyman Demirel oturuyor olsaydı, acaba bu anlaşmalar yadırganır mıydı?…
İsrail ile yapılan anlaşmalar karşısında şaşkınlığını gizleyemeyenler, İsrail’le anlaşmış olmaktan değil, bu anlaşmayı imzalayan yöneticinin siyasal geçmişi açısından şaşırmaktadırlar. Ocak 2009’da Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanına ‘one minute’ çeken ve İsrail’e yönelik sert eleştirilerini pek çok defa yineleyen bir siyasetçinin 2016’nın ortalarında İsrail ile anlaşma masasına oturması, muhafazakar mahiyette bir hayrete sebebiyet vermektedir.
Hayret etmenin esasında iki temel saiki bulunmaktadır: Birincisi, bugüne kadar bilinen sert/eleştirel söylemin nasıl birden bu denli yumuşadığı ile ilgilidir; ikincisi de, bu anlaşma bağlamında çıkartılan bazı küçük frekanslı (ama etkili) eleştirilere gösterilen sert tepkidir. Şöyle desek pek yanlış olmayacaktır: Cumhurbaşkanı, 2009’da İsrail Cumhurbaşkanına gösterdiği ‘one minute’ restini sekiz sene sonra, bu sefer kendi halkına göstermiştir.
Tabi ki TC Devletinin İsrail’le anlaşma yapmasını adeta kaçınılmaz kılan siyasal arka planını ‘anlamak’ gerekmektedir. Anlamak, haklı bulmak anlamına gelmemektedir.
Türkiye cumhuriyeti devletinin kuruluş hikâyesini iyi okunmalıdır. Devlet, başta ABD olmak üzere batıya göbeğinden bağlıdır. Zaten göbeğini de batılılar (İngilizler) kesmişlerdi. Türkiye’yi kim yönetirse yönetsin, küresel sisteme göreceli olarak belirli alanlarda ama sistem-içi bir politik duruş ve taleple itiraz etme, hani daha argo tabirle ‘dayılanma’nın dışında, esaslı/köklü şekilde karşı durması, Türkiye’yi sistemin dışına çıkarma anlamına gelen politikalar üretmesi mümkün değildir. Çünkü Türkiye’nin, bu politikayı üretecek ve sürdürecek gücü -bugün için- yoktur.
Türkiye’yi yönetenlerin bazen gerçekçi, bazen iç politikaya yönelik kimi çıkışları (tafraları) küresel sistemin önde gelen güç merkezleri tarafından belli bir yere kadar ‘katlanılır’ bulunmaktadır. Çünkü daha büyük yararların elde edilmesi umudu, küçük bazı yaramazlıklara katlanmayı mümkün kılar. Söz konusu tafraların haddini aşması bir endişeye dönüşünce, usulüne uygun bir nush-tekdir-kötek süreci yürürlüğe konmaktadır. Ülkenin en stratejik noktalarında bombaların patlaması, bazen PKK, bazen IŞİD imzalı terör eylemlerinin yoğunlaşması, önemli siyasi kişilerle ilgili birtakım kaset savaşları gibi sürprizler bu sürecin kapsamı dâhilindedir. Biz Müslümanlar ne kadar eleştirel tavrımızı sürdürsek de -ki ömrümüz kifayet ettiği sürece sürdüreceğiz-, bu ülkeyi yönetenlerin bu şekilde te’dip edilmelerini asla benimsemiyor, onaylamıyor ve tasvip etmiyoruz. Çünkü biz biliyoruz ki, batılıların asıl hesapları İslam’ladır. Onlar, -Arnold Toynbee’nin deyimiyle- bir dev olarak gördükleri Müslüman dünyanın (özelde Türkiye) uyanmasını asla istememektedirler. Türkiye’yi yöneten hiçbir başbakan ya da cumhurbaşkanı Amerika ve diğerlerinin ne özel dostudur, ne de özel düşmanıdır. Onlar için, Türkiye’yi yöneten liderlerin kullanışlılığıdır önemli olan…
Türkiye birçok bakımdan batının müttefikidir. Bu ittifakı sona erdirmek tek başına Türkiye’nin gücü dâhilinde değildir. Bu ittifakın sona erdirilmesi için nasıl çok güçlü bir Türkiye gerektiğini, Türkiye’nin dostları bildiği gibi, düşmanları da bilmektedir. Bu güç sadece teknoloji, para ve askeri üstünlük gibi maddi imkânlar değildir. Türkiye’nin, halkı ve rejimiyle İslam üzerinde bütünleşebilmesi, onun en büyük gücü olacaktır. Türkiye’nin yeniden Darul İslam olmasından bahsediyoruz. Şu anda halkın, iktidara olan yüzde ellinin üzerindeki desteği, Anadolu Müslümanlığı denilen ve İslam’ın asla benimseyemeyeceği bir dinî kültürle, demokrasi denilen küfür kültürünün harmanlanmasından oluşmuş bir siyasal anlayış çerçevesindedir. Halkın bugün iktidara katılmasını, sanki İslamî bir uyanış gibi algıla/t/mak, çağdaş bir irtidattır, İslam’la ilgisizliktir.
