Anarşizm konusunu belli bir sistematik dahilinde ele almaya gayret edeceğiz. Öncelikle anarşizm deyince ne anlıyoruz ve anarşizm gerçekte nedir’i konuşacağız sonrasında kısaca tarihsel sürecini ele alacağız ve kavram üzerinde genel bir değerlendirme sunacağız. Sonrasında ise bizzat anarşist düşünürlerce anarşizmin ne olduğunu ortaya koyacağız. Devamında anarşizm türlerini kısaca tanıyacağız. Ardından anarşizmin, eğitime, sanata, kadın ve evliliğe nasıl baktığı üzerinde duracağız. Son olarak da değerlendirme yaparak konuyu sonlandıracağız.
Anarşizm, tam olarak ne bir din, ne bir ideoloji, ne de bir siyaset teorisidir. O herşeyden önce insan özgürlüğünü tartışılmaz bir esas olarak gören siyasal ve ahlaki tavırdır. Maliyeti, insanın özgürlüğünü yitirmesi olan bir uygarlaşmaya ve despotizme, toplumsal hayata egemen olmak isteyen her tür otoriteye karşı duyulan bir tepkinin ifadesidir. Anarşizm bugün toplumda makes bulmuş bir inanışla terörizmle aynı kefede değerlendirilmektedir. Oysa Anarşist demek terör olaylarını destekleyen kimse anlamına gelmemektedir. Anarşizm siyaset felsefesi içinde değerlendirilecek bir konudur. “Devletsiz toplum”u savunan politik felsefedir. Genellikle “devlet ve benzeri güçler” yerine özerk ve gönüllülük esasına dayalı kurumlar tasarlar. Toplum “hiyerarşik olmayan kurumlar” ile yaşamalıdır. Anarşizm devleti gereksiz, sevimsiz ve zararlı bulur. Devlete, ve benzer tüm “otoriter” ve “hiyerarşik yapılanmaya” karşıdır. Şüphecilik ve değişim en büyük özellikleridir. Dogmatik düşüncelerin tümüne karşı çıkar. Tarihsel süreç içerisinde de anarşizm kendi içinde bir çok parçaya ayrılmıştır: Yeşil Anarşizm, Anarko Pasifizm, Anarko Sendikalizm vs.
Anarşinin ilk savunucularından hiç biri kendisini anarşist olarak tanımlamamış olsa da, hepsi güce, servete ya da ayrıcalığa dayalı hiyerarşik ilişkilere ve baskıcı otoriteye karşı olmakta birleşmektedir. Diğer radikallerin aksine, otoriteye karşı mücadelede ve özgür bir toplumun yaratılmasında kendileri için otoriteryen ya da ayrıcalıklı bir rolü de reddetmişlerdir.
Anarşizmin tarihsel köklerine gittiğimizde Çin’de Taocu felsefeye kadar uzanırız. İlkel toplum tipinde devlet olmadan aile ya da klan dayanışmasıyla yaşanıyordu. Toplumların çoğalıp özel mülkiyetin gelişmesiyle birlikte savaşlar birbirini takip etti ve insanlar üzerinde hegemonya oluşturan yapılar oluştu. Bu hegemonya biçimleri tarihte kimi toplumlarda tiranlık, kimilerinde monarşi, kimilerinde krallık diye anıldı. Bu yönetim biçimlerine karşı tarihsel süreç içerisinde itirazlar yükseldi ve devletsiz bir topluma dönüşü tartıştılar. Taocu felsefe bu alanda ilk kaynaklardan kabul edilir. Sonrasında La Botie’nin “Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev”i veya Thomas Moore’un “Ütopya”sı vs.
Ancak Avrupa’da 1840 yılına gelene kadar anarşizm ayrı bir öğreti olarak tanınmıyordu. 1840 yılında kendisini anarşist olarak tanımlayan ilk kişi Fransa’dan Pierre Joseph Proudhon olmuştur. Anarşist düşünce çok geçmeden Avrupa’nın diğer ülkelerine yayılmıştır. Anarşistler, eğitimin hem bir toplumsal kontrol aracı, hem de potansiyel bir kurtuluş aracı olmaktaki önemini tescil ettiler. Sanat, özgür ifade, yasa ve ahlak hakkında söyleyecek önemli şeyleri vardı. Cinsel özgürlüğü savundular, ama aynı zamanda cinselliğin kapitalizm altında metalaştırılmasını da eleştirdiler. İster baba ile çocuklar, koca ile karı, öğretmen ile öğrenci, usta ile çırak arasında olsun isterse lider ile yönetilen arasında olsun, tüm toplumdaki ve hatta kendi örgütlenmeleri içindeki bütün hiyerarşik ilişkileri eleştirdiler.
