Düşünce hayatın içinde sürekli gelişen ve geliştikçe toplumları aydınlatan bir eylem olarak varlığını korur. Düşünmenin doğasında toplumların tekamülü vardır. Belki bir kısım insanlar düşünmenin iki yönünden bahsedeceklerdir. Toplumları tekamüle götüren iyi düşünce ile onun karşıtı olan toplumları felakete sürükleyen kötü düşünce. Tarihsel döngü içinde her iki düşünce biçimine de örnekler bulmak mümkün gibi görünüyor. Oysa burada benim tezim düşünme, akletme eyleminin yalnızca iyi olandan ibaret olduğudur. Toplumları birbirine düşüren, sömüren, katleden bir düşünce biçiminin içerik itibariyle akletmeme sorunundan ileri geldiğini iddia etmekteyim.
Akıl çağı olarak anılan modernite akıllı olmayı rasyonel olmaya bağlamaktadır. Kapitalizm gelişme serüveninde insanı insanın kurdu olarak tarif etmiştir. Aslında bu mesele tarihten beri var olan bir olgu olmasına karşın dille ikrarı Thomas Hobbes’a nasip olmuştur. İnsan insanın kurdu olarak anıldığı bir çağ aklın hüküm sürdüğü bir çağ olabilir mi? Eğer aklın hüküm sürdüğü bir çağı tanım olarak ortak insani değerler üzerinden yapacak olursak herkesin ortak faydasına yani fıtri anlamda herkesin gönlüne hoş gelen eylemlerin yapıldığı bir çağ olarak yapmamız gerekir. Eğer doğayı tahrip edip bitkilerin fıtratını bozduğu gibi insan fıtratını bozmuşsa ortak iyi değer kalmamış demektir. Dolayısıyla ortak iyinin tarifini de bu grup yapamaz.
Günümüz dünyası egemenlerin at koşturduğu bir dünyadır. Toplumları hangi kavramlara göre inşa edeceklerini yahut yıkacaklarını onlar belirlemektedir. Hatta kavramlar ihdas edip o kavramlar ölçeğinde yeni bir toplum var etmektedirler. Uygarlık gibi mesela… Önce uygarlık denilen bir kavram icat edersiniz sonra uygar olmanın şartlarını belirler ve o uygar olanın içine kendinizi yerleştirir böylece uygarlığın temsilcisi oluverirsiniz. Bu kavramın dışında tuttuğunuz toplulukları uygar olmayanlar olarak adlandırıp onları uygarlaştırmak artık sizin için insani bir vazife olur. Bu vazifenizi yerine getirebilmeniz için uygarlığa direnen her kişi, kurum yahut devleti zorla uygarlığa adapte edebilirsiniz. Kültür kavramını da icat edilen kavramlardan biri olarak alabilirsiniz. Çünkü uygarlığınızın bir kültüre de ihtiyacı olacaktır. Ama o kültür, örf yahut anane gibi sabiteleri olan toplum içinde geçerli bir norm olmayacak sürekli sizin tanımlarınızla değişebilecek esnek bir kavram olacaktır. Adorno ve Horkheimer’in tabiriyle kültürü kitle için bir endüstriye dönüştürebileceksiniz. Böylelikle sizin markalarınız piyasada kabul görecek, fast foodlarınız yeme zevkini belirleyecek, sizin yarattığınız imgelemelerle oluşan sinemalar izlenecek, ne giyileceğine sizin renkleriniz, ne tür bir evde ve sosyal mekanda yaşanacağına artık sizin mimariniz karar verecektir. Mesai kavramlarınızdan tutun da şehir algınıza kadar her şeyi ama her şeyi sizin uygarlığınızın var ettiği kültür belirleyecektir.
Burada esas sorulması gereken soru şudur: Var olan bu uygarlık insanlığı bir bütün olarak mahlukatın merkezine mi koymaktadır yoksa insan tarifi de kısıtlı olup insan saydıklarını mı varlığın merkezine koymaktadır? Sorunun ilk kısmı bütün insanlığın mahlukatın merkezine konulması hali ile bir kısım insanların varlığın merkezine konulması hali çok farklı yaşam biçimlerini beraberinde getirir. Akıllı olmak ile akılsız olmak ayrımı işte esas bu soruya vereceğimiz cevapta gizlidir.
