Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva (tutkuları)nıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) ya da yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır. (NİSA, 135)
Sakın zalimlere eğilim, yakınlık göstermeyiniz. Yoksa cehennem ateşi yakalar sizi; Allah’dan başka bir dostunuz, bir dayanağınız yoktur. O zaman O’nun yardımını göremezsiniz.(HUD,113)
Ancak îman edib de iyi iyi amel (ve hareket) de bulunanlar, Allâhı çok zikredenler ve zulme uğratıldıklarından sonra öçlerini alanlar böyle değildir. O zulmedenler yakında hangi inkılâb ile sarsılacaklarını bileceklerdir.(ŞUARA,227)
İnsana yeryüzünde anasır-ı erbaa’ dan (hava, su, toprak, ateş) sonra en önemli hayati değer ve ihtiyaç nedir diye sorulsa büyük ekseriyetle “adalet” tir denecektir. Kadın-erkek, büyük-küçük, genç-yaşlı, zengin- fakir birbirlerini adil olmaya davet eder. Hatta zâlim bile yaptığını adalet için yaptığını iddia eder ve savunur. Kurtarıcılar yaptıklarını insanlığın iyiliği için, onları daha adil bir dünyada yaşatmak için yaptıklarını söylerler. Bütün büyük dinler, ideolojiler, felsefeler, büyük anlatılar “adalet” kavramını merkeze alarak kendilerini ifade etmeye çalışmışlardır. Bütün bu nedenlerden dolayı hayati değerler, bu değerleri hayata geçirmek için mücadele verdiğini iddia edenler üzerinde sürekli düşünmemiz gerekiyor.
Adalet öncelikle fıtri bir duygu ve istektir. Bu nedenle yaşamın her yerinde, her coğrafyada, her insan teki ve topluluğu tarafından hissedilir ve talep edilir. Bu nedenle adalet üzere olan her insana karşı bir muhabbet oluşur içimizde.
Adalet hayatın bütün şubelerinde hayat bulması gereken bir değerdir. İnsanın nefsiyle, Rabb’iyle, eşyayla, mahlûkatla velhasıl bütün varlık ilişkilerinde adalet, esaslı bir değerdir. Bu sebeple adaleti “bir şeyi yerli yerine koymak” olarak tanımlamışlardır. O halde zulümde ‘bir şeyi olması gereken yerden kaldırma’ cüretkârlığıdır. Sözü söylerken, işi yaparken, Rabbimizle, insanlarla, eşya ve mahlûkatla münasebetlerimizde adil olmaktır asıl olan.
Vahiy; varlığı, hayatı, eşyayı bir bütünlük içerisinde anlamamızı öğütler. Bu münasebetle Adalet kavramını diğer kavramlarla birlikte düşünmemiz gerekir. Adalet kavramı farklı kullanımlarıyla 28 defa geçer Kerim Kitabımızda. Özelikle adalet kavramıyla birlikte fıtrat, kevn, fesat, kıst, cevr, hak, ihsan, zulüm kavramlarını birlikte düşünmek gerekiyor.
Adalet denince daha çok insan ilişkileri akla gelir. Hâlbuki en büyük zulüm şirktir. Özellikle Modern Zamanlar’da olayın bu boyutu dikkate alınmaz ve özellikle görmezden gelinir. Modern zihniyet, varlık âleminde Allah’ı yok sayıyor ya da onu yanlış yere konumlandırmaya çalışıyor. Böyle yapmakla varlığın bütün unsurlarına zulüm ediyor. Bir varlığı yok saymak ve yanlış yerde konumlandırmak diğer varlıkların da zatlarına ve konumlarına haksızlıktır ve zulümdür. Bu silsile olarak Kevni âlemde fesat çıkarmaktır. Her fesat bir zulümdür. Hâlbuki doğru ve adil bir varlık anlayışına(ontoloji) sahip olamayanlar doğru bir bilgi, toplum ve siyaset anlayışına da sahip olamazlar. Evvelle ilgili doğru bilgiye sahip olamayanlar bu günü ve ahiri bütünlük içerisinde anlayamaz, bu eksiklikten dolayı zulüm ve fesat irtikâp ederler. Allah’ı doğru/hakkıyla tanımayanlar, onunla adil bir şekilde münasebet kuramayanlar, Allah’ın hakkına tecavüz edenler en büyük zulmün sahibi olarak adalet iddiasında bulunamazlar. Bu durum varlığın, eşyanın tabiatına aykırıdır. Dünyada adalet talep edebilmek için Dünyanın Sahibi’ nin hakkını teslim etmek gerekir. Yani adalet talep etmeye yüzü olmak/hak kazanabilmek için Allah’ın hakkını teslim etmek ve kendi haddimizi bilmemiz gerekiyor.
