Akîdemiz bizi Allah’a bağlayan sözleşmemizdir. Kulluğumuzu sadece O’na tahsis edeceğimizi beyan ediyorsak, bu, akîdemizdir. Biz kullar yaratılış zımnında Allah’a misak akdi ile bağlandık. Yaratan ve her şeyimize vakıf olan Rabbimiz bizi ne yapacağını bilmez vaziyette, arza başıboş salıvermezdi. Biz O’nu tasdik etmekte ve hayatımız pahasına O’na bağlanmakta zorluk çekmeyecek bir fıtratla yaratıldık.
İşte Allah’a olan sadakatimize akîde diyoruz. Sanki, iman etmemiz gereken hususlardan oluşan listedeki her bir iman maddesini düğümleyip, artık onunla ilgili hiçbir sorunum kalmamıştır dercesine, kalbimizin mutena bir köşesine yerleştiriyoruz, bir daha o meselenin hayatımız boyunca bizde bir istifhama yol açmayacağı beyan, ikrar ve tasdik ediyoruz. Altına imzamızı atıyoruz: gayet okunaklı, iri puntolarla, açık-seçik ve net olarak.
Akîdemizin özünü şu kabul oluşturmaktadır: Allah’tan başka ilah yoktur, Allah’tan başka Rabbimiz de yoktur. Allah, hayatımızın yegâne otoritesidir. Dünya hayatındaki beşerî otoriteler, Allah’a olan yakınlıkları, Allah’a olan itaatleri, Allah’tan korkmaları ve Allah’ın hükümlerini hayata hâkim kılma azimleri oranında bizim velimizdir ve görece otoritemizdir. Aksi takdirde, şeytanın velisidirler ve Müslümanlarla aralarında ebediyete kadar bir düşmanlık ve buğuz geçerlidir.
Hayatımız bütünüyle Allah’ın elindedir. Hayatımızın hesabını vereceğimiz tek merci Allah’tır. Bununla beraber, ictimaî ve siyasi yasalarla mukayyed olmak zorunda olan toplum hayatında, ‘ulul emr’ tanımına uygun düşen otoritelere itaat etmek, sadece Allah’a hesap verici olmamız ilkesiyle çelişmez. İnsan, aile hayatında da -eşler birbirlerine, ebeveynler çocuklarına, çocuklar ebeveynlerine- hesap verirler; işçiler işverenlerine, komşular birbirlerine hesap verirler ve bunlar akîdeyi zedelemez.
Akîdeyi zedeleyen, yanlış hesaplar üzerine bina edilen sistemlere eklemlenmektir ve yanlış sorgulara yanlış hesaplar vermektir. Yanlış hesaplar üzerine bina edilen yapılara dâhil olmamak ve yanlış sorgulamalara doğru cevaplar vermek, zaten mümin kişiyi yanlış inşa edilmiş yapıların içinde değil, dışında olmayı -mecburen- gerektirecektir. Fakat müminler, bilerek-isteyerek, çok keskin ve pazarlığa kesin kapalı olacak biçimde yanlış inşa edilmiş yapıların içinde değil, haricinde kalmaya azmetmek durumundadırlar. Hatta bunun da ötesinde, müminler, bu yanlış yapılara karşı İslam akîdesini duyurma, müminleri bu yapıların şerrinden koruma, bütün insanlığı da İslam binasına çağırma gibi bir vazife ile kendilerini muvazzaf bilmek durumundadırlar.
Akîde, bir müslümanın müslümanca duyuş, düşünüş, müslümanca davranış ve bilhassa müslümanca bur duruşun sahibi olmasını sağlayan en önemli eşiktir. İşte tam da bu eşik muvacehesinde çok ciddi bazı sorunlarımız bulunmaktadır.
Akîdesi çok ‘temiz’ yani Kur’an’a dayalı olduğu halde, yaşamında, özel hayatında, ahlakında çok ciddi sorunlar görülen insanlar hep olagelmiştir. Bu insanlara bakıp, “demek ki akîdenin sizin dediğiniz anlamda arı-duru olması bir anlam ifade etmiyor; bu teziniz geçersizdir” demek, ya cahillikten kaynaklanmakta, ya da şeytana avukatlık yapılmaktadır. Çünkü işaret etmeye çalıştığım kişiler de sonuçta insandır ve kusurdan masun değildir. İnsanların yanlışları, hakikati yok saymayı gerektirmez.
Kişi, akîdesi şeklen arı-duru olmakla beraber, muhteva olarak onu içine tam olarak sindirememiş, kabulleri kalbini yuva edinmemiş olabilir. İman kabulleri kalpte kiracı gibi ya da, kirli işlere bulaşmış olup, ne zaman evini-barkını terk edeceği belli olmayan kimselerin ikamesi gibi değil, o mekânı kendisine kalıcı bir yurt edinmiş, komşularıyla çok güzel ilişkiler kurmayı hedefleyen, çevresine hayırdan başka bir etkisinin olmasını murad etmeyen bir kimsenin ikamesi gibi yerleşmelidir. Rasuller bu kıvamda insanlardır.
Akîde, başka hiçbir gerekçe ile değil, sırf Allah böyle belirlediği için akîdedir. Allah bizlere hangi iman ilkelerini belirlemişse, imanımızın konusu onlardır. Allah, insan gruplarına, toplumlara karşı nasıl bir duruş içinde olmamızı istiyorsa, dünya hayatında nasıl bir siyasi irade ortaya koymamızı emrediyorsa, akîde işte odur. Bunlara böylece iman etmemiz ve o şekilde imanımızın peşinde olmamız gerekir.
Akîdemizle hayatımız birbirinden asla ayrılmaz. İman ayrı, amel ayrıdır denemez. İmanımızla ibadetimiz, ahlakımız, siyasetimiz, ticaretimiz, alış-verişimiz, estetiğimiz, tüketim kültürümüz, giyim-kuşamımız, hatta yolda yürüyüşümüz bile bir olmak, birbirinden ayrı-gayrı düşmemek zorundadır.
Her şeye rağmen, müminler de beşerdirler. Kendini mümin ve Müslim olarak tanımlayan insanlar, biçim olarak arı-duru bir İslam akîdesine sahip olmakla beraber, hayatlarında bunun eseri görülmeyebilir. Hâlleri ile kâlleri birbirini tutmayabilir. Bunu hiçbir mümin meşru saymasa da, bir vakıadır.
Bu durumdan, gereğinden çok yakınmanın da bir anlamı yoktur, doğuracağı bir hayır da bulunmamaktadır. Çünkü hakikatin ölçüsü insanlar değil, Allah’tır. Yakınan her insan, yakınmak yerine, hakikati nefsinde en iyi şekilde yaşatmayı hedeflerse, en fazla hayrı işlemiş olacaktır.
Akîde meselesinin bir başka boyutuna değinmek istiyorum.
Şirkten tamamen arınmış, yüzde yüz tevhidi bir akîdeye sahip olmak ve bu akîde doğrultusunda bir hayatı ikame etmek azim ve kararlılığına dudak bükenler genelde çok olagelmiştir. Böyle bir ilkeli duruş, o gün için meriyette olan egemen düşüncenin tesirinde kalmış insanlar tarafından, hiçbir zaman uygulanma imkânı olmayan, kuru bir iddianın peşinde koşmak, masa başında fikir üretmek, oturduğu yerden ahkâm kesmek olarak görüle gelmiştir. Bu gibi yüzeysel ve kurulu düzenin avukatlığını yapmaya dönük tepkilere de çok aldırış etmemek gerekir. Çünkü bunlar hiçbir fikrî temele dayanmayan, sadece duygusal ve kırılganlık içerikli tepki söylemleridir. Bunlar, akidelerine nebiler ölçeğinde titizlenen müminlerin şevkini kırmaktan başka hiçbir işe yaramamaktadır.