Araçlar ile amaçlar arasında tutarlılığı korumanın ve idealleriyle uzak bir gelecekte değil, toplumu dönüştürme sürecinde, şimdiden uyum içinde hareket etmenin önemini vurguladılar. Yaygın baskıya rağmen, savaşa ve militarizme karşı çıktılar ve ortadoks solu otoriterliği ve oportünistliği nedeniyle eleştirmekte tereddüd etmediler. Her şeyi içine alan, özgün bir toplumsal devrim anlayışı geliştirdiler, devlet terörizmini reddederek şiddeti en aza indirmeye çalıştılar.
Anarşist Düşünürlerce Anarşizmin Tanımı:
İlk anarşist olarak tanımlanan Proudhon şunları söyler: “Aklın egemenliği vahyin egemenliğinin yerine geçtiğinden, sözleşme kavramı devlet kavramının yerini aldığından, tarihsel evrim insanlığı kaçınılmaz bir şekilde yenibir sisteme yönlendirdiğinden, ekonomik eleştiri politik kurumların endüstriyel kurumlar içinde kaybolmak zorunda olduğunu gösterdiğinden, korkmadan şu karara varabiliriz ki, devrimci reçete ne doğrudan mevzuat, ne doğrudan yönetim, ne de basitleştirilmiş yönetim olabilir, devrimci reçete devletin olmamasıdır.
Ne monarşi, ne aristokrasi, ne de demokrasinin kendisi, hiçbir devleti hiçbir şekilde ima etmeyene kadar, halk adına hareket etse ve kendine halk dese bile. İktidar olmaması, hükümet, halk hükümetinin bile olmaması, halk yönetimi bile, devrim budur.
Özgür kalabilmem için, kendikanunumdan başka bir kanuna boyun eğmek zorunda kalmamam için ve kendi kendimi yönetebilmem için oy kullanma otoritesinden feragat etmem zorunludur. Oylamadan vazgeçmek zorundayız, temsiliyet ve monarşiden de. Tek kelimeyle, toplumun yönetimindeki kutsala dayalı olan her şey kapatılmalıdır ve hepsi insani sözleşme düşüncesi üzerinde yeniden kurulmalıdır.”
Proudhon’la ayn dönemde yaşamış olan Anselme Bellegarrique Proudhon’u düşüncesinde yalnız bırakmamamışve desteklemiştir. Ona göre anarşi düzen demektir: “Doğrusu: Anarşi diyen kişi, devletin olumsuzlanması demektedir. Devletin olumsuzlanması diyen halkın olumlanması demektedir. Halkın olumlanması diyen bireysel özgürlük demektedir. Bireysel özgürlük diyen, herkesin kendi egemenliği demektedir. Herkesin kendi egemenliği diyen kişi eşitlik demektedir. Eşitlik diyen, dayanışma ya da kardeşlik demektedir. Kardeşlik diyen, toplumsal düzen demektedir.
Karşıt olarak: Devlet diyen kişi halkın olumsuzlanması demektedir. Halkın olumsuzlanması diyen, politik otoritenin olumlanması demektedir. Politik otoritenin olumlanması diyen, bireysel bağımlılık demektedir. Bireysel bağımlılık diyen kişi, sınıf üstünlüğü demektedir. Sınıf üstünlüğü diyen eşitsizlik demektedir. Eşitsizlik diyen, düşmanlık demektedir. Düşmanlık diyen, iç savaş demektedir. Bundan, devlet diyenin iç savaş dediği sonucu çıkmaktadır.
Evet, anarşi düzendir, oysaki devlet iç savaştır.”
Bir başka anarşist yazar olan Mihail Bakunin devlet hakkında bir anarşist düşünürün düşünebileceği şeyleri düşünüp ifadelendirmektedir. “Devlet… Politik azamet uğruna üzerinde insanların gerçek özgürlüğünün ve refahının kurban edildiği sunaktır ve bu kurban ediş ne kadar eksiksizse devlet de o kadar mükemmel olacaktır.
Söylediğim gibi, devlet halkın hayatını tüketen bir soyutlamadır. Ama bir soyutlamanın gerçek bir dünyanın içinde doğması, gelişmesi ve varlığını sürdürmesi için onun varlığıyla alakadar gerçek bir kollektif yapının olması gerekir. Bu kollektif, büyük halk kitleleri olamaz, çünkü onlar tam da onun kurbanlarıdırlar. Bu ayrıcalıklı bir yapı olmalıdır, devletin kutsal yapısı, yöneten ve mülk sahibi sınıf ki kilise için ruhban sınıfı neyse devlet için de dinin kutsal sınıfı bu sınıftır.”
Max Stirner, devleti emeğin köleliğine dayanan bir güç olarak görmektedir. Emek özgürleşirse Stirner’e göre devlet kaybolacaktır. “Dünyaya ilişkin özgürlüğümü, onu kendi dünyam yaptığım ölçüde garanti altına alırım. Yani onu kendim için kazanıp ele geçirerek, hangi yolla olursa olsun; ikna yoluyla, rica yoluyla, kesin talep, evet hatta ikiyüzlülük yoluyla, hileyle vs. çünkü onun için kullandığım araçlar benim ne olduğum tarafından saptanır. Eğer zayıfsam sadece zayıf araçlarım vardır. Bir hak talep etmiyorum, bu nedenle bir hakkı tanımaya da ihtiyacım yok. Cebren neyi alabiliyorsam cebren alırım ve cebren almadığıma hakkım olmaz. Daimi hakkımla ne havalar takınırım ne de kendimi avuturum.”