Kısacası ülkenin kendisini küresel sistemin çarkları dışına atması, bugünkü siyasi kadrolarla pek mümkün olmadığı gibi, halkın bugünkü vaziyeti ile de mümkün görünmemektedir.
14 yıllık iktidarı süresince AKP ve bilhassa Recep Tayyip Erdoğan’ın küresel sisteme karşıt bir üslupla -yaptıklarından ziyade- söylediklerinin artık sonuna gelinmiş gibidir; büyü bozulmuştur. Sistem, benzetmek yerindeyse, sanki bu meseleyi masaya yatırmak ve açık konuşmak istemektedir: Bizim yanımızda mısınız, karşımızda mı? Sistemin içinde misiniz, dışında mı? Bizimle dost musunuz, düşman mı? Demokrasiyi (batının değerler yelpazesini), kısımlara ayırmadan ve pazarlık yapmadan, hem de İslam’ın yerine geçecek bir ‘din’ ölçeğinde benimsiyor musunuz, yoksa demokrasinin belirli nimetlerinden(!) yararlanıp, el altından da kendi inanç sisteminizin bazı biçimlerinin gelişip serpilmesine çalışmak gibi bir ‘kurnazlık’ peşinde misiniz?
Bu sorulara verilecek cevaplar, iktidarların ömrünü kısaltmakta ya da uzatmaktadır.
Bu aşamada Ankara, işin şakası olmadığını anlamış olmalıdır ki, birdenbire Rusya ve İsrail’le ilişkilerini düzeltme kararı almıştır. ‘Birdenbire’ lafın gelişidir; bu atakların tabi ki bir gelişim seyri vardır. Bir yemek bile mutfakta bir anda pişmemektedir. Şimdilerde çok daha iyi anlaşılmaktadır ki, Ahmet Davutoğlu’na ’one minute’ çekilmesi bu siyasal atağın bir ön adımıymış. (Kamuoyuna da, Ahmet Davutoğlu’nun, kendisini o makamlara getiren liderine ihanet eden, ne kadar kötü bir Brütüs olduğuna dair günah keçisi masalları icat etmek düşmektedir…).
Kısacası Türkiye Cumhuriyeti devleti, İsrail adı verilen, adı Ortadoğu olarak konulmuş bulunan, İslam coğrafyasının kalbine bir bıçak gibi saplanan, batının karakolu durumundaki gerçek bir terör şebekesiyle ‘barış’ masasına oturmuştur. Daha doğrusu, oturmaya icbar edilmiştir. (Reel-politik durum). Geçmişte Yaser Arafat’ın maruz kaldığı nice icbarları hatırlayabiliriz…
İktidarın İsrail’le anlaşma masasına oturmasını ‘anlamak’ gerekirse de, ‘anlamamız’ mümkün olmayan bazı hususların altını çizmek istiyoruz.
