Rahmetli Aliya İzzetbegoviç’in düşüncesi ve kişiliğiyle ilgili söylenecek çok şey var. Bunlardan biri ve en önemlisi, samimi bir Müslüman olması ve iyi bir entelektüel profil çizmesidir. İslam’ın Batı yakasında başarılı bir İslamcı profil çizdi; hem siyasi kişiliği hem entelektüel kişiliğiyle takdir topladı.
Bir durum tespiti olarak şu hususun altını çizmekte yarar var: Batı’da entelektüel kalmadı; dünya yeni bir döneme adım atarken geçmiştekine benzer “kurucu zihin” ortaya çıkmıyor, kurucu zihinlerin mirası üzerinden gidenler de yavaş yavaş tarih sahnesinden çekiliyor. Şu anda Batı düşünce hayatına siyasetine, maddi ve iktisadi evrenine yön verenler, sosyal bilimciler, politikacılar, uzmanlar ve stratejistlerdir. Fonkisyonel değerleri inkar edilmese de, bu zümre içinde yer alanlar entelektüel sıfatını almaya hak kazanmazlar.
Teknoloji, ekonomi, strateji ve politika, yeryüzü ölçeğinde hayatı giderek yoksullaştırmakta, acımasızlaştırmaktadır. Sosyal bilimcilerden filozof veya yüksek düzeyde fikir adamı çıkmaz; sosyal bilimlerin suyunun derinliği bir karışlıktır, bilimlerin sularında sadece ayaklarınızı ıslatırsınız. Entelektüel, okyanusun derin sularına dalar, derinliklerde hikmet incileri arar. Söz konusu dört düzeyde -teknoloji, ekonomi, strateji ve politika- tabiat tüketiliyor, istifçilik gelişiyor, bedenin organizmaya ait istekleri öne çıkıyor. Tabii bunun arkasından da pragmatizmin ve başarı tutkusunun tetiklediği, hegemonik bir kültür yeryüzününün genelini istila ediyor.
Zamanımızda sanat, edebiyat ve felsefe alanında inanılmaz bir zaaf söz konusu. Kurtarıcı paradigmayı inşa etme gücünde olan din, deizm ve nihilizmle atbaşı giden sekülerleşmenin etkisinde özelleşiyor, marjinalleşiyor ve izafi alana çekilmek zorunda bırakılıyor. Din adına hüküm süren iktidarlar dini sekülerleştiriyor. Bu sebepten sürecin anavatanı Batı olduğundan entelektüel çıkmıyor. İyi bir entelektüel ancak dinin evreninde mümkün hayat bulabilir. Hıristiyanlık, Yahudilik, Budizm de entelektüel çıkarabilir, fakat en iyi ve en kâmil anlamdaki entelektüel örnekler sadece İslam’a özeldir ve bu manada sadece İslam entelektüel çıkarabilir. Şu var ki, sahih entelektüel geçmişte olduğu gibi bugün de “zenginlerin (ulusal ve küresel kapitalistlerin) sofrasından ve sultanın sarayından uzak” sade, mütevazi ve çileli bir hayat tarzını seçmeyi göze almalı.
Geçen yüzyıldan bu yana, Begoviç’i mukayese etmek açısından iki isme işaret edebiliriz: Bunlardan biri Hint yarımkıtasının en önemli entelektüellerinden -hatta en önde geleni- Muhammed İkbal, diğeri de İran kültür havzasının önemli entelektüeli Dr. Ali Şeriati’dir. Bu üçü aynı kulvarda yer almaktadırlar. “Doğu Batı Arasında İslam” adlı kitaba yazdığım önsözde de: “Muhammed İkbal’in Doğu’da açtığı parantezin Batı’daki kapatılmış parantezi İzzet Begoviç’tir” demiştim. İslam dünyası bu iki parantez arasında duruyor.
Aliya İzzetbegoviç samimi ve ahlaklı bir Müslüman’dı. Sırplar Müslümanları kıtır kıtır kesip acımasız bir vahşet sergilerken; o, tıpkı Libya’nın efsanevi kahramanı Ömer Muhtar gibi, “Bunlar bizim öğretmenlerimiz olamaz” deyip karşı çıktı. Eğer savaş İtalyanların Libya’da ve Sırpların Bosna’da yaptıkları ise barbarlıktan başka bir kelime ile tanımlanmaz. Begoviç, Peygamber (s.a)’in ana çerçevesini çizdiği savaş hukukunu gözeterek Avrupa’nın göbeğinde bir vicdanı temsil etti, kendine özgüveni olan bir Müslüman olarak münkere itiraz etti. Bu sayede hem Müslüman kimliğiyle öne çıktı, hem de Boşnaklara Müslüman kimliklerini hatırlattı. O, konuşurken bir yandan Osmanlıların Balkanlara gidişinden çok önce atalarının Sicilya İslam’ının zengin mirasından beslenirken, diğer yandan çağdaş Arap ve Hindu İslamcılarını takip ediyordu.