Kropotkin ise yasaların sermaye sahipleri tarafından oluşturulduğunu ve ilk insanların daha çok örf ve adetleregöre hareket ederek yaşadığını anlatmakta daha sonraları özel mülkiyetin gelişmesiyle birlikte kargaşaların çıktığını toplumların bölündüğünüve güçlülerin hegemonya kurmak için ve gücü sürekli ellerinde tutabilmek için yasa çıkardığını anlatmaktadır. Bu yasalar devletin ideolojik aygıtlarıyla daha çocuk yaşta eğitimle insanların zihinlerine kazındığını ifade etmektedir. O da diğer anarşistler gibi devletin olmaması gerektiğini savunarak şu aforizmalarda bulunuyor: “Giyotinleri yakın, hapishaneleri yıkın. Yeryüzünün en iffetsiz ırkı olan hakimleri, polisleri ve muhbirleri defedin. Tutku yüzünden hemcinsine yanlış yapmış adama kardeş gibi davranın. Herşeyden önce, orta sınıf aylaklığının alçak ürünlerinden ahlaksızlıklarını çekici renklerde sergileme ihtimalini çıkarın. Emin olun toplumumuzu bozan daha az suç olacaktır.
Suçun temel dayanakları aylaklık, yasa ve iktidardır. Mülkiyetle ilgili yasalar, hükümetle ilgili yasalar, cezalarla ve cürümlerle ilgili yasalar ve bu yasaları üretmeyi ve onları uygulamayı üstlenen iktidar.
Yasalara son! Hakimlere son! Özgürlük, eşitlik ve pratik insan sempatisi, aramızdan bazılarının anti sosyal güdülerine karşı koyabileceğimiz, etkili engeller bunlardır sadece.”
Emma Goldman, William Goldwin gibi sayabileceğimiz daha pek çok anarşist var. Biz burada belli başlı anarşistlerin görüşlerini ele alarak anarşizmi bizzat kendi dilleriyle tanımlamak istedik. Anarşizm kendi içinde birçok sınıfa ayrılmaktadır. Şimdi kısaca bu sınıfları biraz ele alalım.
Mutualizm
Mutualizm, biyolojik bir terim olarak birlikte yaşam formlarından biridir. Birlikte yaşayan canlılar durumlarından memnun bir şekilde; zarar görmeden birbirlerine fayda sağlayarak yaşamlarını sürdürürler. Daha sonra bu terim anarşist felsefenin kullandığı kelimelerden biri olacaktır. Bu haliyle Mutualizm, 18. yüzyılda İngiliz ve Fransız işçi hareketleriyle birlikte ortaya çıktı ve ardından Fransa’da Pierre Joseph Proudhon, ABD’de diğer bazı düşünürlerle bağlantılı olarak anarşist görünüm kazandı.
Muıtualizmin önemli kavramları arasında; federasyon, karşılıklılık, özgür ortaklık, gönüllülüğe dayanan sözleşmeler ve para ve kredi reformu bulunur. Birçok mutualistin görüşüne göre hükümet müdahalesinin olmadığı bir serbest piyasa -emek değer teorisine göre- kar, kira ve faizi kaldırarak, fiyatları emek faaliyetlerine çeker ve şirketler için işçilerin rekabeti yerine; firmaların ücretleri artırarak işçiler için rekabet ettiği bir düzen sağlanır.
Mutualizm, kimi zaman bireyci ve kollektivist anarşizm arasında bir yerlerde sentez olarak görülür. Bu düşünce mutuarilistlerin kendi eserlerinde de görülür. Proudhon’un “Mülkiyet Nedir?” adlı eserinde özgürlük kavramına eşdeğer olarak komünizm ve mülkiyetin diyalektik sentezi olan anarşi kavramını önerir.
Kollektivist Anarşizm
Kollektivist anarşizm (daha geniş anlamda komünal anarşizmle karıştırılmamalıdır.) özellikle Mihail Bakunin ve Birinci Enter Nasyonel’in anti otoriter kesimiyle ifade edilen anarşist akımdır. Ayrıca John Most da bu akımın üyelerindendir.
