DİN’İ ALLAH’A HAS KILMANIN ÇAĞDAŞ BİR ŞAHİDİ: SEYYİD KUTUB
“Kalem sahibi kimseler birçok büyük işler yapabilirler. Ancak, fikirlerinin yaşaması pahasına kendilerini feda etmeleri şartıyla… Fikirlerinin kan ve canları karşılığında mânâlanması şartıyla… ‘Hak’ bildikleri şeyin ‘hak’ olduğunu fütur etmeden söyleyip, gerekirse bu uğurda başlarını vermeleri şartıyla…
Biz fikir ve sözlerimiz uğruna ölsek de, o fikir ve sözler ruhlu birer vücut olarak kalacak, yahut da onları kanlarımızla sulayıp canlılar, ruhlular arasında yaşatacağız.”
‘Köyden Bir Çocuk’
Seyyid Kutub, 1906 yılında Nil’in batı yakasında, Yukarı Mısır’ın en büyük, en işlek, ziraat, sanayi ve ticaret açısından gelişmiş olan Asyut (Usyut) şehrinin Muşâ köyünde dünyaya geldi. Dedeleri Hindistan’dan Arabistan’a göç etmişler, oradan da Mısır’a yerleşmişlerdir.
Dedesi, en helal kazançtır diyerek, ziraatle meşgul olmayı seçmiştir.
Dedesinin dört çocuğu vardı. Seyyid’in babası İbrahim, köyde sevilip sayılan biri olup, dindar ve mücadeleci kişiliği ile tebarüz etmişti. Aynı zamanda Hizbul Vatanî’nin üyesiydi. Seyyid, babasını şöyle tanımlamaktadır:
“Babam her akşam yemekten sonra ellerini açar dua eder, biz de hep birlikte âmin derdik. O, yüksek sesle Fatiha’yı okurken biz de bilmeden, mırıldanarak söylediklerini tekrar eder dururduk. En fazla dikkat ettiği şey, bizim ruhumuza ahiret duygusunu yerleştirmekti.”
Annesi de keza dindar bir hanımdı ve bilinen bir ailenin kızıydı.
Baba İbrahim’in Seyyid’den küçük üç çocuğu daha olmuştu: Hamide, Emine ve Muhammed.
Seyyid, köyde doğup büyümüştür. Kişiliğinin şekillenmesinde, Nil deltasındaki bu doğal hayatın etkisi büyük olsa gerektir. Onun köyü, kültürel ve hayat tarzı bakımından bir Anadolu köyünden farksızdır. Ermiş tiplemelerinden cin hikâyelerine, uğursuzluktan tılsıma kadar, Anadolu’daki inanışlar orada da aynen vakidir.
Aslında Seyyid küçüklüğünde, yaramaz denecek derecede çok hareketli ve cevval biridir. Ama yine de henüz altı yaşına bile gelmemişken, Şeyh Nakîb’in kişiliğinden korkmuştur. Köydeki yaygın kanaat odur ki, Şeyh Nakîb’e şurup içirilmiş, o da aklını başından almıştır… Bu bir ‘velilik şurubu’dur. Şeyh, saçı sakalı birbirine karışmış, yarı çıplak dolaşmakta, kadınlardan utanmamaktadır. Seyyid her sorduğunda, onun kendileri gibi normal bir insan olmadığı, ona velilik verildiği şeklinde cevaplar alırdı. Sokaklarda yürürken Allah diye bağırmakta, (çocukların korkmasına sebep olan) değişik sesler çıkartmaktadır. Bazen bir köşeye tüneyip, saatlerce gözlerini bir noktaya dikmekte ve öyle sessizce kala kalmaktadır.
Şeyh Nakîb her sene evliyanın büyükleri ile ve Kutbul Gavs’ın başkanlığında Kaf Dağı’nda buluşmakta, dünyanın ahvaline bakmakta ve diledikleri gibi karar vermektedirler. Bu kararlardan biri de, Allah’ın kullarından dilediklerine, velilik şurubunun dağıtılmasıdır… Şeyh tayy-ı mekânla Mekke’ye gitmekte, oradaki evliya ile namaz kılıp gelmektedir. Cinlerle de görüşmektedir. Hatta bir cini tehdit ederek, köyden uzaklaşmasını sağlamış, köylülere zarar vermekten men etmiştir.
Seyyid, şeyh Nakîb’i gördüğünde korkmaktadır. Fakat imtihan dünyası işte… Bir keresinde, oyun esnasında boynunu incitmişti, boynunu arkaya döndüremiyordu; bu sorun uzun süre devam etti. Köyün kadınları annesine, çocuğu bir gece şeyhin yanına bırakması halinde hiçbir şeyinin kalmayacağını söylemişlerdi. Bu tavsiyeyi dinleyen Seyyid’in korkudan adeta ödü patlamıştı. Neyse ki buna gerek kalmadan hastalığı iyileşmişti.