Bu vesileyle; Şirk karanlığından neşet eden kavram, kurum, felsefe ve ideolojilerden adalet ummak beyhude bir uğraştır. İnsanlığın Şirk tarihine baktığımız zaman bunu ayan beyan görebiliriz. Bütün bu tarihe rağmen bu günde bu Şirk kavram ve kurumlarına çağıranlar ve bunlardan medet umanlar ya ahmaktır ya da Şirk ehlinin gönüllü ve gönülsüz maşasıdır.
Şirk zulmünden azade olduktan, Şirk zulmüne karşı teyakkuz haline geçip Tevhit nimetiyle şereflendikten, müstakim olan yol’ a dâhil olduktan sonra adalet talibi olmaya hak kazandık demektir. Adalet talibi olduktan sonra öncelikle yapılacak ilk iş; Adalet nedir? Adaleti kim tanımlayacak? Adaleti ikame etmenin mümkün yolları ve imkânları nelerdir? Sorularını sormak ve bu soruların cevabını bulmak için azim etmektir. Bundan sonra işimiz daha da kolaylaşacaktır.
Azim etmeyenler, talip olmayanlar maksutlarına ve menzillerine ulaşamazlar.
Âlemlerin Rabbi’ nin bir ismi de el-Adl’ dir: Mutlak adalet sahibi. Varlıktaki adalet Rabbimizin el-Adl isminin tecellisidir. Adalet nedir? Sorusunun cevabını bulmak isteyenler Rabbimizin varlıkta tecelli eden afaki ve enfüsi ayetlerini okusunlar. Kâinattaki ve nefsimizdeki düzen, adaletin tecellisi olarak kendi diliyle bize adaletin tanımını yapacaktır. Kâinatta tecelli eden bu tanımı okuduktan sonra inzal olan Vahyi okuduğumuzda, hakikat bütün görkemiyle tebarüz edecektir. Bu tanımların dışındaki adalet tanımları nakıstır. Nakısı olandan adalet beklenmez; çünkü adaleti tanımlamaya, adaleti gerçekleştirmeye takati yetmez.
Fıtrat, vicdan, akıl, enfüsi – afaki ayetler ve inzal edilen vahyin tanımladığı adalet anlayışına vukufiyet kesp ettikten sonra sıra adaleti ikame etmenin mümkün yolları ve imkânlarını düşünmeye geliyor. Hadi olan Rabbimiz bu yolları ve imkânları Kerim Kitabında Nebilerin ve Son Nebi(s.a.v)’ nin kıssa ve siretleri üzerinden bizlere beyan etmektedir. Peygamberlerin(a.s) hayatları ve mücadeleleri adaletin nasıl ikame edileceğinin ete- kemiğe bürünmüş halidir. Adalet taliplilerinin, adalet sevdalılarının rehberleri öncelikle Peygamberlerdir, sonrasında Sıddıklar, Şahitler ve Salihlerdir. Bunların şahitliklerini, yol ve yöntemlerini takip etmeyenler adaleti ikame edemezler.
Sadece adalet iddiasında bulunmak yetmiyor; doğru bir adalet tanımına ve bu değeri hayata geçirecek adil bir yol ve yönteme de sahip olmak gerekiyor. Yanlış adalet tanımları yapanlar, yanlış yol ve yöntemler üzerinden adalet peşinde koşanlar yeni zulümlerin habercisidirler. Kendi batıl hayalleri üzerinden insanlığın maddi ve manevi imkânlarını heder ederler.
Peygamberler adalet için nasıl bir yol takip ettiler? Zulme nasıl kıyam ettiler?