Muturalistlerden farklı olarak kollektivist anarşistler üretim araçlarının her türlü özel mülkiyetine karşıdırlar ve mülkiyetin kollektifleştirilmesini savunurlar. Fakat kollektifleştirme, gelir paylaşımına kadar genişletilmemelidir çünkü işçiler anarko komünizmin “herkesin ihtiyacına göre” anlayışından farklı olarak çalışma zamanına göre ücretlendirileceklerdir. 1880’li yılların ilk bölümünde, Avrupa anarşist hareketinin büyük kısmı temelde ücrete dayalı işçiliğin kaldırılması ve emeğine göre değil, ihtiyaca göre dağıtımı savunan anarko komünist düşünceye bağlı bulunurken İspanya’nın erken dönem anarşist hareketi bazı dönemlerde kollektivizmi benimsemiştir. Kollektivist anarşistler çalışma tazminatlarını desteklerler ve ihtiyaca göre komünist paylaşımı devrim sonrası süreçte olanaklı görürler. Kollektivist anarşizm; devletsiz, kollektivist toplum için birlikte mücadele ettiği ve kendisiyle aynı dönemde yükselişe geçen marksizmin işçi diktatörlüğüne mesafeli yaklaşmış onu reddetmiştir.
Bireyci Anarşizm
Her kim tin, özgürlük, eşitlik, demokrasi ve daha nice kavramlar üzerine yaşamını kuruyor ve o çizgide yaşıyorsa, dindar olandır hatta sabit fikirlidir. Ben’i dışında bir varoluş kabul eden herkes henüz Ben olamamıştır, eşdeğişle: Biricik değildir.
Bir düşünce olan anarşizm çizgisinde yaşayan anarşist, ne özgür ne de Biriciktir. Özgür bir kişi anarşist bir toplumda özgür ve biricik arzularını ne kadar yaşayabilir? Anarşizmin toplumsal kriterlerine göre yaşamak zorunda kalmaz mı? Peki, özgür insan, eşitlik, özgürlük, “sosyalizm”, hak, adalet gibi anarşist kriterleri hiçe sayarsa ne olur? Tek ölçüt var: o da insan değil, Biricik olandır. Biricik olan kendi kriterlerine göre yaşar, insan ise, insan olma kriterlerine göre ve anarşist ise, anarşist olma prensiplerine göre. “Benim soyum benim, Ben normsuz, yasasız ve örneksizim” diyen Stirner’in bu cümlesi anarşizme ters düşmez mi? Anarşizmin programları, yasaları, genel amaçları, normları yok mudur? Hem de ne kadar!
“Benden aşağı her gerçeği beğenirim; benden yüksek ve ona göre yaşamam gereken bir gerçekse tanımıyorum. Bence gerçek yoktur, çünkü hiçbir şey benden üstün değildir!” Bir anarşist, kendi gerçeğini böyle ifade eden Stirner ile aynı yolu nereye kadar gidebilir? Korkarım pek uzun sürmez bu yolculuk. Şöyle ki: Anarşizm genel olarak sadece göreceli bir fikir olan adaletten yanadır hatta hakkın yerini bulması için koşul olarak görülen bir sözleşmeyi benimser. Stirner ise ne bir sözleşmeden yanadır ne de hak-hukukla ilgilenir. Hatta hak ya da haksızlık gibi düşünceleri tanımaz bile. “Özgür cesaretle yapmadığım bir şey hakkımın dışındadır, yani yapmasını haklı görmediğim şey hakkım değildir. Neyin haklı olduğuna Ben karar veririm. Benden öte bir hak yoktur. Bence haklı olan haklıdır. (…) Bu egoist haktır.” Öyle anlaşılıyor ki, Stirner başkasına hak tanımıyor: Bence haklı olan “başkalarına göre haklı olmayabilir; bu onlarin sorunudur, benim değil: karşı çıkabilirler.” Stirner’e göre her eylem salt egoist bir iradeye dayanır. Kimi anarşistlerin hararetle vurguladıkları güçlerin harmonisi gibi bir düşünce Stirner’in umurunda bile değil.
Toplum konusunda da Stirner pek farklı düşünmemekte. Sözleşmeleri hiçe sayarak, yerine “egoistlerin birlikteliğini” önerir. Bu birliktelik Biriciklerin arzu ve amaçlarını gidermek için vardır, bireyleri faaliyetlerinde engelleyecek ve genele uygun olmak zorunda olan etiksel bir değere sahip değildir. Toplumlar – hangisi olursa olsun – Stirner’in ilgisini çekmemekte, toplum, ışığı daha doğmadan sönmüş ve paslanmıştır. Karşılıklı yardım ve dayanışma gibi idollere de sahip olsa, Stirner için çekici değildir. Yardımlaşmak yararlı ve mutlu edicidir ancak prensipleştiği an, yerini entrikalara bırakır. Bireyci anarşistlerin kayıtsız şartsız benimsedikleri “herkese eşit özgürlük” prensibi entrikalar dünyası olmak zorundadır. Çünkü:
Her genelleştirme, her sistematik birlik, her sözleşme, teorik ve pratik her kurumlaşma ve her ilke nevrotik bir düşünceden doğar. Bundan dolayı anarşizm, Stirner’in arzusu kapsamında değildir. “Egoistlerin birlikteliği” sözleşmelere, kurallara ihtiyaç duymamaktadır. Böyle olmasaydı, Stirner sözkonusu birlikteliği farklı ifade ederdi. Stirner, bu birlikteliği bir eğlenceye benzetir; insan eğlenceye arz ettiği an gider ve arz ettiği an oradan ayrılır. Hiç bir kural bağlamaz onu.