Muhammed İkbal ve Ali Şeriati’yi saf entelektüeller olarak görebiliriz. Saf enetelektüelden kastım bir parça “aydın” vasfı taşımalarıdır. “Ulema geleneği” ile olan ilişkileri nispeten tartışılabilir, fakat Begoviç’in ulema geleneği ile olan ilişkisi saygı temelindedir. İslam’ın ulema geleneği -irfan ve kelam’dan kopuk olmadığı sürece- bize doğru bir model sunmaktadır ve başka bir model ne meşrudur ne de mümkündür. Nice fakih var ki, hukukun şeklini aşamadıklarından kullanma süresi çoktan geçmiş kurallar gibi katılaşmış, üstelik usule aykırı tevillerle zorba iktidarların payandası rolünü oynamayı kabullenmişlerdir. İslam’ın içerisinde akademisyenlerin ve aydınların meşruiyeti kuşkuludur, hala genel kabul görmüş sayılmaz; buna mukabil ulemanın yeri vardır, çünkü “Alimler peygamberlerin varisleridir”. Peygamberler hem fakih ve müçtehit, hem arif ve sufi, hem de politik lider ve mücahittirler. Bunun 20. yüzyıldaki en belirgin modeli, “Ayetullah Humeyni”dir. Onun mirası maksadından saptırılmış olsa da, her üç özelliği de kendi kişiliğinde ve hareketinde toplamış tek örnektir. Bu açıdan baktığımız zaman Seyyid Kutub ve Ebu’l A’la Mevdudi “aydın-ulema” geleneği safına tekabül ederler. Bir tarafları aydın bir tarafları ulemadır. Muhammed İkbal, Şeriati ve Begoviç ise, “Müslüman entelektüel” safına tekabül ederler. Aydın tarafları nispeten daha ağırdır. Bu saydığım özelliklerin yanında Begoviç’in bir artısı daha vardır; mücahid olması. Kendisi politik ve askeri mücadele içinde hem bir aktör hem de bir semboldür. Muhammed İkbal, entelektüel bir şairdi ve aynı zamanda Pakistan Devleti’nin kurucu zihinlerinden biriydi, fakat o politik bir önder değildi.
Begoviç İslamiyet’i dört düzeyde kavrıyordu:
1) Kendisi için İslamiyet. Bu şu demektir: Allah’ın yarattığı bir ferd-i vahid olarak ben, Müslüman’ı, varlığı, hayatı, kendimi nasıl anlamlandırabilirim? Bu son derece önemli bir anlamlandırmadır. Hepimiz öncelikle kendimiz için Müslüman olmak durumundayız. Çünkü başlangıç noktasında bizden Allah’ın iradesine teslim olmamız talep edilir; bizden ne talep edildiğini iyi bilemezsek değil başkalarını “kurtarmak”, kendimize faydamız olmaz. Ama bunu başlangıç noktasında çözülmesi gereken bir sorun olarak görmeli; bir kısım sufiler gibi “yalnızca kendini kurtarma” işleminden ibaret olursa nefse karşı mücadele üzerinden süren bir bencilliğe dönüşür.
2) Materyalizme bulaşmış bir kültüre ve bunun üzerinden de aynı zamanda Batı’ya cevap veriyordu. Onun evrim, yaratma, kültür, medeniyet, ilerleme, ahlak, tarih, dram, sanat, ütopya, materyalizm, baskı, özgürlük ve benzeri bütün bu konularla ilgilenmesinin sebebi buydu.
3) Begoviç, Boşnak Müslüman kimliğini inşa etmek veya zaten tarihten Müslüman olarak devralınmış kimliği asli temellerine irca edip pekiştirmek istiyordu. Boşnak kimliği Sicilya, modern İslamcı söylem ve Osmanlı tecrübesiyle yakından ilgili olacaktı. Çünkü ortada dağılmakta olan bir yapı vardı, Avrupa’nın göbeğinde yeni bir kimlik inşa edilecekti. Allah’ın lütfu ve ihsanıyla, Begoviç ve bir avuç arkadaşı tarihin bıçak sırtı bir zamanında açılan boşluktan sahneye çıktılar ve bu kimliğin bu şekliyle inşa edilmesinde önemli katkılarda bulundular.
