Dünkü Karar’daki Taha Akyol’un ‘Cehennem’in Dibine’ başlıklı yazısı İslam ve demokrasi meselesi üzerineydi. Bir süredir yine Karar’da Mehmet Ocaktan da aynı mesele üzerine yazıyor.
Aslında yıllar sonra İslam ve demokrasi üzerine yeniden yazılıyor demek daha doğru.
Çünkü 80’ler ve özellikle 90’ların en popüler tartışma konusuydu bu.
O yıllarda başlığında “İslam ve demokrasi” geçen onlarca kongre, konferans, panel düzenlenmiş, bu konuyu dergiler kapak yapmış, üzerine kitaplar yazılmış, yeni çıkan özel televizyonlarda sabahlara kadar “İslam ve demokrasi birlikte yaşayabilir mi?” “Demokrasi İslam’la bağdaşır mı?” sorularına cevaplar aranmıştı.
Siyasi ve sosyal gerçeklik bunun konuşulmasını dayatmaktaydı.
80’lerle dindarlar şehirleşmeye, kamusal alanda görünür olmaya başlamışlardı. İslami hareketler, cemaatler büyüyor, İslami kesim medyada ve entelektüel hayatta önemli bir varlık gösteriyor ve tabii Refah Partisi yükseliyordu.
80 sonrası tüm dünyada da benzer bir trend vardı. İslami hareketler yükselişe geçmiş, iktidarları zorlamaya başlamıştı. O gün İslami hareketler Türkiye’de ve dünyada laik ve otoriter devletlerin karşısında muhalif ve direnen hareketlerdi.
Bu atmosfer içinde 1984 yılında ilk cildi yayınlanmış Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın Anahatlarıyla İslam Hukuku kitabından dünkü yazısında Taha Akyol bir paragraf alıntılamış. Yazıyı henüz okuyamayanlar için o paragrafı tekrar alıntılayalım:
“Hususi hukukun hemen her branşına ait geniş ve derin araştırmalar yapılmış, bilgiler verilmiş olmasına rağmen kamu hukukunun konumuz olan branşına ait eser ve bilgiler oldukça mahduttur. Bunun en önemli sebebi Hz. Peygamber’den otuz yıl sonra başlamış olan saltanat ve istibdadın, bu bahisleri serbestçe işlemek, gerçeği çekinmeden söyleyip yazmak için gerekli fikir hürriyetine meydan vermemiş olmasıdır. Birçok İslam bilgininin yalnızca fiili muhalefetleri yahut zalim sultanlara karşı tarafsızlıklarını muhafaza etmek istemeleri karşısında çektikleri işkenceler bu baskı rejiminin bir başka delilini teşkil etmektedir.” (Anahatlarıyla İslam Hukuku, I, s. 165-166)
Her ikisi de benzer zorlukların ve ihtiyaçların içinden dillendirildiği için bunda şaşılacak bir şey de yok.
Aslında o yıllarda sadece Karaman değil, bugün siyasette aktif görevlerde olan, gazetelerde yazıp çizen pek çok İslami entelektüel ve siyasetçi de İslam’ın böyle hürriyetçi ve otorite karşıtı bir yorumunu savunuyordu.
O yıllarda Türkiye’deki İslam ve demokrasi tartışmalarının iki cephesi vardı.
Tartışmaların bir tarafında ‘İslam ile demokrasi asla uyuşmaz, günün sonunda Müslümanlar şeriat ister, bunlara asla inanılmaz’ diyen, neredeyse dindarlara asla değişmez, genetik ontolojik bir gerilik atfeden katı laikler duruyordu.
Onların karşısında ise İslam’ın demokrasi ile uyumlu olduğunu söyleyen, Medine Vesikası’ndan , Veda Hutbesi’nden örnekler veren, başörtüsünü bile “mini etekliler” karşılaştırmalarıyla liberal argümanlarla savunan dindar siyasetçiler, entelektüeller ve kamusal aydınlar bulunuyordu.
Tabii şimdi bir kısmı hapiste, bir kısmı sürgünde bazıları da dışlanmış olan liberal ve sol demokrat entelektüeller de statükoya karşı dindarların siyasal ve sosyal taleplerinin yanında duruyor, onların beyanına itimat ediyor, toplumsal değişime şans tanıyordu.
Özellikle 1994’de Refah Partisi’nin büyükşehir belediyelerini kazanmasından sonra bu tartışmalar alevlendi.