Anorko- Komünizm
Anarşist komünizm fikri 1870’lerde, kollektivist modelin eleştiri süreciyle beraber gelişti.
Anarşizm, Ulusal Emekçiler Birliği(IWPA veya I. Enternasyonal, 1864-72) içinde doğmuş ve gelişmiştir. İlk anarşistler genelde kolektivistlerdi;
Enternasyonal içinde
Marxtarafından savunulan biçimiyle “
komünizme” karşıydılar. Kolektivizm, bir iş yerinde çalışan işçilerin üretim araçlarını ele geçirmesi ve onları beraberce idare etmesini öngörüyordu.
Anarşist komünizm, sadece emek araçlarının ortaklaştırılmasının yeterli olmadığını, aynı zamanda emeğin ürünlerinin de toplumun tamamı için ortaklaştırılması ve “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” ilkesi doğrultusunda dağıtılması gerektiğini vurguluyordu.
Anarşist komünizm;
komünist anarşizm,
anarko komünizm ya da
liberter komünizmveya
komünalizm olarak da bilinir.
Kapitalizmin ancak toplumsal bir
devrimle ortadan kalkacağını ve bunun da
sınıf eksenli bir mücadeleyle gerçekleşeceğini savunur. Anarşist komünistler sosyalist akımların aksine komünal hayat düzenine erişebilmek için sosyalist devrimi ve devletin proleterya tarafından ele geçirilmesini değil, doğrudan kömün hayata geçilmesi gerektiğini savunur.
Marksistlerden farklı olarak devrimden sonra iktidarın
devletin tekelinde toplanmasına karşı çıkar. Bunun devlet iktidarına sahip olanlar ve olmayanlar arasında ayrışmaya yol açacağını, iktidara sahip olanların yozlaşacağını ve toplumun çıkarına göre davranmak yerine iktidarlarını koruma, kuvvetlendirme yoluna gideceklerini savunur. Anarşist komünistler bunun yerine tüm kararların toplumun tamamının katılımıyla alınmasını savunur.
Aynı zamanda
devrimci örgütlenme modeli konusunda da
marksist ve
burjuvapartilerdenfarklılaşır. Toplumun tabandan örgütlenmesini savunduğu gibi devrime giden süreçte anarşist komünizmi savunan bir örgütün de hiyerarşik olmaması, içinde herhangi bir
otorite barındırmamasını savunur.
Anarko Sendikalizm
20. yüzyılın başlarında, anarko sendikalizm, anarşizm içinde farklı bir düşünce akımı olarak yükselişe geçmiştir. Önceki anarşizm akımlarından farklı olarak emek hareketine odaklanan anarko sendikalizm, radikal sendikaları devrimci toplumsal değişimi sağlayacak güç olarak görür. Kapitalizm ve devleti, işçilerin öz yönetimine dayanan yeni bir toplumla alaşağı etmek temel amacıdır. Anarko sendikalistler ücret sistemini ve üretim araçlarının özel mülkiyetini sınıf ayrımını yarattıkları gerekçesiyle reddeder. Sendikalizmin önemli ilkelerinden bazıları; işçi dayanışması, doğrudan eylem (işyeri baskınları ve genel grev gibi) ve işçilerin öz yönetimidir.
Rodolf Rocker erken dönem anorko sendikalist düşünürlerdendir. Aynı zamanda Proudhon’da anarko sendikalist düşünürlerden sayılır.
Yeşil Anarşizm
Hareketin temel sorunu endüstri öncesi toplumu hatta bazen tarım öncesi toplumu yeniden canlandırmaktır. İnsanları doğal yaşamdan yabancılaştıran teknoloji ve ilerleme düşüncesiyle ifade edilen endüstri toplumu, bu ekolün eleştirilerinde önemli yer tutar.
Anarko-Primitivizm: Bu eleştiri “insan doğası” ve kapasitesine bir bakış olarak yaşam ortaklığı içindeki insanın milyonlarca yıllık vahşi birlikteliğine bakar. Gücün kesinlikle ahlaksızlaştırdığını düşünsek de, bundan şu sonuç çıkar ki, uygar insanın mitine zıt olarak şans verildiğinde insan kötü değildir. Eleştiri, evcilleştirmenin bugün geldiğimiz noktanın ilk aşaması olduğunu savunur. Anlayışımız şu ki, sadece kapitalist ilişkiler zulmetmezler, ayrıca yerleşik tarım mülkiyete yol açmış ve bu da erkin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu nokta, her şeyin kendi kullanımımız/sömürümüze sunulmuş objeler olduğunu düşündüğümüz bugünkü dünyanın oluşumuna neden olan başlangıç sürecini göstermektedir.
