1980’lerin Ali Bulaç’ı, benim gibi köyden şehre inmiş, şehrin ışıltılı caddelerinde köyle kent arasında kendisine bir ‘yer’ aramakta olan ve Nurculuk, Ülkücülük, Milli Görüş ve muhtelif tarikatların her birinin kendine has cazibesi ortasında bir karar verme durumunda bulunan Anadolu çocukları için adeta bir ‘ada’ gibiydi. Bilhassa Çağdaş Kavramlar ve Düzenler kitabı bizler için apayrı bir tutamak olmuştu. Düşünce yayınlarının yayınladığı kitaplar, aylık Düşünce dergisi ve Hicret gibi dergilerde yayınladığı yazılar, sağcılık ve solculuğun dışında apayrı bir yol olarak İslam’ın farkına varmamıza katkısı olanlardan biriydi Bulaç.
Ali Bulaç’ı benim gibi gençler için önemli kılan en önemli faktör, onun üniversite ve Diyanet’in dışında, itibar edilen bir ilim ve fikir adamı olmasıydı. Sağ’dan veya sol’dan değil, İslam’dan konuşuyordu. Kravatı yoktu. Rol yapmıyordu. Gayet yalın, anlaşılır ve tasannûsuz konuşuyordu. Müslüman gençliğe öncülük edebilecek bir birikim, ahlakî duruş ve siyasi analiz yeteneği seziliyordu. Yani halkın içinden çıkmış, halktan biri olarak görünüyordu bizlere.
Diyebilirim ki benim nazarımda, ilk kuruluşunda (1986) Zaman gazetesinde yer alması ve bir sene kadar sonra (1987) Zaman’ın bu sonraki ekibinin el koyması ile el değiştirmesi üzerine gazeteden ayrılması, genel itibariyle ‘yerinde’ bir duruştu. 1993 yılında tekrar Zaman’a dönen, bir süreliğine yine ayrıldıktan sonra 1998’de yeniden Zaman’a demir atan Ali Bulaç ise artık ‘iyi durmamaya’ başlamıştı. Eski Ali Bulaç gitmiş, yerine başka biri gelmişti.
Bulaç, 1990’ın son aylarında yurt dışına çıkmıştı. Kendi ifadesiyle altı ay kadar “Hollanda’da hicret hayatı” yaşamıştı. Çünkü 4 Eylül 1990’da Turan Dursun öldürülmüş, ardından Ali Bulaç ve başka üç İslamcı yazar, 2000’e Doğru dergisinin kapağından hedef gösterilmişti. Bulaç hakkında ölüm kararı alınmış, infazdan bir gün öncesinde Emniyet Bulaç’a bir koruma tahsis etmişti. Kendi ifadesiyle, tehlike geçince tekrar Türkiye’ye dönmüştü.
Bulaç’ın gel-gitler neticesinde artık iyice zaman’da karar kılmasında bu ‘Hollanda hicreti’nin bir etkisi var mıdır, bilinmez. Ama AKP’ne uzak, F. Gülen grubuna ‘yakın’ duruşunun ardında, “marifet iltifata tabidir” ilkesince, Parti tarafından gerekli ‘iltifat’ın gösterilmemiş olması kuvvetle muhtemeldir. Göçün ve Kentin İktidarı-Milli Görüş’ten Muhafazakâr Demokrat Ak Parti’ye (2010) kitabını okuduğumda, orada Bulaç’ın, kendisi hep aynı kulvarda yazıp-çizdiği halde bir türlü itibar görmemiş olmaktan duyduğu rahatsızlığın dile getirilişini hissetmişimdir. AKP’nin ilgisizliği, Bulaç’ı partiye muhalif bir çizgiye taşımıştı galiba.
Nitekim 2013 yılında Star gazetesinden, gazetenin yetkili isminin, bizzat Tayyip Erdoğan’dan geldiğini bildirdiği bir yazarlık teklifi aldığını, Zaman’dan aldığı ücretin tam üç katı bir ücret üzerinde de anlaştıklarını ama transferin gerçekleşmediğini savunmasında açıklamaktadır.
Ali Bulaç Yine Aynı Ali Bulaç
Bulaç F. Gülen grubunun, bilhassa Abant toplantılarının olmazsa olmazıydı. Öyle zannediyorum ki Bulaç’ın katılmadığı bir Abant toplantısı olmamıştır. Katılmanın da ötesinde, Abant’ın yönetim kurulu üyesi olmuştu.