Bu hususların başında şu temel ilke gelmektedir: Toplum tevhidî yönde bir değişim gerçekleştirmeden, sistem de bütün değer ve kurumlarıyla -kendi halkına karşı- varlığını sürdürüyorken, halkın İslam’la olan tamamen yüzeysel ve faydacı ilişkisini de göz ardı ederek yönetime talip olmak, İsrail’le anlaşma masasına oturmak gibi akıbetleri baştan göze almak anlamına gelmektedir. Türkiye gibi ülkelerde bir siyasi kadronun iktidar koltuğuna oturabilmesi için hala ABD ve bazı Siyonist örgütlerden vize alındığını sanırım muhafazakâr taban hatırlamak istememektedir. Herhangi bir siyasi lider ABD’ne ziyarette bulunduğunda, her nasıl oluyorsa, yolu mutlaka Siyonist örgütlere düşmektedir. Onların verdikleri -cesaret ödülü gibi- birtakım nişanlar adeta siyasette işletme ruhsatı anlamına gelmektedir. Kapalı kapılar ardında bu ilişkilere uyum sağlayıp, halka dönük konuşurken bunlar yokmuş gibi davranmak ne kadar dürüstçedir?
İslamî siyasetin kendine uygun yol ve yordamı, ilkeleri ve yöntemi vardır. Bu yol ve yordamın adı nebevî yöntemdir. Demokratik yöntemlerle yani sistemin kendi araç ve imkânlarıyla siyaset çizmelerini giyip, yeri geldiğinde sistemin güvenlik mekanizmalarına dirsek gösteririz gibi bir hevese kapılmak başarısızlıkla, tükürdüğünü yalama mahiyetinde bir siyasal tökezlemeyle neticelenecektir.
Türkiye’nin Rusya ile anlaşmasında bir sakınca yoktur. Binlerce kilometre ötedeki Amerika ile Türkiye’nin anlaşmasını normal, komşusu durumundaki Rusya ile anlaşmasını ise anormal bulmak gerçek bir anormalliktir. Fakat Türkiye’nin, özellikle bugünkü iktidarın İsrail’le anlaşması, Suriye ve Mısır’ın darbeci yönetimiyle de masaya oturmaya hazırlanılması o kadar masum değildir. Mısır ve Suriye ile ilişkilerde “pardon, yanlış yoldaymışız” türünden bir geri adım, bu alandaki hataları telafi etmeye yetmeyecektir.
İsrail’le anlaşmak durumunda kalmak ise hepsinden farklı siyasal bir olaydır. Bu olay her ne kadar AKP/Tayyip Erdoğan’ın geçmişteki, İsrail’e yönelik söylemlerini nakzettiği sanılmakta ise de, durum tam da öyle değildir. Çünkü İsrail’le ekonomik ilişkilerde bir gerileme söz konusu değildi. AKP’nin sözcüsü Ömer Çelik bundan sekiz ay kadar önce, “Kuşkusuz, İsrail devleti ve İsrail halkı, Türkiye’nin dostudur. Şimdiye kadarki eleştirilerimiz, İsrail hükümetinin aşırı davranışlarına, meşru görmediğimiz davranışlarına dönüktür” demişti de bu beyanat, Partinin üst mercilerince de tekzip edilmemişti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan geçtiğimiz Mart ayının son günlerindeki ABD ziyareti esnasında Amerika’daki Büyük Amerikan Yahudi Kuruluşları Başkanlar Konferansı temsilcileri ile görüşmüş, siyonist örgütlerin başkanları adeta “Erdoğan’a yol haritasını öğrettik” der gibi beyanatlar vermişlerdi. Mesela Anti Defomation League (ADL) üyesi Ken Jacobson beyanatında,“Ümit ediyoruz ki Türkiye ile İsrail arasındaki sorunlar ortadan kalkacak ve eskiden olduğu gibi iyi bir seviyeye gelecek. İki ülke arasında ortak çıkarlar var, aşırıcılık ve terörle mücadele bunlar arasında. Bu aynı zamanda ABD’nin de söz konusu ülkelerle ortak çıkarı” gibi sözler sarf etmişti.