4) Begoviç, ümmetin bir ferdi olarak, tek başına kalmış bir “İbrahim” olarak, İslam dünyasının bütün sorunlarıyla ilgileniyordu. Onun temel sorunsalı, 19 ve 20. yüzyıldaki Müslüman entelektüellerin sorusuydu: “İslam Dünyası niçin geri kaldı?”
Kuşkusuz bu soru, yanlış sorulmuştu. Yükün ağırlığını Begoviç’in sırtına yüklemeden şunu söylemek istiyorum: Biz bu soruyu 19. yüzyılda sorduk ve cevabını –hala- yanlış vermeye devam ediyoruz. Aslında bu mesele, bir yere gitmek isterken yanlış bir otobana girmemize benzer. Yanlış otobana girersek, o yol bizi nereye kadar götürecekse ve yolun sonuna kadar, yanlış yolda gideceğiz demektir. Belki 19. yüzyılda bu soru anlamlıydı, çünkü yaşanan bir travma vardı ve 20. yüzyıl boyunca da bu sorunun cevabı arandı. Dolayısıyla bu soruyu soranları küçümsemiyorum, eleştirmiyorum, fakat 21. yüzyıldaki sorumuz bu olmamalıdır. Bizi ayağa kaldıracak meşru sorumuz: “Bizim küresel düzeyde moderniteye cevabımız nedir?” olmalıdır. Özgürlük, ahlak, adalet, izzet ve bir arada yaşama iradesini amaçlamayan radikalizmin bizi kör bir şiddet ve cinayetlere; iktidar için iktidarın da bizi istibdada ve yozlaşmaya mahkum ettiğini gördük.
Begoviç, İslam’ın saflığına ve sözün gücüne güveniyordu. İslam’ın saflığına güveniyordu ama araziyi tarihin ve geleneklerin tüm mirasından temizleyerek yeyeni bir bina inşa etme sevdalısı bir radikalizm heveslisi de değildi. Onun “din” algısının temel referansı ihlas ve sözün gücüydü. Tarihin tanıklığına başvuruyordu.
Bu mesele hayli önemli, çünkü İslamcı akımların hataya düştükleri noktalardan biri budur. Yıllardır zihnimi meşgul eden konu şudur: Mardin’de büyüdüm ve 19 yaşıma kadar orada kaldım. Mardin, hayranlık uyandırıcı bir medeniyetler bileşkesidir. Asurlardan Romalılara, Perslerden Araplara, Bizanslılardan Selçuk ve Osmanlılara kadar çeşitli medeniyetler Mardin’de buluşuyor. Bu anlamlı buluşmayı harikülade taş yapılarda müşahede etmek mümkün. Merak ettiğim ise: “Eğer atalarım bu eserleri yaptıysa biz de yapabiliriz. Ama yapamıyoruz? Neden?” Hep kendime bu suali sordum. Tarihin tanıklığına dönüp baktığımız zaman, yani kendi tarihimize Osmanlı’ya Selçuklu’ya ya da Begoviç’in işaret ettiği gibi, Hint yarımkıtasından, Semerkant’tan Endülüs’e ve bugün adına Ortadoğu dediğimiz bütün İslam dünyasındaki bu medeniyet merkezlerine baktığımız zaman atalarımızın ürünlerini görmekteyiz. Ama biz onların torunları utanç verici bir ilkellik içinde yaşıyoruz.
Kendimize, “peki, biz niçin bu durumdayız?” sorusunu sormamız lazım. Eğer kimi oryantalistin bize telkin ettiği gibi fıtratımızda, yapımızda bir ilkellik varsa bizden önceki atalarımızın da ilkel yaşaması icap ederdi. Aksine atalarımız insan yüzlü şehirler inşa ettiler, yüksek medeniyetler kurdular. Biz ise güzelim şehirlerimizi vandalca tahrip ediyoruz. Demek ki, sorun bizden kaynaklanmaktadır. Alev Erkilet’in de değindiği gibi, Moğolları harici sebep olarak göstermek yerine içerdeki asıl etkenler üzerinde durmamız gerekiyor.
İslam, salt bir din değildir. Bu akıldan çıkarılmaması gereken temel bir önermedir.
Peki, öyleyse nedir İslam? İslam, “Ed-Din”dir.
Biz yanılş olarak İslamiyet’i diğer din kulvarlarında yer alan dinler gibi bir din olarak telakki ediyoruz. Din olarak telakki ettiğimizde de, Müslüman kavimlere ait, millileştirilmiş, yerlileştirilmiş, tekel altına alınmış bir din olarak algılıyoruz. İslam, ya Türklerin ya Arapların ya da Farsların dinidir sanki. Mesela bir İngiliz veya bir Fransız Müslüman olduğu zaman, ya bir Türk, ya bir Arap, ya da bir Fars ismini almak zorunda. Oysa Ed-Din, en-nas’a, insanlara, türümüzün tümüne ait olan bir dindir, kimsenin tekelinde değildir.