Felsefe ve kelam ilmiyle uğraşanlar varlığı tartışa gelmişlerdir. Zorunlu varlık ve zorunsuz varlık olarak ikiye ayırmışlar zorunsuz olana mümkün varlık demişler. Kapitalist anlayışa gelene kadar zorunlu varlığa genel olarak tanrı denilmiş mümkün varlığa ise insanlar, hayvanlar, bitkiler vs. yerleştirilmiştir. Tüm medeniyetler zorunlu varlığı, varlığın merkezine yerleştirmişler. Zorunlu varlık olmadan hiç bir şeyin olması mümkün değildir demişler. Müslümanlar zorunlu varlığı Allah olarak tarif etmişler ve varlığın merkezine de Allah’ı yerleştirmişlerdir. İnsana irade verilmesi ve halife tayin edilmesiyle birlikte de insanı mahlukatın merkezine yerleştirmişlerdir. İnsanı mahlukatın merkezine yerleştiren esas iki şey öncelikle aklın verilmesi ve sonra bu aklın kullanılarak halifelik görevini yerine getirmesidir. Akıl ve halifelik birbirini bütünleyen iki unsur olmuştur. Ne var ki kapitalizmde işler biraz değişmiştir. Varlığın merkezine insan geçmiştir. İnsan, Allah’ın yerini alınca halife olmaktan tanrı olma lütfuna ermiş! Başta insancıklar olmak üzere doğa, hayvanlar ve dahi tüm evren yeniden şekillendirilmeye başlanmıştır. Böylelikle ortak iyi kavramı insanın tanrılığında yalnızca tanrılık lütfuna erişenlerin belirlediği iyi kavramıyla tanımlanır olmuştur.
Kapitalizmin insanlar ve toplumlar nezdinde yarattığı anaforu (girdap) gözlemlediğimizde her şey yıkıma ve yok olmaya doğru gitmektedir. İnsan dahil her şey nesneleşmiştir. Böylesi bir çağa akıl çağı demekten ziyade akıl tutulmasının yaşandığı çağ demek daha doğru bir tanımdır. İnsan acziyetini unutup kendisini varlığın merkezine koymakla baştan akılsız bir tutum sergilemiştir. Bu haliyle insan oportünist (bencil) ve pragmatist (faydacı) davranmaya mahkumdur. Çünkü onu kısıtlayan ve tutan hiç bir sabite kalmamıştır. Onu tek kısıtlayan şey yine kendidir yani kendi çıkarı ve faydasıdır. Öyleyse bu akıl nasıl olacak da ortak iyiyi temsil edebilecektir?
Akıllı olmak Allah’a iman etmektir. Çünkü Allah varlığın merkezinde olarak insanı mahlukatın merkezine yerleşmesini sağlamış ve ona bu iş için kullanabileceği aklı ve aklını kullanabileceği diğer doneleri vermiştir. Allah belirleyen konumundadır. İnsan bunu kabul etse de böyledir kabul etmese de… Allah’ın insanlık için koyduğu ilkelere baktığımızda bütün insanlar için geçerli olan şartlar vardır: İyi olmak, salih olmak, haram olanlardan uzak kalmak, zina etmemek, hırsızlık yapmamak, yetim hakkı yememek, ortaklara zulmetmemek, kardeşi için kendinden fedakarlık yapmak, güzel söz söylemek, ana ve babaya güzel davranmak, aileyi ateşten korumak, ölçü ve tartıyı tam tutmak, borçluya mühlet vermek, gerekirse borcu silmek, birbirini affedebilmek, çok malı olanın az malı olanla malını paylaşabilmek, kazancından infak etmek vs. Bütün bu sayılanlar istisnasız her insan için geçerlidir. Kimse bundan ari değildir. Yalnızca hayat memat meselesi durumunda o ana özgü kısa süreli çözümler hariç. Açlıktan ölmemek için tek çare domuz etinin yenmesi ise ölmeyecek kadar yenilmesi gibi. Kapitalizmin dünya görüşüne göre ise para için ülkeler işgal edilebilir, insan köleleştirilebilir, doğa tahrip edilebilir, hayvanlar katledilebilir, insan hazzı için her türlü sapkınlık meşru sayılabilir, adalet yerini tarafgirliğe, ölçüsüzlüğe bırakabilir. İnsan hakları denilen mevzu bile kapitalizmin insan yerine koydukları ile sınırlı bir kavramdır.
Akıllı olmak kapitalizme göre varlığın merkezinde olmayı becerebilmektir. Böylelikle sürekli hükmeden konumunda olmak ve suyun akışını kendine çevirebilmek gücüdür. Senin dışındaki dünya ile ilgilenmemek ve herkesin sana kulluk ettiği bir dünya yaratmaktır. Etrafında olan biten zulümler, tecavüzler, yangınlar, insan katliamları, yetim kalan çocuklar, organ mafyasının eline düşen çocuklar, ticaretin mahvolması, açlıklar, susuzluklar, radyasyona maruz kalan dünya, yeşilin para için tahrip edilmesi, oksijeni her gün daha çok azalan bir dünya, küresel ısınma, insanın insana güveninin azalması seni varlığın merkezinden koparmıyorsa önemsiz şeylerdir. Burada önemli olan sensin ve senin tanrılığındır. Kapitalizme göre sana değmeyen yılan bin yaşasın.