Ali Bulaç’ın tutuklanması ve yargılanması hususunda bir şey deme durumunda değilim. Kişisel kanaatim o ki, Bulaç 15 Temmuz darbe girişiminde bulunan bir ‘örgüt’ün müntesibi değildir. Fakat beni asıl alakadar eden şey, Bulaç’ın savunma metninde okuduğumuz üzere, FETÖ denilen yapının fikrî temellerine yönelik -rüya uydurmaları dışında- hemen hiçbir eleştiri yöneltmemesidir. Öyle görünüyor ki, “darbe yapan FETÖ”ye hakkını helal etmemek gibi -biraz da romantizm kokan- bir tepki koysa da, düşünce düzleminde F. Gülen ve ekibine yönelik herhangi bir eleştirisi görülmemekte, herhangi bir inanış, düşünce ve fiilinden dolayı da pişmanlık duymamaktadır.
Bulaç darbeyi lanetlerken, insanı acı acı güldüren savunmalar yapmaktadır. Meğer Bulaç, bu yapının ‘terör faaliyeti’ içinde olduğu kanaatine varsaymış, elbette gazetelerinde bir gün bile kalmazmış! Bulaç öyle bir cümle kuruyor ki, “yoksa Ali Bulaç zeki biri değil miydi?” diye sorası geliyor insanın; şöyle diyor: “İsmi darbeciye çıkmış bir grubun 160 ülkede okulları var. Hangi ülke onlara güvenirdi!” Yani acaba Bulaç, bu Fetö denilen yapının, o 160 ülke içinden bilhassa bazıları ile olan çok önemli bağlantılarını, işbirliklerini sahiden kavramamış mıdır?!
Bir taraftan, “Benim tanıdığım ve muhatap olduğum insanlar gerçekten temiz kişilerdir. Görüp tanıdıklarımda meşruiyetin dışına çıkma eğilimlerine rastlamadım” türünden güzellemeler yaparken, diğer taraftan “neredeyse haftalık rüya seansları uydurdular” diyor. Öbür yandan da, bir darbe girişimi ile sonuçlanan bu yapının gidişatından hiç işkillenmiyor, 160 ülkenin bu adamlara ‘güvenmiş’ olmalarını kendisi için de bir meşruiyet ve güven sebebi olarak okumuşluğunu dile getiriyor.
Tam, “hah işte şimdi hakikati tam teslim edecek” derken, yine hakla batıl karıştırılıyor: “Belki benim ve onlara iyi niyet besleyenlerin durumu Thales’in dediği gibi oldu. Göklerdeki yıldızlara bakarken önümdeki çukuru göremedim. Ama kim gördü ki, ben görecektim?” kendisinin hatırına, başkalarının da Fetö’nün fısk u fücurunu görmemişliğine hükmediyor.
Laiklik, Demokrasi v.b
1990’lı yılların bilhassa ikinci yarısı artık Bulaç’ın iyice değişip dönüştüğü bir dönemdir. Mesela F. Gülen grubunun en etkin kuruluşlarından olan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın (GYV) 14 Haziran 1998 tarihinde (ki bu tarih, ilk Abant toplantısından bir ay öncesidir ve ‘hazırlık’ mahiyetindeki bir toplantıdır) İstanbul’da Cemal Reşit Rey (CRR) konser salonunda, Cumhuriyet’in 75. yılı kutlamaları çerçevesinde tertip ettiği ‘İslam ve Laiklik’ konulu sempozyuma katılan Ali Bulaç, Zaman gazetesinde yazdığı, sempozyumu değerlendirme yazısında “laikliğin, İslam’la ve İslamî hayatı gündelik pratiklerinde yaşamak isteyen Müslümanlarla bir alıp veremediğinin olmadığını” iddia ediyordu. (Ali Bulaç, İslam ve Laiklik, Zaman, 16.06.1998). Toplantı sonunda yayınlanan dört maddelik sonuç bildirgesinin giriş kısmında, Bulaç’ın da imzaladığı şöyle bir cümle yer alıyordu: “Tüm dünyanın yeniden yapılandığı günümüzde, Türkiye’nin 21. asırda daha güçlü olabilmesi için, laikliğin ve İslam’ın içinde yaşadığımız koşullara göre yeniden yapılanması gerekmektedir.” (İslam ve Laiklik Sempozyumu Sonuç Bildirisi, Sözleşme Dergisi, I/9, Temmuz-1998).
Bu ‘yeniden yapılanma’, o yıllarda yeni/paralel bir din inşası olarak karşımıza çıkmıştır. Bu inşa faaliyeti tam gaz sürmektedir. Bu yeni bir din inşasını Türkiye’de sadece, adı şimdilerde FETÖ olarak konmuş olan F. Gülen grubu değil; kimisi ebe, kimisi süt anne, kimisi gerçek anne, kimisi de ‘baba’ olarak AKP, liberal aydınlar, birçok tarikat, cemaat, Diyanet, İslamcı feministler ve modernist İslamcılar v.b. birlikte kotarmışlardır. Şu anda siyasal ve sosyal toplumun ‘din’ olarak öne çıkarttıkları da işte bu paralel dindir.