Kuşkusuz, akîdesi uğrunda kayda değer hiçbir çabası olmayıp, eleştirileri haklı çıkartırcasına, düşünce arılığı ve akîdevi temizlik söylemini kendisine perde yaparak, sadece cedelleşen, gecesini bilgisayarla ‘ihya’ eden, gündüzlerini de uyku ile geçiren kimi insanların varlığı bir gerçektir. Bu, gerçek ise de, akîdenin yüzde yüz tevhidî olması gerektiği de bir ‘hak’tır.
Bugün yeryüzünde arı-duru bir akîdeye sahip, akîdesi ile amil, ahlakı ile ilgi uyandıran bir İslam ümmeti değil, bu vasıflarda bir tek kişi bile bulunmasa, bu hakikat yine de değişici değildir. Sahibine çelikten bir irade temin edecek bir akîdeye istinad etmeyen hiçbir ‘İslamî’ çabanın, nebevî ölçüde başarılı olması mümkün değildir. Biz Müslümanlar zaten nebiler ölçeğinde bir İslam akîdesi ve müslümanca hayat tarzını, müslümanca duruşu bir türlü hasıl edemediğimiz için bugün Allah’ın Dinini i’lâ edememekteyiz.
Rasulleri aziz (izzetli) yapan, burada anlatmaya çalıştığımız anlamda bir akîde-duruş-ahlak sahibi oluşlarıydı. Onlar belki büyük büyük devletler kuramamışlardı, şaşalı orduları olmamıştı, karşılarında rüku eden hizmetkarlar edinmemişlerdi, altınlarla, gümüşlerle tıka-basa dolu hazineleri yoktu ama gerçek birer mü’min, gerçek birer elçi, gerçek birer önder olarak nümune-i imtisal oldular.
Rasullerin mirasına sahip olduğunu zanneden bugünkü ümmet ise, ‘sağlam bir akîde’ önermesini istihza ile karşılamakta, bu öneriyi yapanlar masa başında ahkâm kesmekle itham edilmektedirler.
Unutmamak gerekir ki akîdenin kaynağı sadece Kur’an’dır. Kur’an’ın bize öğretmediği hiçbir inanç konusu, akîdemizin mevzuu olamaz. Kur’an neye ne kadar önem atfediyorsa, o şey bizim akîde listemizde de o kadar yer etmelidir. İnsanların yorumları ve rivayetlerin Kur’an’a rağmen anlattıkları komik hikayeler akîdemiz değildirler.
İslam akîdesini bir bütün halinde ortaya koymak gerekir. Bu nedenle Müslümanlar olarak, tamamen Kur’an merkezli bir İslam akîde rehberi ortaya koymamız gerekir. Kur’an, İslam akîdesine saldırı anlamına gelen paralel inanç sistemlerinin hepsini de ifna etmeye yeterlidir. İslam akîdesinin -mesela kabir azabının olmadığı gibi- belli bazı konularını her ortamda gerek Kur’an akîdesine inanan, gerekse atalarının hurafelerini ‘inanç’ sananların gündeme getirmelerine fırsat verilmemelidir. Çünkü İslam akîdesinin hiçbir unsuru önemsiz değilse de, yine akîdenin ana eksenini gölgede bırakmaktan ve akîdeyi birkaç konuyla eşdeğer hale getirmekten şiddetle kaçınmak gerekir.
Akîdenin özünü, Allah’tan başka hiçbir varlığa ulûhiyet ve rububiyet yakıştırmamak, Allah’ı her işimize müdahil kılmak inancı oluşturur. Tevhid dini İslam’ı, tevhide zerre kadar bile halel getirmeden sahiplenmeli ve yeni nesillere de o şekilde anlatmalıdır.
Akîdeyi Kur’an’a dayandırmayı aklından bile geçirmeyenlerin, ‘Müslümanların vahdeti’ gibi girişimlerin peşinde olmaları, üzülerek söyleyelim ki, fiyasko olmaktan başka hiçbir sonuç doğurmayacaktır.
Akıbet muttakîlerindir.