Müslümanlar bu kavramdan oldukça etkilenmiş görünmektedirler. Onlar da akıllı olmayı kapitalizmin tarifine göre yapmaktadırlar. Ben zihnimdeki oluşturduğum tanrıya tapmaktayım eğer böyle olmasaydı her şey değişik olurdu. Müslümanlar Allah’a kulluk yerine kendine kulluk etmektedir. Bu çok büyük bir iddiadır farkındayım. Bunca bölünmüşlüğü, parçalanmayı ne ile açıklayabiliriz? Herkes İslam’a davet ettiğini iddia etmekte ama hangi İslam’a? Elbette kafamızda olan İslam’a benim mutlaklaştırdığım ve herkesin de tabi olması gereken İslam’a. Çünkü varlığın merkezine ben geçtim ve Allah’ı hükmeden konumdan alıp hükmedilen, benim arzularıma göre konuşan bir tanrıya dönüştürdüm. Adına İslam dedim. İnsanlar bana tevessül ettikçe gevşedim benden uzaklaştıkça sertleştim. Kimini kafir, kimini zındık, kimini müşrik ilan ettim. Olgularla ilgilenmek yerine kişilerle uğraştım çünkü ben tanrıydım, hükmedendim. Haddini aşandım ama haddimi bildirmek isteyenlere karşı da umursamaz ve kördüm. Kendimi çok akıllı zanneden akılsızın tekiydim. Benim bu eylemim tarihten beri var olan bölünmüşlüğü, parçalanmışlığı beraberinde getirdi. Ortak iyiyi, hakikati benden uzaklaştırdı. Kendime göre yeni tarifler ve yorumlar yaptım ve yorumları mutlaklaştırdım. Oysa beni yaratan benim akıllı olmamı istemişti. Vahiyle düşünmemi ve kendimi onunla inşa etmemi istemişti. Onunla inşa edilen bir akıl asla yalan söylemez, aleyhine dahi olsa adaletten ayrılmaz, sevdiği maldan infak eder ama başa kakmaz ve her daim tevazu içinde yaşar, zulme asla rıza göstermezdi. Vahiyle inşa edilmiş bir akılda kendimi kibirli görmez, sahte riyakarlıkla yaşamazdım. Beni gören ve hatırlayan insanlar için (küfürde azgınlık etmeleri hariç) huzursuzluk sebebi değil aksine gönüllere şifa ve sevinç olurdum. Üslubumla, davranışlarımla şahit olan bir kimse olurdum.
Akıllı olma kavramını yine varlığın merkezinde olan Allah’a teslim etmek zorundayız. O zaman benin ve insanlığın ıslahı mümkün olabilir. Sevmeyi, nefreti ve dahi her şeyi onun tanımladığı çerçevede ele alalım ki akıllı olmanın şerefine sahip olalım. Kapitalizmin var ettiği akıllılık tanımı bizi daha fazla cephelere bölmekte ve her bölünme küfre karşı gücümüzü eksiltmektedir. Benin inşası için akla ihtiyacımız vardır. Akla sahip olmak için vahye ihtiyacımız vardır. Bizi vahiyden koparan her şeyin farkına varmak zorundayız. Egolarımız başta olmak üzere tüm ayartıcıları görmek zorundayız. En güçlü olduğunu düşündüğümüz yanımız en zayıf yanımız olabilir. İsmet Özel’in ifadesiyle “Allah insanı iddiasından vurur”. Yani oradan imtihana çeker. Akıllı olmak demek zihnimizde yarattığımız tanrıya değil olması gereken Allah’a kulluk etmektir. Kişileri kendi mutlaklaştırdığımız yorumlara değil vahye çağırmaktır. Etrafımızda gördüğümüz tüm zulümlere en yakınlarımızdan başlayarak akılla karşı koyabilmektir. Allah, insanın hem dünyasını hem de ahiretini güzellikle imar ve inşa edenlere akıllı demektedir. Akla her daim en çok ihtiyaç hissedenler olma zorunluluğumuz vardır. Çünkü bizler halife tayin edilmiş kimseleriz. Halifeler ise yeryüzünü Allah adına adalet ve hakkaniyetle yönetebilen kimselerdir. Kendini dahi yönetemeyen kendini olması gerekenden farklı bir yerde gören sözüm ona müslümanlardan kime ne fayda gelir ki? Allah’a karşı haddini bilen insanoğlu akıllı olmayı becerebilmiş demektir.
“Bunlara, “Yeryüzünde fesat çıkarmayın” denildiğinde, “Biz ancak ıslah edicileriz!” derler. İyi bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir. Fakat farkında değillerdir. Onlara, “İnsanların inandıkları gibi siz de inanın” denildiğinde ise, “Biz de akılsızlar gibi iman mı edelim?” derler. İyi bilin ki, asılakılsızlar kendileridir, fakat bilmezler.” 2/11, 12, 13
“İşte onlar, hidayete karşılık sapıklığı satın almış kimselerdir. Bu yüzden alışverişleri onlara kâr getirmemiş ve (sonuçta) doğru yolu bulamamışlardır.” 2/16.