1998 yılından itibaren artık alenen içinde yer aldığı Abant Konsili süreci Ali Bulaç’a, Din’in devlet talebi olmadığını söyletiyordu. (Aksiyon, S. 205, 7.11.998).
İslam’ın devlet diye bir talebi olmadığını beyan eden Ali Bulaç, Abant’ı eleştirenleri marjinal kimseler olarak yaftalıyor; Abant’ı konsile benzetmenin çok ağır bir benzetme, ağır bir suçlama, bir hak ihlali olduğunu ileri sürüyordu. Böyle bir benzetmede bulunanların, -kendi adına- helallik almalarını öneriyordu. (Hande Ekşioğlu, Ali Bulaç’a Abant’ı Sorduk, www.fgulen.com, 08.03.2007).
Türkiye’de dindar kesimin, kelimenin tam anlamıyla yeni bir din inşasına ikna olmasını sağlayan en önemli kurumlardan olan Abant Platformunu Bulaç şu şekilde yüceltmekteydi:
“Bu ülkenin her kesiminden akademisyen, aydın, entelektüel, yazar, STK temsilcileri bu yapıya teveccüh gösterdi; ‘farklı kesimler bir araya gelip konuşabilir, uzlaşmaya dayalı bir toplumsal sözleşme çıkar’ diye umuda kapıldı. İnsanlar bu umutla koşarak Abant Toplantıları’na katıldı. Burhan Kuzu, o günleri anarak şöyle diyor: ‘Yıllarca Abant Platformu yaptık. Biz iyi niyetle yaptık… O platformlarda o günün şartlarında çok güzel şeyler çıktı. Laiklik, din-devlet ilişkisi gibi hakikaten en zor konuları burada konuştuk.’ (Cumhuriyet, 2 Haziran 2017)” Evet, gerçekten de İslam’ı mahkum, laik-demokratik küresel şirk sistemini tazim etme anlamında ‘güzel şeyler’ yaptılar bu arkadaşlar…
Bulaç bu sözlerinin devamında, “Evet, herkes iyi niyetliydi, umutluydu…” diyerek, Abant’ı deyim yerindeyse ‘hayırla’ yad etmektedir. Tek şikayeti, Abant patronlarının, oraya katılan herkesi kendilerinin şakirtleri gibi görmüş olmalarına dairdir…
Ali Bulaç mahkemeye yazdığı savunmasında F. Gülen ve ekibinden yakınmaktadır. Yakınması neye dairdir diye merak ederseniz, cevaplayalım: “Demokrasiden geri dönüş yok” diyen bir adam; İslam ve demokrasinin, İslam ile bilim ve akli düşünmenin bağdaştığını öne süren; dünya barışı için dinlerarası diyaloğa önem veren; herkesi kendi konumunda kabul ettiğini beyan edip barış içinde bir arada yaşamaya çağıran bir hareket; bir anda nasıl böyle bir kibir ve güç zehirlenmesine uğrayıp, gözünü sivil alandan resmi topluma çevirir! Devleti şekillendirmeye ve sonunda zorbalıkla/darbe ile ele geçirmeye koyulur!
Her şeye rağmen Ali Bulaç mahkemeye kendisini ‘İslamcı’ olarak tanıtmakta; Fetö’nün aksine, dünyada ve Türkiye’de İslamcı olarak bilindiğini ileri sürmektedir: “Ben ise Türkiye’de ve dünyada İslamcı olarak bilinirim. Gazete köşelerinde, Zaman’da ve başka mevkutelerde açılan İslamcılık tartışmalarında ben Türkiye ve İslam Dünyası için özgürlükçü, demokratik, çoğulcu ve meşruiyetçi İslamcılığı savundum.”
Laiklikle İslam arasında bir sorun görmeyen, Abant’a övgüler dizen bir İslamcı…
Bulaç, her fikrini uluslararası sözleşmeler ve anayasanın tanıdığı düşünce ve ifade özgürlüğü çerçevesinde dile getirdiğini; anayasa ve yasaların tanıdığı hak ve özgürlüklere güvendiğini belirtiyor. Ayrıca AİHM’in, müracaatını kabul ettiğini ve öncelikli olarak görüşülecek bir dosya kapsamına aldığının altını çiziyor.