Bir diğer husus İslamiyet, diğer dinlere karşı olan bir din de değildir. Ne Hıristiyanlığa ne de Yahudiliğe karşıdır; aksine onları tamamlayan, ikmal eden bir dindir. Onu Ed-Din yapan vasıf da budur. Begoviç buna vurgu yapıyordu. Begoviç, hep dinin tevhid eden, dünya ve ahireti birleştiren boyutundan bahsetti. Türkiye’de ise, Müslümanlığının temelini oluşturan din ve Ed-Din değil, “diyanet” olmuştur. Bu, sakatlanmış bir Müslümanlıktır. Bu sebepledir ki, devletin en önemli kuruluşuna “Diyanet İşleri Başkanlığı” denilmiş, “Din İşleri Başkanlığı” denilmemiştir. Bu isimlendirme üzerinde çokça düşünülmüş ve daha sonra seçilmiştir. Halbuki Begoviç’in yazılarında İslamiyet ne tek başına bir din ne de sadece diyanettir. Malik Bin Nebi ile Seyyid Kutup arasındaki “medeniyet-siyaset” tartışmasında, Begoviç bir adım ileri gitmeyi denemiştir. İslam’ı, Seyyid Kutup “siyaset”e, Malik Bin Nebi “medeniyet”e irca ediyordu. Türkiye’de İslamcı algının merkezinde “salt iktidar” yer aldığından önce Seyyid Kutub’un “siyasete vurgusu” yüceltildi, iktidar olunduktan sonra da Malik Bin Nebi’nin “medeniyet vurgusu” öne çıktı; iktidarla yerel ve merkezi kamu kaynaklarını ele geçirenler, şimdi ceplerine doldurdukları parayı harcayacak medeniyet formları arama aşamasına gelmişlerdi. Medeniyet onların konfor özlemlerinin dışa vurumuydu. Aramice asıllı “medeniyet”in bir mahkemenin yetki sahası içindeki yerleşim birimi olduğunu; Hz. Peygamber’in Yesrib yerine “Medine”yi seçerken “din mekanda ete kemiğe bürünmesi formlarını kastettiği”ni düşünmediler; yeni muktedirler göç ve kentin sahneye çıkardığı bedeviler olduklarından, iktidar ve medeniyet tasavvurlarında beşeri hayatın aşkın birliği olan “tevhid” merkezde yer almadığından ne Seyyid Kutub’un “siyaset”ini doğru algıladılar ne Malik Bin Nebi’nin “medeniyet”ini. Begoviç, bu iki kutbun taraflarını birleştirmeye çalışıyordu.
Begoviç’e asla “Bilge Kral” diyemeyiz. Bu son derece yanlış bir tanımlama ve ona haksızlık olur. “Bilge Kral” tabiri, İslami geleneğe ait olmayıp Yunanidir ve Eflatun’a aittir. Bundan da -Begoviç’in de karşı olduğu- faşizm ve totalitarizm çıkar. Begoviç, Müslüman bir yönetici, politik bir lider, bir yol gösterici ve güçlü bir entelektüeldi. Begoviç’i tarihin ara boşlukları sahneye çıkardı. O da gelişmeleri doğru okudu ve Lenin’in dediği gibi değişimi “perçeminden tutup” doğru bir mecraya soktu. Onu başarılı kılan imanı, Müslüman feraseti ve cesaretiydi.
Begoviç, tüm bunlara rağmen İslam dünyasının yegane rol modeli de değildir. Begoviç bu nehre büyük katkı sağlayan, çok güçlü ve gür bir ırmaktır ki, bu inkar edilemez. Bizim rol modelimiz ulemadır. Yani fakih, alim, mücahit ve arif olmak üzere; İslam’ın kelam, tasavvuf ve fıkıh boyutunu kişiliğinde toplamış olup bu mirası tekrar etmekle yetinmeyen kişi olmalıdır. Begoviç’te ise ilk ayak eksiktir. Bu da, pek tabii olarak, içinde yetiştiği şartların anlaşılabilir sonucur. 80 yıl yaşadı ve vefatından önce güzel bir söz söyledi: “Adam olan için, bu ömür çok uzundur.” Ne mutlu ki, böyle dolu dolu bir ömür yaşadı. Bize de güzel bir miras bıraktı.
Nur içinde yatsın.
http://alibulac.com.tr/