Muhammed Abid Cabirî, Muaviye’nin Emevi iktidarının temellerini atan, (Ali’ye karşı) mücadelesini ve bu esnada cebir öğretisini adeta bir silah gibi kullanması olarak özetleyebileceğimiz o bilindik hırslarını anlatırken, şu çok önemli cümleyi kurmaktadır:
“Kabile akîdeye karşı zafer kazanmıştı.”
İşte bugünkü siyasal durumu da bu cümle ile özetleyebileceğimizi zannediyorum. En azından bende yaptığı çağrışımlar bu şekildedir.
Muaviye döneminde olduğu gibi, günümüzde de bir siyasal akıl hayata hükmetmektedir. Toplumu/toplumları bir siyasal irade yönetmekte, sevk ve idare etmekte, yön vermekte, hedef göstermekte; bazı hedefleri buruşturup çöp sepetine atmakta, kentleri ve her şeyi dönüştüren bu akıl, mefhumlarımızı da dönüştürmektedir.
Günümüzde ‘kabile’ yerini liberal demokrasi almıştır. Muaviye’nin kabilesi, Fukuyama’nın demokrasisi olarak çıkmaktadır karşımıza. O günün kabilesine karşılık, bugünün demokrasisi… O günün kılıç-mızrak-ok gibi silahlarının yerini bugün ateşli silahlar, parça tesirli bombalar almıştır. Fakat en kötüsü, Muaviye’nin propaganda yöntemi bugün ‘soğuk savaş’ oyunlarına dönüşmüştür; İblis’in bile belki ağzının açık kaldığı yöntemler…
Muaviye, propagandası için o günün sosyal ve siyasi şartları neyi gerektiriyorsa, hiçbirini esirgememiştir. Şeytan tüyü dikili propaganda makinesinin içinde Allah, Rasulullah, Cebrail, ne gerekiyorsa, hiçbir mukaddes mefhumu kullanmaktan çekinmemiştir. Bugünün katil teröristlerinin, bombaların içine yerleştirdikleri ‘parça tesiri’ yapmaya yönelik materyalleri gibi, o günkü propagandistler de, bu mefhumları parça tesirli düzenek haline getiriyorlardı. Peygambere Cebrail getirtiliyor ve şöyle dedirtiliyordu: “Ey Muhammed! Muaviye’ye selam söyle ve ona iyi davran. Çünkü o Allah’ın kitabına karşı emîndir ve vasidir. Ne güzel emîndir.”
Muaviye, iktidara giden yolda haram, günah, mahzurlu gibi mefhumları anlaşılan, tanımıyor, bilmiyordu. Bugün de aynı şekilde, kitlelerin uyutulması ve kurulu düzene paralel (asıl paralel!) uyumlu ve uyarlı olmaları için her türlü propaganda yapılmaktadır.
Türkiye’de mer’î sistem, bugünün koşullarına göre ve bugünün siyasi şartları elverdiği, küresel eşkıyanın göz yumduğu oranda kendi ülkesi ve kendi halkı üzerinde ve aktörlerin yemin ettikleri laik-demokratik hukuki mevzuatı korumak-kollamak koşuluyla icraatlar yapmaktadır. Fakat bilinmelidir ki bu sistem İslam değildir, İslamî de değildir; İslamlaşma ve İslamileşme yolunda da herhangi bir irade ortaya koyması da söz konusu bile edilememektedir. Kanaatimce, böyle bir irade koyması da beklenmemelidir. Beklenmesi abesle iştigal olur. Sünnetullaha aykırıdır.
Bu bakımdan belki de biraz ‘insaflı’ olmak gerekmektedir. Mevcut sistemi yürütenler zaten böyle bir taahhütte bulunmamışlardır. Ancak bir kısım ‘kolaycı’ insanlar, kolay yoldan, sadece sandık başına gidip oylarını vermek gibi bir ‘cihad’la birçok şeyin değişmesini (İslamlaşma demeye bir türlü dilim varmıyor) arzu etmektedirler. Yani halkın yüzde ellisinin az bir kesimi kendi kendine gelin-güvey oluyorsa, bunun vebalini(!), iktidardakilere yüklememek gerekmektedir. Çünkü İslamlaşma, İslamîleşme bu kadar basit bir olay, bir oyun ve eğlence değildir. İslamlaşma, çerçevesini Allah’ın çizdiği gerçek bir irade, bilinç uyanması, gerçekten bunu isteme ve hakiki bir eylem gerektirir. İslamlaşma ancak nebevî yöntem dediğimiz usul ve üslupla gerçekleşir.
Muaviye’nin kabilesinin bugüne tekabül eden tezahürleri parlamentolardır, seçim sandıklarıdır, parti tüzükleridir, Kopenhag kriterleridir, Avrupa Birliği konseptidir, insan haklarıdır, bireyciliktir, sivil toplumdur; kısacası liberal demokrasidir. Bugün İslamlaşmayı, bir iman derecesinde arzu eden insanlar öncelikle işe, Lat, Menat, Hubel gibi tanrılar kadar, hatta onlardan da öte sorgulanamaz kabul edilen bu ‘değer’, kavram ve kurumları sorgulamakla başlamalıdırlar. Bu değerleri sorgulayabilmek ilk önemli adımdır.