Değerlendirme
Ali Bulaç göründüğü kadarıyla ne iktidara yaranabilmiştir, ne de Fetö’ye. Fetö’ye yaranamadığını da, mahkemeye verdiği 85 sayfalık savunma metninden öğreniyoruz. Orada, istese dahi Fetö denilen örgüte üye kabul edilmeyeceğine kanıt olarak iki kanıt göstermektedir. Bunlardan biri şudur: Nurettin Veren’in bir TV kanalında açıkladığına göre F. Gülen “Ali Bulaç mıdır, bulamaç mıdır! Ona dikkat edin” şeklinde bir cümle sarf etmiştir. İkincisi yine Gülen’le ilgilidir. Hüseyin Gülerce bizzat kendisine Gülen’in, “Ali Bulaç sabetaisttir, içimize sokmuşlar” dediğini yine bir TV kanalında dile getirmiştir. Demek ki Gülen ona hiç güvenmemiş.
Bu durumda, bu iki yapıya kendisini beğendirememiş Bulaç’ın, “ağır ağır çıktığı merdivenlerde”, eteklerinde bir yığın gümüş yaprak yerine, laiklik ve demokrasiyle bağdaştırmaya çalıştığı bir İslam anlayışı, çoğulculuk, bir arada yaşamak gibi terimlerle ikame edilmeye çalışılan müşrik zihniyetine dair çabalar ve Abant konsili kalmıştır.
Bulaç’ın, bu yazıda dikkat çekmeye çalıştığım ve “İslam’ın Saadet Asrında düşünce ve ifade özgürlüğü mübalağasız bugünkü Avrupa seviyesindeydi” gibi, yazının hacmi artacağı için buraya almadığım birçok sözünü okurken şu düşünceler üşüştü aklıma: Aklıma hemencecik, Ezelî ve Ebedî Doğru’nun şu uyarıları geldi: Kıyamet gününde bir kısım insanların pişmanlık duyacağını belirten Allah, şayet onlara bir kere daha bu şansı tanısak bile, yine aynı hayatı yaşayacaklar, yine aynı işleri yapacaklardır buyurmaktadır.
İnsan, bir darbe girişiminin ardından tutuklanan ve ciddi sıkıntılar yaşayan, 66 yaşına ulaşmış ve ömrünün de çok az kaldığını hissettiğini ifade eden bir insanın, kendisini terör suçuyla yargılayan bir demokratik mahkemeye yaptığı savunmasında daha farklı bir tavır bekliyor: Yahu biz ne yapmışız! Nereden nereye savrulmuşuz? Ben kimlerle aynı gemiye binmişim? Kimlerin değirmenine su taşımışım? Hangi fikir/ideolojilere kol-kanat germişim? Artık yeter! Altmış altı yaşımda bu kodeste yeniden fıtrat ayarlarıma dönmenin tam zamanıdır! Ben Rabbime iltica ediyorum! Beni kirletmiş bulunan, esasında bu çağın tamamını ve her şeyini kirletmiş bulunan yerli ve yabancı, yerel ve küresel bütün akidevî/ideolojik pisliklerden arınıyorum, Allah’a tevbe ediyorum!
Ali Bulaç, kırk yıllık dost ve arkadaşlarının, kendisinin FETÖ ile itham edilmesi karşısında, “Bu apaçık bir yalan ve iftiradır demeniz gerekmez miydi?” (24/Nur, 12) şeklinde bir tavır ortaya koymalarını beklediğini belirtmektedir. Ben de buna nazire yaparak ona şöyle bir tavrı yakıştırıyorum: Kendisi de, 15 Temmuz’u bir milat olarak alıp, bunca yıllık bir geçmişi muhasebe etmeli değil miydi? Geride bıraktığı yıllarda Abant Konsilleri ve benzeri ortamlarda imza atmış bulunduğu akidevî kirlilikleri gözden geçirip, demek bunca çaba bir yanılgı imiş; bundan sonraki hayatımda tamamen ve sadece Allah’ın dini yanında yer alacağım; Allah için, Allah adına ve Allah’a göre olmayan bütün faaliyet ve düşüncelerden beraetimi ilan ediyorum demesi gerekmez miydi?
İşte bunu demeyen, hala F. Gülen grubunun safında konuşlanmasını makulleştirmeye çalışan, sözü edilen yapının bin bir türlü İslam dışı işi geçmişte alenen işlemişken, meseleyi, “darbe yapacaklarını bilseydim yanlarında durmazdım” saflığı ile geçiştirmeye çalışan bir kişiye acımak geliyor içimden.
Diliyorum ki Rabbimiz Allah ayaklarımızı kaydırmasın. Hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltmesin.