Bosna Hersek’in Kuzey ve batı sınırlarında Hırvatistan Cumhuriyeti, güney ve doğu sınırlarında ise Sırbistan ve Karadağ yer alır. Yüzölçümü 51.129 km2’dir. Günümüzde yaklaşık 4.500.000 nüfusa sahiptir. Kilometre kareye ortalama 88 kişi düşmektedir. Bosna 1463’te tam olarak Türk yönetimi altına girdi. 1878 yılında Avusturya- Macaristan tarafından işgal edildi. 30 Mayıs 1917’de Slovak politikacı Koresets ve bazı meslektaşları, Slovak, Sırp ve Hırvatların tek bir devlet çatısı altında birleştirilmesi çağrısında bulunan bir deklarasyon yayınladılar. Hırvat parlamentosu da 29 Ekim 1918’de benzeri bir deklarasyonda bulundu. Hemen hemen müslümanların tamamının desteğini alan asıl parti ise 1919 Şubatında Saraybosna’da kurulmuş olan Yugoslav Müslümanlar Örgüt’üydü. Lideri Dr. Mehmed Spaho, Bosna’nın Yugoslav devleti içindeki özel bir birim olarak kendi varlığını korumaya gayret etmesi gerektiğini savunuyordu.
1920 Kasımında Yugoslavya genelinde seçimler yapıldığında Spaho’nun partisi Bosna ve Hersek’teki Müslüman oylarının nerdeyse tamamını alarak, Ulusal Meclis’te 24 sandalye elde etti. Ocak 1929’da Kral Alexander anayasayı askıya aldı ve devletin bundan sonra Sırp, Hırvat ve Slovakların krallığı olarak değil Yugoslavya olarak bilineceğini ilan etti. Devlet, Yugoslav devletini oluşturan ögelerin eski sınırlarını boydan boya kesen ve krallık iç indeki bir toprak birimini oluşturan dokuz banovinaya bölündü. Bosna dört banovinaya bölünmüştü: Hırvatistan’ın bir kısmını içine alan Vrbaska, Sırb istan’ın büyük bir kısmını içine alan Drinska, esas itibariyle Karadağ’dan ibaret olan Zetska ve Dalmaçya sahilinin bir kısmını içine alan Primorska. Bosna 400 yılda n fazla bir zamandır ilk kez parçalanmıştı. Bosnalı müslümanlar çok huzursuzdular, dört banovinanın hepsinde de azınlık durumuna düşmüşlerdi. Tito’nun ölümünden sonra, sosyalist ekonomik sistemin bozuk işleyişi tam manasıyla aşikar hale geldi ve ulusal gerilimler arttı. 1987’de Yugoslavya’da yıllık enflasyon oranı %120’ye, 1988’de ise %250’ye yükseldi. Bu yılın sonuna gelindiğinde ise Yugoslavya’nın dış borcu 20 milyar ABD doları olmuştu. Nüfus hızla yoksullaşıyor ve bu durum milliyetçilerin tahrikleri için gerekli ortamı oluşturuyordu. 28 Haziran 1989’da, Vidovdan ya da Aziz Vitus gününde yüz binlerce Sırp Kosova’nın başkenti Priştine’nin dışındaki Gazimestan savaş alanında Kosova savaşının 600. Yıldönümünü anmak için toplandı. Slobadan Miloseviç’in kalabalığa “altı yüzyıl sonra bir kez daha savaşlara ve kavgalara girdik.
Bunlar silahlı savaşlar değil ancak bu seçenek tam olarak bir kenara bırakılamaz” dedi. Bu sözler kalabalıklar tarafından coşkuyla karşılandı. 1989 yılında Yugoslavya’da partiler sel gibi çoğalmaya başladı. 1990’da çok partili seçimler yapıldı. Bu seçimleri, Slovenya’da liberal-ulusalcı bir koalisyon, Hırvatistan’da ise Franjo Tudman’ın başkanlık ettiği Hırvat milliyetçisi yeni bir parti olan Hırvat Demokratik Birliği (HDZ) kazandı. Bosna Hersek’teki 1990 Kasım seçimlerinde, Demokratik Eylem için Müslüman Parti (SDA) meclisteki 240 sandalyeden 86’sını kazanırken, Zülfikar Pasic’in Bosna Müslüman Birliği (MBO)’in aralarında bulunduğu diğer Müslümanlar 13 sandalye kazandılar. Radovan Karadzic’in başkanlık ettiği Sırbistan Demokratik Partisi (SDS) ise 72 sandalye kazandı.
1991’in başlarında Milosevic, Yugoslavya’nın federal yapısını daha gevşek konfederatif bir düzenleme ile değiştirme yönünde bir girişim olduğu takdirde, Hırvatistan ve Bosna’nın tüm topraklarını ilhak etmeye girişeceğini kamu önünde açıkça dillendirmekteydi.
25 Haziran 1991’de hem Hırvatistan hem de Slovenya bağımsızlıklarını ilan etti. Bağımsızlık savaşına girmek artık Bosna Hersek için de zorunlu hale gelmişti. Aksi halde Sırp denetimi altında, taksim edilmiş bir Yugoslavya’da kendi kaderiyle baş başa kalacaktı.
6 Nisan 1992’de Bosna Hersek Avrupa topluluğu tarafından bağımsız bir devlet olarak tanındı. Ülkeye yönelik saldırı da aynı gün başladı. BM 22 Mayıs 1992’de Bosna Hersek’i tanımış ve üye devlet olarak kabul etmiş olmasına rağmen, bir yıl önce bütün olarak Yugoslavya’ya karşı ilan edilmiş olan silah ambargosu kaldırılmadı. Hiçbir şey değişmemiş gibiydi. Sırp komutanlar bazen Bosna Hersek’teki savaşı altı-yedi yıl daha sürdürmelerine yetecek silah ve teçhizata sahip olmakla övünmüşlerdir. Ambargonun onların askeri kapasitesi üzerinde hiçbir gerçek etkisi olmayacaktı. Fakat Bosna’yı savunan kuvvetler açısından bu, uzun vadede idama mahkumiyet anlamına geliyordu.
Aliya’nın Hayatı
Tarihi olarak kargaşanın yoğun yaşandığı bir bölgede bu şartlar altında 1925 yılında doğan Aliya hafızalarımızda bir devlet başkanı ve Bosna’nın kurucusu olarak tanımlanır. Oysa Aliya yalnızca bir devlet başkanı olmayıp onu devlet başkanı yapan tarihi şartların getirdiği bir sonuçtur. Aliya daha çok bir alim ve mütefekkirdir. Onu bu yönüyle daha az tanırız. Ben bugün Aliya’yı anlatmadan önce onu en çok hangi yönüyle tanıtayım diye kendime sorduğumda onu en çok İslami mücadele kimliğiyle yani alim ve mütefekkir boyutuyla tanıtmayı uygun gördüm. Bugün batıda yaşanan İslam’ın soluklarından olan Aliya’yı konuştuğumuzda belki kendi yaşamımızı, tembelliğimizi sorgulama imkanına sahip oluruz. Ben Aliya’nın hayatına dair özet bir sunum yaptıktan sonra daha çok Aliya’nın düşüncelerini anlatacağım sizlere.
Aliya İzzet Begoviç, 1925 yılında Bosna’nın Bosanski Samac ilinde doğdu. Babannesi Üsküdarlı bir Türk kızıdır. İki yaşında ailesiyle birlikte, hayatının en önemli kısmının geçtiği Saraybosnaya taşınır. Saraybosna’da hukuk eğitimi görür ve avukat olarak çalışmaya başlar. Tarihe Tanıklığım eserinde Aliya, kendi otobiyografisini anlatır. Rahmetli annesinin kendi dindarlığı üzerinde çok büyük bir etkisi olduğundan bahseder. 12-13 yaşları arasında annesinin her sabah namazına vaktinde kalktığını ve kendisini de namaza kaldırdığını söyler. Kalkıp kalkmama o yaşta bir çocuk için ne kadar zor olsa da kalkıp mahalle camisine gider orda namaz kılardım der. Ve özellikle o yaşlarda yaşlı imam Mujezinovic’in okuduğu rahman suresinin ayetlerini hiç unutamaz. 15 yaşında inançlarında tereddüt yaşamaya başlar. Komünist ve ateist yazılar okumaya başlar arkadaşlarıyla. Ama ne var ki ateist ve komünist yazılarda Tanrı hep kötülüğün yanındadır ve din afyon olarak tanımlanır. İşte buna kalbi hiç inanmamaktadır. Tanrısız bir kâinat ona hep anlamdan yoksun gelmiştir. Birkaç yıllık inançta yaşadığı sallantıdan sonra İslam’a geri döner ama bu dönüş farklıdır artık. Kendi ifadesiyle İslam, artık yalnızca atalarından devraldığı bir din değil yeni baştan edinilmiş bir inançtı. Ve onu bir daha hiç yitirmedim der.
Kendini tanımlarken daha çok fiziksel olarak dayılarına çektiğini ama karakter olarak babasına çektiğini söyler. Oysa der benim babam babayiğit, uzun boylu ve yakışıklı biriydi. Bense yakışıklı olmadım der. Ama karakter olarak İzzetbegoviçlerin içe kapanık ve çekingen olduğunu ama dayı tarafının ise çok sosyal olduğunu söyler. Kendisi de içe kapanık ve çekingendir. Babası, anne tarafı ailesince sevilen ve görüşlerine saygı duyulan birisidir. Bir tartışma ya da bir karar verilmesi durumunda Aliya’nın babasının görüşüne müracaat edilir ve onun görüşü esas alınırdı. Bu durumun Aliya üzerinde çok olumlu etkileri olur.
1944 yılında genç Müslümanlar olarak bilinen örgütle ilk teması olmuştur. Bu örgütün çoğunu Zagrep ve Belgrad’taki üniversite okuyan gençler oluşturmaktadır. Onlarla birlikte Saraybosna’daki birinci ve ikinci liselerden bazı öğrenciler de vardır. Ormancılık öğrencisi Tarik Muftic, 1945’te komünistlerce öldürülen tıbbiye öğrencisi Esad Karadozovic, mühendislik okuyan Emin Granov ve 1951’de Yugoslavya’yı bir daha geri dönmemek üzere terk edecek olan inşaat mühendisliği öğrencisi Husref Bsagic tarafından bir grup oluşturulmuştu. Aliya onları anlatırken “dinimle ilgili duymak istediklerimle aynı paralelde olan bazı yeni fikirlerin anahtarlarını oluşturdular” der.
1944’te örgütün, hocaların birliği El-Hidaje ile bir anlaşma yapmış olmasından hoşnutsuz olduğundan örgüt içinde Aliya giderek pasifleşir. Aralarında saygı duyduğum birçok insan olmasına rağmen hocalarla hiçbir zaman tam olarak mutabık kalamadım der. Hocalık ya da şeyhlik gibi ayrı bir toplumsal sınıf ve rütbe olmaması gerektiği ve onların savunucusu oldukları İslam anlayışının İslam’ın hem iç hem de dış gelişimini engellediği görüşündedir. Bu görüşlerini kamuoyu önünde de defaatle tekrarladığından sonuç olarak belli oranda örgütten dışlanmıştır. 2. Dünya savaşı bittiğinde komünistlerin yarattığı dehşet nedeniyle örgüt aktif olmayı sürdürür. Önce komünistler genç müslümanları caydırmak ister başaramayınca da 1946 senesinde tutuklamalar başlar.
1945 yılında komünistler Saraybosna’ya girdiklerinde 45 yıl sürecek olan dönemi de başlatmış olurlar. O yılın sonbaharında genç müslümanlar, komünistlerin denetim altına almak istedikleri, Müslüman derneği Preporod’un teşkilatlanması sebebiyle bir gösteri düzenler. Hararetli antikomünist konuşmalar yapar Aliya ve dinleyiciler alkışlarıyla destek verir. Aliya henüz meydandan ayrılmadan ilk tutuklanmasını yaşar. Yaşı henüz 20’dir.
Aliya, hapishaneden çıktıktan bir süre sonra 18 yaşından beri tanıdığı kızla, Halida ile evlenir. Eşi Halida’dan iki kız ve bir erkek çocuğu dünyaya gelir iki kızından da toplam beş kız torun dünyaya gelir. Aliya bu durumu “yakın çevremde o latif cinsin tam sekiz üyesi vardı ve ben kadınların yaşama tarzlarını ve karşılaştıkları sorunları anlamaya başladım. Erkek olduğum için tanrıya şükran borçluydum ve kadınlara, yani insanlığın daha az şanslı olan kısmına karşı bir dayanışma borcum varmış gibi geliyordu” diye açıklar. 1949-1951 yargılamalarıyla örgüt tamamen tahrip edilir. Bütün önderler hapistedir dışarıda olanlar ise ya hicret etmişlerdir ya da saklanmaktaydılar. Geride düşünceyi birey olarak içinde saklayıp büyütecek kimseler kalmıştı der.
Aliya, bu süreçlerden sonra kitap yazmaya döner ve kendi ifadesiyle 1946’da yazdığı İslam Deklarasyonunu 1970’de yeniden gözden geçirerek basar. Bu kitap o dönemde çok tartışma çıkarır. Tito’nun ölümünden üç yıl sonra Yugoslav Gizli Polisi 23 Mart 1983’te ünlü Saraybosna davasına konu olan tutuklamayı yapar. Konu İslam deklarasyonunda anlatılan bir kısım tanımlamalardır. İslam Deklarasyonu kitabı mevcut düzene bir saldırı olarak addedilir ve Aliya’ya günlerce -günlerce diyorum ki tam 100 gün ve 100 gecedir- sorgulamalardan sonra son sözleri sorulur: Aliya; Yugoslavya’yı seviyorum ama yönetimini değil. Bütün sevgimi özgürlüğe veriyorum ve geriye yetkililer için bir şey kalmıyor. Ben, bu ülkenin yasalarını çiğnemekten yargılanmıyorum. Çünkü böyle bir şey yapmadım. Ben aramızdaki tekil iktidar sahiplerinin, izin verilmiş ve yasaklanmış olana ilişkin kendi standartlarını, anayasayı ve yasaları dikkate almaksızın empoze etmelerine yarayan yazılı olmayan kuralları ihlal etmiş olmaktan dolayı yargılanıyorum. Nereden bakılırsa bakılsın yazılı olmayan bu kuralları vahim bir şekilde ihlal ettim.
Bu itibarla beyan ederim ki: Ben bir Müslümanım ve öyle de kalacağım. Kendimi dünyadaki islam davasının bir neferi olarak telakki ediyorum ve son günüme kadar da öyle hissedeceğim. Çünkü İslam benim için güzel ve asil olan her şeyin bir diğer adı; dünyadaki Müslüman halklar için daha iyi bir gelecek vaadinin ya da umudunun, onlar için onurlu ve özgür hayatın kısacası benim inancıma göre uğrunda yaşamaya değer olan her şeyin adıdır” der. Bu sözler söylendikten sonra 20 Ağustos günü tam 14 yıla mahkum edilir. 24 Nisan 1988’de üst düzey bir parti yetkilisi rejim hakkında iyi ve hoş şeyler söylemesi ve pişmanlık içeren birkaç cümleden kurulu bir dilekçe yazması karşılığında serbest bırakılacağını söyler Aliya böyle bir şey yapmayacağını söyleyerek görüşmeden kalkar. 25 Kasım 1988’de Hapishane sorumlusu, Yugoslavya Cumhurbaşkanının cezasının geri kalan kısmını affettiğine dair yazıyı kendisine okur ve Aliya serbest kalır.