Peygamber öncelikle kendini tanımak için nefsiyle yüzleşen insandır. İnsanın kendini tanıması; zaaflarını, imkânlarını, gücünü, sınırlarını bilmesi adaleti hayata geçirmek için doğru bir başlangıç noktasıdır. Nefsini bilen, Rabbi’ni bilmeye de bir yol tutar. Rabbi bilmek; Vahy’in rehberliğinde O (c.c)’na teslim olmaktır. Kendini bilen, Rabb’ine teslim olan insan adalet üzere yaşamanın imkânını kuşanmış demektir. Kendini bilmenin zirvesi haddini bilmektir. Haddini bilmek, kendimizde vehmettiğimiz bütün kudretin Yüce Kudret’in bir lütfu olduğunu unutmamaktır. Haddini bilmeyenler Hududullah’a tecavüze yeltenirler. Hududullah’a müdahale zulümlerin en büyüğüdür.
Nefsinde yüce değerleri temsil etmeyenlerin yüce değerler uğruna savaşım vermeye hakları olamaz.
Kendini bilmeyen egosuna meftun, megaloman, psikopat, şizofren tipin ve onun kontrolündeki tiplerin dün ve bu gün insanlığın başına ne belalar açtığına şahit olmuyor muyuz? Nefsini Rabbine teslim etmeyen insan, heva- hevesin ve şeytanın kontrolüne girer. Gerçek düşmanın heva- heves ve şeytan olduğunu unutanlar sahte düşmanlar icat ederler. Bu savaşın ahlakı ve kazananı olmaz. Bu savaşı başlatanlar, şeytanın kontrolünde kazanma hırsıyla acımasız bir zalime dönüşürler.
Yüksek karakter sahibi Peygamberler Vahiy nimetine mazhar olduklarında onunla ahlak ve adalet üzere münasebet kuran insanlar nezdinde şaşkınlık uyandırmazlar; Hz. Hatice, Hz. Ali, Hz. Ebubekir örneklerinde yaşandığı gibi. Hz. Hatice, Vahiy nimetini ve emanetini yüklenerek yanına gelen can dostunun, biricik sevgilisinin hayret ve hüzün sarmış halini görünce: “üzülme, şeytan musallat olamaz sana çünkü; sen ihsan üzere yaşayan birisin. Bu yüzden sana ancak Rahman’ın rahmeti, nimeti ve ikramı ulaşır” dedi.
İslam her şeyden önce bir ahlak ve adalet çağrısıdır.
Adaletin tek kişi tarafından temsil edilmesi toplum tarafından ilk etapta şaşkınlıkla karşılanabilir. Bir değer bir topluluk/ cemaat tarafından ete- kemiğe büründürüldüğünde sahici anlamına ulaşması için büyük bir imkân yakalamış olur. Hz. Peygamber, Mekke’deki bir avuç mustazaf ve mümin dava arkadaşı ile bunun örnekliğini gerçekleştirdiler. Bütün baskı, işkence, tehditlere rağmen bu topluluk, birlikte yaşadıkları topluma ihanet etmediler, onların yaptıklarına adalet üzere sabrettiler. İman, ahlak, adalet eğitiminden geçen bu güzide topluluk Medine’ye ulaştığında bu adalet çağrısını bir sosyal, siyasal düzen üzerinden temsil etmeye hak kazandılar.
Biz adaleti nefsimizde, ailemizde, cemaatimizde, toplumumuzda ikame ettikten sonra zalimlerin mücessem hali olan Tâgutlar ve Tâguti rejimlerin devrilmesi an meselesidir. Çünkü zulüm ile abat olunmaz. Mekke’deki Müşrik zulüm rejimi tarafından muhacerete mecbur bırakılan Mekkeli müminlerin fetih nimetiyle ödüllendirilmesi buna en güzel örnek değil mi? Bir ok dahi kullanmadan Mekke onların ayaklarına açılmadı mı? Mazlum durumda/muhalefette ahlak ve adaletten ayrılmayanlar, Rabbimizin lütuflarına mazhar olurlar. Mazlumken Hakk üzere sabır ve sebat etmek, güçlüyken affetmek adalet ahlakının zirvesidir.
Yeri gelmişken şu tarihi tecrübeyi/ gerçeği yeniden hatırlayalım: Adaletle imtihanımız son nefesimize kadar devam edecektir. Mekke’de kazananlar Medine’de kaybedebiliyorlar. Nübüvvet’in rehberlik ettiği dönemde kazananlar, Nübüvvet’in hitamının sonrasında kaybedebiliyorlar. Bu sebepten, ayaklarımızı adalet üzere sabit kılması için merhamet sahibi Rabbimize çokça dua etmeliyiz.
İslam her durum ve şartta bizlerden adaleti ayakta tutan şahitler olmamızı ister.