1997 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Demokrasi Sempozyumu düzenlemiş, gazetelerde çıkan haberlere göre ev sahibi olan Büyükşehir Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan, sempozyumu Şerif Mardin, Doğu Ergil, Mehmet Ali Kılıçbay gibi hocalarla birlikte izlemiş, gazetecilerin soruları üzerine DEP’in kapatılmasına destek veren partisini demokrasi açısından eleştirmişti.
O yıllarda İslam ve demokrasi meselesinin en çok konuşulduğu mecralardan biri de bugün katılanların arşivlerden adlarını sildirmeye çalıştığı Abant Platformu’nun toplantılarıydı.
Toplantıda, Fazilet Partisi’nden ayrılmış ve bir yıl sonra AK Parti’yi kuracak kadroların önde gelenleri de hazır bulunuyordu.
“Demokratik Hukuk Devleti” başlıklı toplantının sonuç bildirisine İslam’ın demokrasiyle uyumlu olduğunu söyleyen bir cümlenin eklenme önerisi büyük tartışmalara neden olmuştu.
Cümleye itiraz edenlerden biri de laiklik ve İslam’ın demokrasi ile uyumu tezine karşı çıkmış Prof. Hayrettin Karaman’dı.
Ama Karaman, bir fıkıh alimi olarak bu cümleye itiraz ederken, siyaseten mevcut şartlarda birlikte yaşamanın yolunun demokrasi olduğunu söylüyordu.
Hatta o toplantıda bir adım daha da ileri gitmiş ve başta İslami camia olmak üzere her kesimi “demokratik tövbeye” çağırmıştı:
“Bütün kesimlerin bir demokratik tövbeye ihtiyaçları vardır. Yani sadece İslamcılar değil, bu ülkede bir çok ideoloji mensubu karşı tarafı bastırarak, susturarak, gerekirse imha ederek kendi değerlerini hakim kılmak istemiştir. Bunu ortaya koyalım efendim, bunu komünistler de İslamcılar da istemiştir. İslamcılar bundan vazgeçer mi? İslamcılar tövbe eder mi, mümin tövbe eder mi? Bu soruyu da buraya koyayım. Madem ki burada açıklıktan bahsediyoruz, bunların açıklıkla ortaya konması lazım, Müslümanlar ya da İslamcılar öyle laflar etmişlerdir ki, sadece laf etmekle kalmamışlardır, bazı örgütlenmeler ve bazı faaliyetler öyle gelişmiştir ki, samimi olan başka ideoloji mensuplarının korkmasına zemin hazırlanmıştır. Böyle bir korkunun makul zemini de vardır. Yok değildir, bunu ortaya koymak lazım. Bütün kesimler hepsi birlikte varolarak nasıl yaşayabilirler? sorusunun cevabını aramak gerekiyor. Hepsinin tarzlarını olabilecek azami özgürlükler içerisinde nasıl yaşayabileceklerini ortaya koymamız gerekiyor. Bu hak ve özgürlükler yaşanırken, ülkenin halkı ve toprağıyla bölünmez bütünlüğünün nasıl kurulabileceği konusunun konuşulup formüllerinin oluşturulması icap eder.”
İşte AK Parti de 90’lardan itibaren yapılan bu İslam ve demokrasi tartışmalarının birikimi üzerine, demokratik tövbeler edilerek kuruldu.
Bugün AK Parti, tek parti iktidarının 17’inci yılında.
Türkiye’ye özgü Başkanlık sistemiyle bütün kurumlara hakim, ona muhalefet etmenin, fikirlerini özgürce söylemenin imkanları da epey daralmış durumda.
İşte bu şartlarda Prof. Dr. Hayrettin Karaman önceki gün Yeni Şafak’taki köşesinde “Doğrucu Davut olmak” başlıklı bir yazı yazdı.
Yazı aslında başlığına ters biçimde, yöneticilerin yakın çevrelerinde kendilerine itiraz edecek, gerçeği söyleyecek danışmanlar ve yardımcılar bulundurması gerektiğini, yayınlandığı gazete açısından da cesurca bulunabilecek cümlelerle savunarak başlıyor.
Ama daha sonraki satırlardan Karaman’ın bu itiraz hakkını herkese tanımadığını anlıyoruz:
“Yazıya böyle başladım ama asıl maksadım, yalnızca doğruyu söylemenin yetmediği ve her zaman caiz olmadığı, doğru olmanın yanında bir de hikmet unsurunun bulunma zaruretine işaret etmek idi. Söz doğru olacak, ama doğru söz yerinde, zamanında, faydadan çok zarara sebep olmadığında söylenecek ki, hikmetli de olmuş olsun. Islaha, hakkın yerini bulmasına, yanlışın düzeltilmesine… faydası olmadığı halde düşmanın, zalimin, kötü niyetli kimselerin işine yarayacak doğruyu söylemek fazilet değildir; nefsi şişirebilir, alkış da alabilir ama hayırlı sonuç doğurmaz; bunu yapanların sorumlu olacaklarını hesaba katmaları gerekiyor.”
1984 yılında dünyada ve Türkiye’de İslami hareketler güçsüz ve muhalefetteyken, İslam’da kamu hukukun neden gelişmediğini “saltanat ve istibdadın, bu bahisleri serbestçe işlemek, gerçeği çekinmeden söyleyip yazmak için gerekli fikir hürriyetine meydan vermemiş olması” na bağlayan Prof. Karaman, muhafazakar bir partinin iktidarının 17’inci yılında fikrini değiştirmişe benziyor.
Hz. Peygamber’den 30 yıl sonrasını bile “Gerçeği çekinmeden söyleyip yazmak için gerekli fikir hürriyetine meydan vermeyen istibdat rejimleri” diye eleştirmekten, 35 yıl sonra “kötü niyetli kimselerin işine yarayacak doğruyu söylemek fazilet değildir” fetvası vermeye…
Belki de artık “bütün kesimler birlikte var olarak nasıl yaşayabilirler?” sorusuna bir cevap aramaya da, “karşı tarafı bastırarak, susturarak, gerekirse imha ederek kendi değerlerini hakim kılmak” anlayışını eleştirmeye de ihtiyaç kalmamıştır.
Halbuki İslam tarihinde eleştirdiği dönemlerde de aynı şeyler yaşanmıştı.
Her devirde doğruyu söylemenin zamanı olmadığını, faydadan çok zarara sebep olacağını, düşmanın, kötü niyetlilerin işine yarayacağını söyleyenler çıkmış ve o doğru sözler söylenememişti.
Bugün de iktidara yönelik eleştirilerin karşısına benzer sözlerle çıkılıyor.
Başkaları için adalet istemeye “eziklik”, karşı taraftan birinin hakkını savunmaya “yaranmaya, alkış almaya çalışmak” deniyor, en düşük profilli eleştirilerin arkasında ise “bir karın ağrısı ya da şahsi mesele” aranıyor.
Halbuki derdi bunlar olan biri için bu kadar riske girmenin anlamı yok. Daha fazlasını güçlü bir iktidarın yanında durarak elde etmek zaten mümkün…
Ama artık eleştirecek bir şey olmadığını söyleyemeyenler, seslerini de yükseltemeyenlerin birinci gündemi, iktidara yönelik içerden eleştirileri ve seslerini yükseltenleri itibarsızlaştırmak.
Böylece kendi suskunluklarını da meşrulaştırmış oluyorlar.
Zaten susmak için her zaman geçerli bir bahane de var.
Karşı tarafın mutlak kötülüğü, “konuşmanın, itiraz etmenin zamanı değil”in değişmez bahanesi.
Adalet itirazları da daha ulvi maslahat gerekçeleriyle bastırılıyor.
Karşıt fikirlileri, sizden farklı dini ya da siyasi görüşleri olanları; kendilerinden doğru sözün bile sakınılacağı “düşmanlar”, “kötü niyetli kimseler” olarak görünce de zaten ortada konuşmanın, birlikte yaşamanın, siyasetin ve demokrasinin asgari koşulları da kalmıyor.
Sadece kendi mahallesinden, sadece kendi fikrinden, inancından olanlara karşı sorumluluk ve doğruyu söyleme yükümlülüğü duyan kapalı devre bir ahlak standardı da bir toplumu sadece çürümeye ve kutuplaşmaya götürüyor
Tam da 80’ler, 90’larda böyle bir çürüme ve kutuplaşmayı aşmak için dindarlar ve demokratlar yıllarca, saatlerce İslam ve demokrasi meselelerini tartışmışlar, birlikte yaşamanın ortak zeminini aramışlar ve pek çok müşterekte de anlaşmışlardı.
O demokratik tövbeler bu kadar kolay bozulmamalıydı…
Karar / Yıldıray Oğur