Büyük Amerikan Yahudi Kuruluşları Başkanlar Konferansı Başkan Yardımcısı Malcolm Hoenlein ise beyanatında, görüşmede “karmaşık ve hassas konuların ele alındığını” belirtiyordu. Bu ‘karmaşık ve hassas konular’ın galiba bir kısmı şimdilerde biraz netleşmiş durumdadır. Henüz bizlere kapalı ve muğlâk kısımları mutlaka vardır. Aynı kişi, “Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin düzeltilmesinin hayati önem taşıdığını, iki ülkenin, bölgenin iki önemli aktörü olduğunu” söylerken acaba tam olarak neyi söylemek istiyordu, şu an itibariyle bilmemiz pek mümkün görünmemektedir…
ADL örgütünün, aynı zamanda Fethullah Gülen örgütüyle iş tutan, Gülen’e İngilizce Diyalog ve Hoşgörü içerikli kitap yazdırdıklarını, Gülen’i besleyip büyüttüklerini, geçmişte İsmail Raci Farukî’yi şehid etmek gibi eylemleri yaptıklarını burada hatırlatmış olalım. Hem Türk Devletine kumpas kuran bir örgütün hem de o örgütü tasfiye etmeye çalışan iktidarın yollarının ADL gibi bir örgütte kesişmiş olması acaba nasıl bir ‘kader’in cilvesidir?…
Neden Hiç Eleştiri Yok?
Türkiye’nin İsrail ile anlaşmasına yönelik, iktidar güdümlü basın-yayın organlarında hemen hiçbir eleştiriye rastlanmayışı, bilakis, yapılan eleştirilerin adeta topa tutulması, tipik bir güce tapıcılık karakteri ile karşı karşıya olduğumuzu göstermiyor mu? Şayet bu anlaşma sağcı ya da solcu bir partinin iktidarı [mesela Süleyman Demirel] döneminde yapılsaydı, küfürlerin ve komplo teorilerinin havada uçuşması kaçınılmazdı. Demek ki, her partinin her icraatının kendi tabanında nasıl kabul gördüğünün sosyolojik izahı burada yatmaktadır. Anlaşılan o ki, her taban kendi liderini, ilahi iradenin tecessümü gibi görmektedir.
Türkiye’nin İsrail ile anlaşmasının kuşkusuz Filistin (Gazze) halkına sağlayacağı birtakım yararlar olacaktır. Ama asıl mesele bu değildir; asıl mesele, nasıl olup da, Mavi Marmara gemisinin bir numaralı ‘kaptanı’ pozisyonundaki Bülent Yıldırım’ın bile, kendilerinin adeta satılmasına tepki olarak söylediği “İsrail ile örtünen çıplak kalır” sözünden dolayı yediği azar neticesinde anında özür dileyerek çark etmesidir. Toplum nezdinde görülen bu omurgasızlık, kanaatimce, AKP iktidarının İsrail’le anlaşmasından daha vahim bir durumdur.
İsrail kanadı anlaşmadan oldukça memnun görünmektedir. ‘One minute’ paylamasına maruz kalan, dönemin Cumhurbaşkanı Şimon Perez oldukça sitayişkâr bir dil kullanmaktadır. “Geleceği değiştirebilmeniz için geçmişle boşanmanız şart.” derken, belli ki Tayyip Erdoğan’ın geçmişle boşandığını ima etmektedir.
Tayyip Erdoğan siyasal geçmişinden zaten 2002 yılında boşanmış, hocası tarafından ‘gömleksiz’ gibi nitelemelere maruz kalmıştı. Bize göre ise, 2002’den önceki ‘boşanmamış’ siyasallığı da sorunlu idi. Fakat bugün İsrail’le masaya oturması, hem Türkiye’nin hem İsrail’in kazanmasının meşruiyetinden dem vurması, İsrail’in meşruiyetine dil uzatma anlamına gelecek ne kadar sözü var idiyse, hepsini silmiştir.
Bizler AKP’nin yönettiği Türkiye’nin geldiği bu siyasal sonuçtan sadece ibret alıyor ve inancımız adına kaygı duyuyoruz. Son olarak şunu da eklemek istiyoruz ki, yumurta-civciv meselindeki gibi, batının tasallutunun sürmesindeki vebal sadece siyasi liderlere değil, aynı zamanda, nefislerinde olanı İslam’la değiştirmeyi bir türlü kabul etmeyen toplumundur aynı zamanda.