Serbest kaldıktan sonra Aliya’nın bir yılı dinlenmede 10 yılı ise Bosna’nın Cumhurbaşkanlığı yılları ile geçer. Aliya, hapisten çıktıktan sonraki bir yılı hep güzel hatırlar. O günleri şöyle anlatır: “Hapishanede altı yıl geçirdiniz mi, ondan sonra başınıza gelen her şey size harika görünür. Benim için de öyleydi. Okudum, seyahat ettim, yürüdüm ve çocuklarımın özeni ve dikkati ile sarıp sarmalandım. Bunlar yanında önemli olan bir başka husus da tam bir zihinsel sükunet hissetmemdi.”
Aliya, 1989-1990’daki komünist çöküşü öngöremediğini itiraf eder. Aliya, Yugoslavya’nın parçalanmasından yana değildir. O federal özerkliklerin kurulması ve özgürlüklerin artırılmasından yanadır. Ne var ki çöküş kaçınılmazdır ve bir dağılma yaşanırsa Aliya’ya göre bundan en çok olumsuz etkilenen Müslümanlar olacaktır. Sırplar en başat yerleri tutan hakim güç konumundadırlar ve oldukça saldırgan durmaktadırlar. Aliya, bir parti kurmayı tasarlar. Aklına gelen Mehmed Spaho’nun 1946’lı yıllarda kurduğu Yugoslavya Müslüman Örgütü gelir. Ama kafasında bu örgüt anlayışını biraz değiştirir. Gelecek yıllarda yüzleşmek zorunda kalacağı bazı imtihanlarla başa çıkmaya muktedir olacak bir parti olmalıdır. Ve kurulacak bu partinin tüm Yugoslav müslümanları birleştireceğinden emindir. Öyle de olur. Halk sanki yıllardır bekliyormuş gibidir. Bu siyasi parti ileride SDA (Demokratik Eylem Partisi) olarak adlandırılacaktır. Kasım 1989’da parti kurulma çalışmaları başlar. 27 Mart 1990’da parti kurulur ve SDA Kasım 1990 seçimlerinden zaferle çıkar.
Partinin Kurucular Kurulu’ndaki konuşmasına Aliya, Bismillah diyerek başlar. Bunu iki nedenle yaptığını söyler: Öncelikle, çok samimi bir şekilde her şeye Kadir olana, bize yardım etmesi için dua ediyordum der; ikinci olarak da o, dini özgürlüğün bir simgesi ve rejime itaatsizliğin açık bir işaretiydi der. 25 Ağustos 1990’da ikinci dünya savaşında Foça’da Sırp çetnikler tarafından öldürülen müslümanlar için “Foça bir daha asla tekrarlanmamalı” sloganı altında 100.000 boşnak affetme niyetiyle miting yapar. Tarihi köprüden ölenlerin anısına çiçekler atılır. Aliya, masum sırp kurbanlar içinde çiçek atılmasını teklif eder. Ve asla Sırp çetniklerin yapmış olduğu zulümleri bütün bir Sırp ulusuna tahsis etmez.
Artık savaş kaçınılmaz olarak gelmektedir. Sırplar bağımsızlık ilanından sonra Hırvatlarla çatışmaya başlamışlar ve sırada Bosna-Hersek vardır. Bu savaşı engelleyebilmek için var gücüyle çalışır Aliya. SDA’nın açılış konuşmasında özetle şunları söyler: “Bizi boyun eğdirmeye çalışanlara izin vermeyin, çünkü biz kimsenin karşısında boyun eğmeyiz; bizleri haklarımızdan mahrum etmeye çalışanlara da izin vermeyin, zira bugün bu hakları yeniden kazanacağız. Ne hayatı başkalarının sevdiğinden daha fazla seviyoruz ne de ölümden, başkalarından daha fazla korkuyoruz; ve yaralarımız bizim canımızı da aynı derecede yakıyor.
