Ankara farkında değil sanki, hâlâ birtakım siyasiler ve bürokratlar adeta, 28 Şubat sonrası Mesut Yılmaz’ın “Siyasi hayatıma da malolsa” dediği gibi, kör bir inatla, bu işi savunmaya devam ediyorlar.
Böyle giderse, üzülerek belirteyim ki, bu gerçekleşir. Ama sanırım Ankara’da bir hareketlilik var.
Bugün İstanbul Sözleşmesinin 9. Yıldönümü. Geçen hafta AB üyesi Romanya parlamentosu, İstanbul Sözleşmesinden geri çekilinmesi yönünde bir karar aldı. İçimizden birileri “ıslah edici” oldukları iddiası ile “övünç”le sahiplendikleri, uygulamaları “şahsen takip edecekleri” taahhüdü ile TBMM’de oy birliği ile kabul edilen sözleşmelerden biri olan İstanbul Sözleşmesi utancımız oldu.
Sözleşmeyi ilk reddeden ülke Romanya değil, Rusya da karşı. Daha önce hemen hemen aynı gerekçelerle bu sözleşme Slovakya parlamentosunda da reddedilmişti. Çek Cumhuriyeti parlamentosu da sözleşmeyi onaylamadı. Bulgar Ortodoks Kilisesinin başlattığı protestolar, Hırvatistan ve Letonya ile birlikte başka ülkelerde de yeni bir tartışmaya vesile oldu.
Bu saatten sonra Ankara’nın hiçbir bahanesi kalmamıştır. İstanbul Sözleşmesinden ibaret değil bu rezalet, 1985’de imzalanan CEDAW da bunun bir parçası. Daha geriye gidersek Osmanlı döneminde “Aile Kararnamesi”ne kadar götürebiliriz bu işe. Siyaset, toplumun “kozmik oda”sı hükmündeki mahremine bu düzenlemelerle kaba bir şekilde el attı. Bu suça katılmayan kamu otoritesi kalmadı. STK’lar da bu utancın paydaşı oldular. Türkiye Belediyeler Birliği hâlâ belediye meclislerinde, bu alanda çalışmaları koordine etmek, desteklemek üzere komisyonlar kurulması yönünde genelgeler gönderebiliyor. Bu konuda Aile Bakanlığının kurulduğu günden bu yana bütün çalışmaları gözden geçirilmelidir. 6284 sayılı yasa da bu çerçevede yeniden ele alınması gerek. Bu iş metastaz yaparak siyaset ve bürokrasinin, hukukun kılcal damarlarına kadar yayıldı.
Bu konuda uluslararası sistemin operasyonları, para ilişkileri ortaya çıkarılırsa FETÖ benzeri bir yapıyla karşı karşıya kalabiliriz. Bu ilişkilerde rol alan kişiler ve örgütlerin de bu anlamda dünden bugüne çalışmaları takibe alınmalıdır. Bunlar siyaset, bürokrasi, yerel yönetim, media, basın, üniversitelerde hâlâ saygın konumdalar. Bu yapının izleme komitelerinde yer alan, sözleşme komiserleri hâlâ muteber kişiler listesindeler.
Şunu da düşünelim, bu sözleşme yokken aile çok mu iyi durumdaydı. LBGT yok mu idi. Tamam, ama şu var, bu sözleşme tüy dikti, kapıları açtı, bardağı taşıran son damla oldu. Bazı olumsuzluklar vardı, onu düzeltelim derken, kaş yaparken göz çıkardılar. İlâç diye, zehiri, bala karıştırıp altın tas içre sundular. Peki bu sözleşme kaldırılırsa, işler yoluna girecek mi? Hayır. Tahribat çok büyük. Tek sebeb bu sözleşme değildi, ama bu rezalete yasal bir çerçeve, kılıf, meşruiyet kazandırdı. Bu çevrelerin cür’et ve cesaretini artırdı. Bakın, bu işler bugünden yarına hemen düzelmeyecek. Bu konuda atılacak ilk adım, bu sözleşmelerden çekilinmesi ve yasal mevzuatın yeniden düzenlenmesi ve sistemin içine çöreklenen kadroların tasfiyesi şart.
Normale dönüş için bu da yetmez. Diyanet ve STK’ların elini taşın altına koyması gerek. Basından bu konuda ciddi anlamda destek şart. Yoksa halkın tepkisi infiale dönüşebilir. Sözleşme iptal edildi, yasa değişti, sorun çözüldü diye bir şey yok. Bu konuda aile ve gençliğin ihyası için milli bir meclis oluşturulması, mevcut tahribatın tedavisi yanında, tahribata sebeb olan unsurların tasfiyesi gerek. Ardından da aile ve gençlikle ilgili uzun soluklu bir stratejik plana ihtiyaç var. Bu konuda MEB, Gençlik, Kültür Bakanlıklarına, YÖK’e, Diyanet’e kadar herkes bir eylem planlı hazırlamalı. Media, STK’lar ve ailelerin bizzat kendileri bu konuda sorumluluk üstlenmesi gerek. Yoksa bu durum sadece AK Parti için değil, ülkemizin geleceği açısından bir felakete sebeb olur. Koronaydı, ekonomik sorunlardı, bunların hiçbiri aile ve gençliğin geleceğine yönelik bu tehdit kadar büyük, önemli ve öncelikli değil. Bu konuda geçen her gün bu krizin daha da büyümesinden başka bir işe yaramayacak. Halka inatlaşılmaz. “Bu Allah’ın emri değil” denilmişti, ama hâlâ bazı siyasilerin hâlâ bazı formlarda bu düzenlemeleri savunmaları, eleştirileri ihanet olarak yorumlamaları ve eleştiren çevreleri itham eden, suçlayıcı ifadelerle mesajlar vermeleri, bu konuda toplumda oluşan infiali daha da büyütmekten başka bir işe yaramıyor. Bir grub arkadaş bu badireden nasıl kurtuluruz, çalışıyoruz bakalım.
Süreç AK Parti’nin aleyhine işliyor. Bütün başarı ve kazanım olarak gösterilen şeyler İstanbul Sözleşmesinin gölgesinde kalıyor. Birileri de LGBT, baro, kadın hakları, aile ile ilgili sorunları kaşıyarak bu süreci AK Parti aleyhine bir kampanyaya dönüştürmeye çalışıyor.
Bu arada 4 Mayıs’ta kabul edilip resmi gazete yayını 12 Mayıs 1988’de resmi gazetede yayınlanan, nafakayı 1 yıldan süresiz hale getiren düzenleme de bugün yürürlüğe girmiş.
AK Parti geç kaldı ve hâlâ bu işin uygulamada nasıl bir tahribata sebeb olduğunu görmek istemiyor. Bu konuyu kendileri için bir kariyer, çıkar, itibar vesilesi yapan “Beyaz Müslümanlar” ve liberaller yanında yer alan, kişi ve kuruluşlar eli ile AK Parti’nin gözleri kapatılmaya çalışıyor sanki. Ama artık bıçak kemiğe dayandı. Bakalım Ankara şimdi ne yapacak, göreceğiz. Selâm ve dua ile.
Akit / Abdurrahman Dilipak