Kendilerini primitivist (insanlık tarihinin ilk dönemlerinde ya da ilkel insanlar arasında yaşamın çok daha iyi, dürüst ve etik olduğunu savunan bir inanç akımıdır.) olarak adlandıran bazı yeşil anarşistler doğal yaşama tam bir dönüş ve göçebe avcı toplayıcı göçebe hayat tarzını savunurken, birçok yeşil anarşist ise gündemine sadece endüstri toplumunun ortadan kaldırılmasını alır. Evcilleştirmeye veya tarım etkinliğine karşı kesin bir karşı duruş sergilemezler. İlk kategoride teorisyenlere, Derrik Jensen ve John Zerzan örnek gösterilebilir. Birçok yeşil anarşist devrim sonrası gelecek ile bağlantılı bu soruları bir kenara bırakıp, bugünün dünyasının karşı karşıya olduğu sorunlara ve toplumsal devrim konusuna odaklanmıştır.
Günümüzde birçok anarşist yeşil anarşizmin en yetkin şekli olarak Murray Bookchin’in toplumsal ekoloji düşüncesini izlemektedir. Bu akım (aydınlatma endüstrisi, tarım ve sürdürülebilir şehircilikle birlikte) gelişmiş ekolojik toplum düşüncesine ve sınıf çatışmasına dayalı anarşizm olarak ifade edilebilir.
Anarşi Ve Sanat
Şair ve oyun yazarı Oscar Wilde (1854-1900) kendisini anarşizmle özdeşleştirmiş biridir. Onun sanat hakkındaki görüşleri şöyledir: “Ütopyayı içermeyen bir dünya haritasına göz atmaya bile değmez. Çünkü o, insanlığın daima ayak bastığı bir ülkeyi dışarda bırakmaktadır. Ve insanlık oraya ayak bastığında, gözleriyle aranır, daha iyi bir ülke görerek, yelken açar. İlerleme, ütopyaların gerçekleşmesidir.
Başkalarının ihtiyaçları ve arzularına atfen onlar için bir şeyler yapmak zorunda olan bir birey ilgiyle çalışmaz ve bunun sonucunda içindeki en iyiyi eserine aktaramaz. Diğer yandan ne zaman bir cemaat, bir cemaatin güçlü kesimi ya da herhangi bir türden devlet sanatçıya ne yapması gerektiğini dikte etmeye çalışsa, sanat ya tamamen yok olur gider, ya klişeleşir, ya da düşük ve bayağı bir zanaata dönüşerek yozlaşır. Bir sanat eseri benzersiz bir mizacın benzersiz bir sonucudur. Onun güzelliği yaratıcısının neyse o olmasından gelir. Başka insanların ne istedikleriyle hiç alakası yoktur. Gerçekte, bir sanatçı diğer insanların ne istediğini dikkate alıp bu talebi karşılamaya çalıştığı anda bir sanatçı olmaktan çıkar. Silik ve eğlendirici bir zanaatkâra, dürüst ya da sahtekâr bir tüccara dönüşür. Artık bir sanatçı olarak görülmeyi arzu edemez.
Sanat bireyciliktir ve bireycilik bozucu ve parçalayıcı bir güçtür. Onun büyük değeri bunda yatmaktadır. Bozmaya çalıştığı türün tek düzeliği, geleneğin köleliği, alışkanlığın tiranlığı ve insanın bir makine düzeyine indirgenmesidir. İnsanlar bazen hangi devlet şeklinin bir sanatçının içinde yaşaması için en uygun olan olduğunu araştırırlar. Bu soruya verilecek sadece bir cevap var: Sanatçı için en uygun olan devlet şekli hiç bir devletin olmamasıdır. Onun ve sanatının üstünde iktidar olması komiktir.”
Anarşi ve Eğitim
Anarşist düşünürlerden Bakunin eğitim üzerine düşüncelerini açıklamıştır. Kapitalizmin yalnızca bir kısım insanların iyi eğitim almasını sağlayarak sürecin içinde yöneten ve yönetilen sınıfın ortaya çıktığını iddia etmiştir. Dünyayı daha iyi anlayan, daha eğitimli insanların eğitimsizlere göre yönetmede daha önde olacağını söylemiştir. Dolayısıyla topyekûn bir eğitimden bahsetmektedir. Herkes eğitilmeli. Bir bilim adamı aynı zamanda bir usta da olabilmeli. Yani ne bilginler ne de yalnızca işçiler olmayacak bu sayede yalnızca insanlar olacaktır. Herkes eğitilirse kim çalışacaktır sorusuna Bakunin herkes çalışmalı ve herkes eğitilmelidir der.
“Eğitim herkes için her bakımdan eşit olmalıdır. İşte bu nedenle bütünsel eğitim olmak zorunda. Yani, her cinsiyetten her çocuğu düşünce hayatına olduğu kadar, iş hayatına da hazırlamalı. Bu yolla tüm çocuklar, eşit şekilde tam insanlara dönüşebilir. Bütünsel eğitimde bilimsel veya teorik eğitimin yanı sıra endüstriyel ya da pratik eğitim de olmak zorundadır. Tam insan ne yaptığını bilen işçi yetiştirmenin tek yolu budur.”
Fransisco Ferrer ise eğitim alanında şu görüşlere sahiptir: “Çocuk eğitimini yenilemek isteyenlere açık olan iki yöntem bulunuyor: Mevcut eğitim sisteminin bozuk olduğunu bilimsel olarak kanıtlamak ve aşamalı değişiklik sağlamak amacıyla, çocuk üzerine düşünmek yoluyla okulun dönüştürülmesi için çalışmak; ya da modern toplumun üzerine kurulu olduğu toplumsal adetlerden, ön yargılardan, zalimlikler, hilekârlıklar ve yalandan uzak duranların kontrolü altında, toplum idealine ve onun birimlerine doğrudan karşılık gelen ilkelerin doğrudan uygulanabileceği yeni okullar kurmak.”
Her anarşist düşünür eğitimin gerekli olduğuna inanır. Yalnızca eğitimci ile eğiten arasındaki ilişkinin köle/efendi ilişkisinden farklı olması gerektiği üzerinde durur. Burjuva eğitiminin daha çok köle yetiştiren bir eğitim sistemi içerdiğini vurgularlar.
Anarşizmde Kadınlar, Aşk ve Evlilik
Doğal ailenin değil ama, kanuna ve mülkiyete dayalı yasal ailenin ortadan kaldırılması. Dini ve medeni evliliğin yerine özgür evliliğin geçirilmesi. Yetişkin kadın ve erkekler, diledikleri gibi birleşme ve ayrılma hakkına sahiptirler. Toplum ne onların beraberliğini engelleme, ne de onları bu beraberliği devam ettirmeye zorlama hakkına sahiptir. Miras hakkının feshedilmesi ve çocukların eğitiminin toplum tarafından üstlenilmesiyle birlikte, evliliğin fesh edilmezliğine dair tüm meşru nedenler ortadan kalkacaktır. Bir erkeğin ve kadının bağlılığı özgür olmalıdır. Çünkü özgür bir seçim, ahlaki dürüstlüğün vazgeçilmez koşuludur. Evlilikte erkek ve kadın mutlak özgürlüğe sahip olmalıdır. Ne şiddet, ne tutku ne de geçmişte teslim olunan haklar birinin özgürlüğüne diğeri tarafından saldırılmasını haklı gösteremez ve bu türden her saldırı suç olarak görülecektir.
Kadın anarşistlerden Louise Michel’de kadın ve erkeklerin cinsiyet eşitliğini savunmuş ve kapitalizm kültüründe kadının Moliére’nin söylediği gibi “erkeğin çorbası” olduğunu iddia etmiştir. Güçlü cinsiyetin yani erkeklerin kadınları güzel bir cins olarak tanımlayarak yatıştırdığını söylemektedir. Emma Goldman diyor ki: “Anarşiyi gerçekleştirmek istiyorsak, ilk önce özgür kadınlarımızın olması zorunludur. En azından ekonomik olarak en az erkek kardeşleri kadar bağımsız olan kadınlar. Ve özgür kadınlarımız olmadığı sürece, özgür annelerimiz de olamaz. Anneler özgür değilse, genç jenerasyondan hedefimizi, yani anarşist bir toplumun kurulmasını gerçekleştirmekte bize yardımcı olmasını bekleyemeyiz.
Değerlendirme
Anarşizm konusunu incelediğimizde bu konunun insanın özgürlüğü etrafında döndüğünü söyleyebiliriz. İnsanı kısıtlayan herhangi bir otorite kabul etmemektedir. Anarşizmin tarihsel gelişimini incelediğimizde Avrupa’ya ait bir düşünce olduğu karşımıza çıkmaktadır. Feodal toplumdan kurtulan Avrupa burjuvazinin gelişimiyle birlikte özgürlük anlamında umutlanmış fakat kapitalizmin elinde sefalet çeken kitlelere dönüşmüştür. Karnını dahi doyuramayan insanlar makinelerin çarkları arasında insanlığa dair tüm umutlarını kaybetmiştir. Anarşizm bir yerde batı bürokrasisine ve kapirtalizmin pençelerine karşı bir haykırıştır. O dönem içinde Hristiyanlığı temsil edenler sömürgeyi bizzat meşrulaştırmış ve desteklemiştir. Hal böyle olunca din kurtarıcı kimliğini kaybetmiş ve tanrı fikri de yavaş yavaş kaybolmuştur. Anarşistlerin tamamı tanrı tanımaz değildir ama geneli tanrı fikrini reddeder. Tanrı fikrini kullanarak toplumları kapitalizme köle yapan anlayıştan ötürü tanrıyı da insanı olumsuz anlamda sınırlayan bir varlığa dönüştürmüştür.