Bu savaşta tarafsızlığımızı ilan ettik; çünkü bu, bizim içinde ellerimizi kirletemeyeceğimiz ve buna ihtiyacımızın da olmadığı kirli bir kardeş kavgasıdır. Genç erkeklerimizi askere göndermeyi reddettik çünkü bu bir özgürlük savaşı değil. Böyle davranmakla insanlarımızın birçoğunun hayatlarını ve ruhlarını kurtardık. Hayatlarını kurtardık diyorum çünkü öldürülmediler ve ruhlarını diyorum çünkü öldürmediler. Ne cellat ne de kurban olacak biçimde davrandık… Her şeye Kadir olan Allah’a yemin ederim ki asla köle olmayacağız!
1992’de başlayan savaş 1995 Dayton anlaşmasına kadar devam eder. Savaş, Bosna halkını ve Aliya’yı oldukça derinden yaralamıştır. Özellikle Serebrenitsa katliamı dünyanın ve Bosna’nın kalbinde derin bir acı olarak yaşayacaktır. Dayton anlaşmasında müzakereci olarak katılan Aliya, anlaşmayı ne ahlaki ilkeler bazında ne de adalet bakımından doğru bulmadığını ama halkına da barışı reddeden taraf olarak dönemeyeceğini ifade ediyordu. Halkı acılar içindeydi ve onun derdi Müslüman halkın daha fazla katliama uğramasını önlemekti. Aliya, Bosna için o tarihi şartlar altında yapılabilecek en iyi anlaşmayı yapmış olmanın sevinciyle ülkesine dönmüştü. 21 Kasım 1995’te Dayton’da kararlar üzerine anlaşıldı ve anlaşma Fransa’nın başkenti Paris’te Elysee sarayında imzalandı. Böylece Bosna-Hersek savaşı bitmiş oldu.
Aliya, 2000 yılında sağlık sorunları nedeniyle cumhurbaşkanlığı görevinden istifa etti ve 2003 yılında ise hakkın rahmetine kavuştu.
Eserleri: Doğu Batı arasında İslam, Özgürlüğe Kaçışım, Tarihe Tanıklığım, İslam Deklarasyonu
Aliya’nın Düşüncelerinden Bazıları:
Aliya’yı siyasetçi kimliğiyle tanımanın yanında istiyorum ki alim kişiliği ile de tanıyalım. Aliya, islam dünyasındaki geriliğin sebebinin birilerinin iddia ettiği gibi İslam’dan kaynaklanmadığını tam aksine İslam’ın hayattan dışlanması olduğunu söylemektedir. Ve “müslümanlardan İslam’a sığınırım” ifadesini kullanmaktadır.
Aliya, İslam Deklarasyonu kitabında Kadın konusuna geniş bir yer ayırmıştır. Batı’nın kadına bakışını hem kapitalizm açısından hem komünizm açısından ele alan Aliya konuya bir de İslam’ın gözünden bakmıştır. İslam, kadının eşitliği taraftarı mıdır? Diye sorar ve bu soruya nereden bakıldığına göre cevap değişir der. İnsan olarak, aynı ve eşit değerde olan bir şahıs olarak, etik, ahlaki ve insani mükellefiyetlerin yüklenicisi olarak söz konusu ise evet.
Avrupa’da genel olarak anlaşılan eşitliğin, aile ve toplum içinde görevlerin aynileştirilmesi söz konusu ise hayır. Üstün veya aşağı olmak ancak aynı tür eşyalar için geçerlidir der. Kadınlar ne daha uzun ne daha kısadırlar. Onlar basit bir ifadeyle erkeklerden farklıdırlar kim uzun kim kısa sorusu da bu şekilde devre dışı kalmaktadır der. Yani Aliya’ya göre kalp mi değerlidir akciğer mi değerlidir sorusu gibi abes bir sorudur. Çünkü bu organların her biri kendi fonksiyonunda vazgeçilmezdir. Kur’an’a göre kadın ve erkeğin dini görevleri tamamen aynıdır. Sorumluluk eşittir dolayısıyla değer de eşittir der. İslam’da kadın meselesi varsa bu meselenin çözümünün adı annedir der ve Batı zihninin iddia ettiği gibi İslam kadını aşağılamamış aksine Batılı zihin anneyi aşağılamıştır.
Kadına diyorlar ki anne olup çocuk bakman gereksiz. Doktor ol, sanatçı ol, hakim ol, yüksek düzeyli bürokrat ol. Oysa dünya geneline bakıldığında sayılan bu meslek gruplarında kadının oranı %3’e tekabül etmektedir. Geri kalan ise ya hizmetçi olarak ya da fabrikada bir makinenin dişlisi olarak çalışmaktadır. Kendi evindeki kadın anne olmakla beraber, aynı zamanda bir eş, daha sonra bir şekilde sağlıkçı, aşçı, pediatrist, diyetisyen, hijyenist, pedagog, ev bütçesinin ekonomisti, terzi, çiçekçi ve dekoratördür. Bazıları ona ev mühendisi derler. Başkalarına ait çocukların terbiyesini yapmak (öğretmen ve mürebbiye olarak) yaratıcı, kendi çocuklarını yetiştirme işinin ise aşağılayıcı, bıktırıcı ve tanınmayan (değeri anlaşılmayan) ev işinin sadece tali bir parçası olduğu konusunda bir çoğunun inancı vardır.
Çocuk sadece ebeveyni için ve kendi evinde şahsiyettir. Kreşte o çoğu zaman, mürebbiye-memur için sadece eşyalar arasında bir şeydir. Kreşler, anaokulları ve yurtlar çok az terbiye eder ve yetiştirir. Bu kurumlar çocukların duygusal tarafını gelişmemiş ve bakımsız bırakarak, onları sadece gözetir ve korur.
Aliya, Kur’an konusunda düşüncelerini açıklarken, Kur’anın anlamının anlaşılmadan okunduğunu ve onun bir yasa kitabı değil de yalnızca değerli bir hediye ve evlerin yüksekçe yerine asılmış anlaşılamaz bir kutsal kitap haline dönüştüğünden bahseder.
Müslümanların alim yetiştirmekten çok tebaa yetiştirdiğinden bu yüzden de İslam dünyasında bir kalite oluşmadığından bahseder. İslami devrim konusunda düşünceleri nettir. İslam’ın dili siyasaldır der ve otoriteyi mutlaka istediğinden bahseder. Yalnız bu otoritenin tepeden inme olamayacağını öncelikle tabandan başlayan ve tepeye doğru yükselen bir eğrinin olması gerektiğini söyler. Bu metodun peygamberi ve Kur’ani bir yöntem olduğunu söyler.
Aliya, İslam’ın şartları olan namaz, oruç, hac, zekat konusunda farklı bir düşünüşe sahiptir. Bir şeyin tanımı o şeyin ölçüsüne uygun olmalıdır der. Mesela kareyi tanımlarken; dört kenarı birbirine eşit ve paralel olan dörtgendir deriz. Kareyi tanımlayan şeyler; kenar sayısı, kenarların eşitliği ve aralarındaki açılardır der. Bugün tüm İslam aleminde beş şarttan söz ederler. Bu şartı kim belirledi bilmiyorum ama bu şartlar Kur’anın ruh ve bütünlüğünü ifade etmiyorlar der. Çünkü bu şartlar Kur’an’ı anlayarak okumanın yerini aldı. Kısaltma metotları çok riskli ve bu sebeple de sorumluluk taşır der. Onlar, içlerinde ana fikrin sakatlanması tehlikesini taşırlar, kendileri ise insanların manevi tembelliğinden destek görürler. Yani insanlar, kısaltılmış versiyonları, kısalığı, özeti hazır tanımlamaları severler. Bu durum onları uzun ve zahmetli araştırmalardan kurtarır der.
Aliya’ya göre herkes şu sonuca varıyor; bir kimse namaz kılıyor, oruç tutuyor, malının %2,5’ini zekat olarak veriyor ve neticede hacca da gidiyorsa emin bir şekilde her iki dünyanın da saadetini garantilemiş oluyor. Acaba durum böyle mi, diye soruyor Aliya. Sonra da diyor ki Aliya: Kitaplarımız, camii kapılarının eşiklerini eskiten fakat ruhları boş olan kimselerin kıssalarıyla doludur.
Kur’an’ın içinden bakarak İslam’ın her şeyden evvel iki şartı vardır. Birincisi iman etmek, ikincisi iyilik yapmaktır. Eğer bir kişi, söz konusu iyiliğin sadece namaz, oruç, zekatla sınırlandırılabileceğini düşünüyorsa, o kişi her şeyden evvel kendine karşı büyük adaletsizlik ve İslam’a karşı çok kötü hizmet ediyor demektir. Eğer ben İslam’a bir şart ekleyecek olsaydım diyor şura suresinin 39. Ayeti gereği zulme karşı direnmeyi koyardım diyor.
Aliya diyor ki; “eğer ben gayret etmezsem dünyanın bir yanı hep eksik, tamamlanmamış kalır benim yüzümden. İşte bu sebeptendir ki yalnızca iman etmem yetmiyor aynı zamanda faal de olmam lazım.” Yani iman ve salih amelin birbirinden ayrılmaması gerekiyor.
Son bölümü Aliya’nın tarihe geçmiş cümlelerinden alıntı yaparak kapamak istiyorum.
“Hayat, iman eden ve salih amel işleyenler dışındaki hiç kimsenin kazanamadığı bir oyundur.”
“Hüzün ile kayıtsızlık arasındaki tercihim hüzünden yana olacak.”
“Doğru adam, sevdiklerine karşı ya da en fazla ihtimam gösterdiği şeyler hakkında en sert şekilde konuşur.”
“Karanlığa alışmış olan köstebekler ışığa müsamaha gösteremezler. Onlara göre karanlık normal durumdur, ışık ise gayri tabii ve tahammül edilemez bir şeydir. Bazı insanlar onlara benzer. Karanlığa alışmışlardır, ışıktan hoşlanmazlar.”
“Müslümanların hızla artan nüfusuyla övünmemiz, bana şişmanlığıyla övünen ve aldığı yeni kilolardan haz alan bir adamı hatırlatıyor. Ruhumuza, aklımıza ve başarılarımıza vurgu yapmaya ne zaman başlayacağız?”
“İdeoloji insanların nasıl ve ne ile yaşadıklarını sorar. Din ise böyle yaşayan insanların niçin ve nasıl bir şeye benzediklerini sorar. İdeoloji ile din arasındaki sürekli yanlış anlamanın kaynağı da burasıdır. İdeolojinin gelişme gördüğü yerde din son derece çöküş görür. Çünkü din, hiç insan bulamaz, sadece çalışan ve tüketen varlıklar görür.”
“Akıllı adam nasıl konuşulacağını bilir. Hikmetli adam ise nasıl suskun kalınacağını da bilir.”
“Din de, ihtilal de acılar ve ızdıraplar içinde doğar. İkisi de refah ve konfor içinde yok olup gider.”
“Din vermek için, ihtilal ise almak için çağrıda bulunur.”