Bugünkü sosyal-siyasi koşulların dayattığı hayat felsefesinin (akide) vebali sadece mevcut iktidara yüklenemez. Gerek küresel, gerekse yerel iktidar, karşılarında yükselen ciddi bir talep olmadığı müddetçe tabi ki bu değerleri yüceltmeye devam edeceklerdir. Bilhassa yerel iktidarlar, tamama yakın oranda kendi halklarına istinad etmektedirler. Güçlerini halktan almaktadırlar. Geçmiş veya bugünkü bir iktidarın İslamlaşma gibi bir gündemi yoksa, bu öncelikle toplumun böyle bir gündemi olmadığındandır. Türkiye’de ciddi bir İslamlaşma çabası var da, iktidar bunu engelliyor denebilir mi acaba?
Bugünkü modern ‘kabile’cilik evet, akideye galip gelmiştir fakat ortada dişe dokunur bir akide mücadelesi yoktur. Bu, akide mücadelesi hiç yoktur anlamında değildir kesinlikle. Tabi ki bir mücadele var ama bu henüz bebeklik seviyesinde bir mücadeledir. Bu ‘bebeklik’ seviyesindeki mücadele çok mühimdir ve bu aşamadaki mücadele sahiplerine rabbimiz Allah seslenmekte ve şöyle buyurmaktadır özet olarak: Üzülmeyin, gevşemeyin, mümin olduğunuz sürece sizler en üstünsünüz! Bu üstünlüğe imanımız sonsuzdur. Bu açıdan me’yus da değiliz.
Lakin, nasıl ki Muaviye, gerektiğinde Kur’an sayfalarını dahi siyasetine alet ederek, akideyi yenmeyi başarmış ve siyaseti ele geçirmiş, saltanat koltuğuna oturmuşsa, bugün de kendini Müslüman olarak tanımlayan toplulukların başına, liberal demokratik amentüyü (kredo) esas alan iktidarlar oturmuştur. Bilhassa küresel iktidar hayata tam bir tanrı gibi hükmetme peşindedir.
İşte, akideye galip gelme derken kastımız budur.
Evet, akide bu dediğimiz anlamda mağlup vaziyettedir. İslam akidesinin yeterince bilinip tanınmaması için, liberal demokrasinin kelime ve kavramlarıyla konuşulmaktadır. Küresel eşkıya örgütler İslam akidesini tamamen bulanık, cinsellik, para, bomba ve kan gibi, ‘çok kötü’ sözcüklerle ancak bir arada düşünülebilecek kadar ‘karanlık’ olarak empoze etmektedirler dünyanın batılı, doğulu, güneyli ve kuzeyli sürülerine. Bu dayatmayı bütün halklar itina ile yutmaktadırlar.
Buna karşın, ‘İslam ülkeleri’ olarak anılan bizim coğrafyamızda ise İslam akidesini, dört başı mamur, bu akidenin ilk kaynağı neresi ise, oradan olduğu gibi, hiç kirletilmeden temiz bir vaziyette sunan güçlü bir yapı da yoktur. (Bireysel ya da küçük yapıları asla unutmuyorum). İslam akidesi adına konuşan niceleri, birtakım kendi cemaat, tarikat, parti, vakıf ve derneklerine ait ideolojik/akidevî mülevvesatını, o çok mübarek İslam akidesine bulaştırmaktadırlar. Bunların verdiği zarar, Fukuyama’nın zararından daha beterdir. Zaten Fukuyama gibiler ve kendi topraklarımızda anabileceğimiz bir yığın Selman Rüşdî çömezi isimler cesaretlerini bu, İslam’ın sözde dostu, gerçekte en yaman düşmanlarından almaktadırlar.
Şu halde, Allah’a gerçekten iman eden her mü’min, klasik ve modern her türlü ‘kabile’ hedeflerinden arınmış bir vaziyette sadece ve sadece Allah’ın tayin ettiği o nezih İslam akidesini kendine din edinmek ve bu akideyi bütün dünyaya nebevî bir yöntemle tanıtmak ve yaymakla mükelleftir. Evet, şu anda kitlelerin İslam akidesine aç ve susamış olduklarını unutmamak gerekir. Çevremizde, toplumumuzda hepimizin surat astığımız bu insanlar gerçekten İslam akidesini bilmemektedirler çünkü kimse, toplumun bu surat astığımız kesimlerine İslam’ı öğretmedi. İslam’ı sadece kandil günlerinde minarelerden sala okunması, minarelere asılan ışıklı mahyalar ya da televizyonlarda yeşil aktristlerin bin bir türlü sapkınlıkla karışık hezeyanlarından ibaret bilen bir gençlik yetişmektedir.
Bu gençliğe karşı hiçbir şey yapmadan vicdanı rahat eden ve geceleyin huzur içerisinde başını yastığa koyabilen kimselere söyleyecek hiçbir sözümüz yoktur.