İslam’i açıdan bakıldığında anarşizmi nereye oturtabiliriz? İslam’ın arzuladığı şey ile anarşizmin arzuladığı şey bir yerde aynileşir. Ancak anarşizmin merkeze koyduğu ide ile İslam’ın merkeze koyduğu ide arasında ve dolayısıyla yöntemler konusunda farklılıklar kendini ortaya koyar. İslam, insanın hürriyetini arzular ve onu seçimlerinde serbest bırakır. İslam, insanın serbestçe seçim yapabilmesi için onun iradesini ona teslim eder ve iradesini sınırlayan her ne varsa onun önündeki engellerin kaldırılmasını arzular. Zira insanın baskı altında yapmış olduğu seçimler ona sorumluluk yüklemez. Ancak özgür bir biçimde yapmış olduğu seçimlerden dolayı hesaba çekilebilir.
İslam’ın bir milliyet yahut da belli bir toprak parçasının kutsallaştırılması gibi (kıble olma özelliğinden dolayı Kâbe hariç) takıntısı da yoktur. Doğal olarak İslam tüm yeryüzünü ve tüm insanlığı kapsayacak biçimde özgürleştirilmesini ve akabinde ıslah edilmesini esas alır. İnsanı köleleştiren ve onun düşünmesini engelleyen her türlü kurum, kuruluş ve davranış biçimlerini kendisine düşman ilan eder. İslam’a göre insanın hürriyet sahibi olması asla onun sorumsuz olması anlamına gelmez. Aksine onun sağlıklı bir biçimde gelişmesine ve gelişirken etrafını da sağlıklı bir şekilde imar etmesine vesile olur. Bu imar ediş biçimi hiç bir zaman tabiata ve topluma rağmen olamaz.
İslam, kadın ve erkeği Allah’ın kulları olarak görür ve Allah’a uzaklık bakımından eşit mesafededirler. Ancak mümin olmaları ve akabinde işleyecekleri Salih amellerle Allah’a yaklaşacaklardır. Kim daha çok hayır üretirse o Allah’a daha çok yakınlaşacaktır. Erkek olmak yahut kadın olmak Allah katında bir üstünlük aracı olmayıp ancak takva yani sakınma duygusu üstünlük aracı olmaktadır. İslam, kadını ve erkeği eşitlemez. Birisi elma ise diğeri armut olan meyve misali her birinin tabiatta üstlendiği rolleri farklıdır. Onun için elmayla armut yahut portakalla muz nasıl eşittir diyemiyorsak kadın ve erkek de eşit değildir. Ama her ikisi için de adil yaklaşım esas alınır. Yani her bir cinsiyet kendisine yüklenilen sorumluluk ve beceri ile hareket etmek durumundadır. Aile olmak, toplum olmak için bu iş bölümü şarttır. İslam kadın ve erkek arasında doğan hakları korumaya alır. Güçlünün güçsüzü ezmesine, hırpalamasına müsaade etmez. İslam, Moliérie’nin ifadesiyle “kadını erkeğin çorbası” yapmaz.
İslam’i anlayışta güçlünün sözü değil hakkın sözü geçerlidir. Çoğunluğun sözü değil hak olan neyse onun sözü geçerlidir. Dolayısyla İslam zulmetmediği gibi, insana ve tabiata zulmedilmesine de müsaade etmez. İslam bir devlet anlayışına sahiptir fakat devletin baskı aracına dönüşmesine müsaade etmez. İslam toplumları tek tipleştirmez. Her topluma açıkça insanı yahut toplumları ifsat etmediği sürece kültürlerini yaşamasına hatta dinlerini yaşamasına yasak koymadığı gibi onların özgürce yaşayabilmesi için alanlar açar.
İslam, insanı en güzel biçimde inşa eder. İslam ile inşa olmuş her birey; paylaşmayı bilir, affetmeyi bilir, güçsüze kol kanat germeyi bilir, merhametlidir, ahdine sadıktır, vefalıdır, paranın, makamın, şöhretin esiri olmayıp tüm kazanımlarını Allah için sarfedebilen bir gönle sahiptir. Zulmetmez, zalimin zulmüne de rıza göstermez. Kendisini, ailesini ve dahi dünyayı iyilikle idare edebilecek hikmete ve ferasete sahip olabilmek için sürekli öğrenme ve öğrendiklerini sahaya yansıtma derdindedir.
İslam anarşizmin tarihsel feryadını anlar ve bu çığlığa sessiz kalmaz. Lakin hedefini şaşırmış bir mermi gibi dolaşmasına da razı değildir. Bir şeyleri imar etmek isterken bunu insanın fıtratına rağmen yapmasına itiraz eder. İslam, kendi iç bütünlüğü içerisinde anarşizmi ehlileştirir, ıslah eder ve mümin kimliği içinde ezilenlerin umudu olur. Yönetenlere ise nasıl adil bir şekilde yönetileceğinin yol haritasını verir. Böylelikle İslam, tüm emperyalistlerin korkulu rüyası olurken “bizim uğrumuzda savaşacak kimse yok mu?” diyen mazlumlar için de her daim umut olur.