Şeyhin elinde taşıdığı, ne zaman çocukların sırtına ineceği belli olmayan sopa cennetten gelmişti ya da zemzemle yedi defa yıkanmıştı. Şeyhin sopasıyla vurduğu kimse şanslı sayılırdı. Bazı adamlar sırf bu amaçla şeyhi kızdırır, sırtına sopayla vurmasını sağlarlardı.
Altı yaşına geldiğinde, ailenin bir kısmı Seyyid’in medreseye gidip, dini ilimler okumasını ve hafız olmasını istemektedir. Bir kısmı da mektebe gitmesinden yanadır. Sonunda ‘mektep’te karar kılınır ve ilkokula gönderilir. Ama daha ilk gün okuldan kaçmış, utancından eve de giremediği için, samanlığa girip, samanların üzerine uyumuştur. Aile saatlerce aradıktan sonra ancak bulmuştur onu. Kaçmasının sebebi, okulda sert, hatta işkenceci tavırlarıyla ün yapmış olan beden eğitimi öğretmeni subayın korkusudur.
İkinci sınıfta babası bir vesileyle tekrar oğlunun hafızlık medresesine gitmesine ikna olmuş ve de göndermiştir. Fakat ertesi gün çocuk adeta kaçarak yeniden, çok sevdiği mektebe (ilkokula) gitmiştir. Okulda dördüncü senenin sonunda Kur’an’ı hıfzetmiştir.
Çocukluk yılları… Her çocuk gibi, karşı cinse ilk ‘temiz’ duyguların uyandığı dönem. Seyyid’in ilk göz ağrısı, bir akraba kızıdır..
Hafızlar köyün gözdeleridir. Çok canlı hatim merasimleri yapılmaktadır. Ayrıca cenaze vukuunda matem günlerinde mezarlıkta hafızlar Kur’an okumaktadırlar, günde iki öğün yemek ikramı ile taltif edilmektedirler.
Çocukluk günlerinden birinde hastalanmıştır. Ev ziyaretçi akınına uğrar. Aile, hastalığın sebebini keşfetmekte gecikmez: haset! Köyde hastalıkların izahı olarak ilk başvurulan sebeplerden bir diğeri, bakır kaplardan zehirlenilmesi, bir başkası da, yılanın açık yiyeceklere zehrini kusmuş olmasıdır.
Evliya menkıbeleri, şeyhlere olan saygı/bağlılık ve cin hikâyeleri, köyün en belli başlı inanışlarıdır. Köyün ‘dar geçit’inde cinler vardır ve kimse oradan gece vakti geçememektedir. Oysa orada tavşanların bulunduğunu ve gece vakti gözlerinin parladığını, köyün bir öğretmeni keşfetmiş, çocukları da bu kâbustan kurtarmıştır.
Seyyid köyde her geçen gün farklı özellikleriyle temayüz etmektedir. Mesela ileri derecede kitap okumaktadır. Salih amca adında bir adamcağız, omzunda çuval içinde taşıdığı kitaplarla belli aralıklarla köye gelmektedir. Salih Amca Seyyid için adeta ta o günden ilim ve irfan dünyasına açılan bir pencere, hayata kurduğu bir köprüdür sanki. Biriktirdiği harçlıklarıyla Salih amcadan kitap satın almaktadır. Zaten aile olarak köyde, standardın üstünde bir hayat yaşamaktadırlar. Salih amca ile aralarında iyi bir ilişki oluşmuştur. Amca, en iyi kitapları ona ayırır. Böylece köy şartlarında iyi bir kitaplığı oluşmaya başlar. Kitaplık diyorsak da, bu bir tenekedir… Bunu Salih amcası tavsiye etmiştir çünkü kitaplara güve düşmesine karşı teneke oldukça korunaklıdır!
Köyde ‘okuyucu’ adında bazı kişiler bulunmaktadır. Bunlar rukye, tılsım, sihir, cin çarpması, cinselliği bağlanmış kişilere v.b. okumakta, büyülerini çözmektedirler. Bir de bu adamlarda Buharî kitabı vardır. Seyyid’in en fazla eksikliğini hissettiği, bu Buharî kitabıdır. Bunun hikâyesi de ilginçtir.
Seyyid’in köyünde aile içi hırsızlıklar fazlaca olmaktadır. Hırsızın keşfi için bazen yemin ettirmek gerekiyordu. Yeminin de çeşitleri vardı. İlkin Mushaf üzerine yemin edilirdi. Bundan daha kuvvetlisi ‘Şura’ yemini idi. Yalan yere yemin eden kişi çarpılacak, körlük, kırık v.b. olacaktı. Bundan daha ağırı, ölmüş evliyâ üzerine yemin edilmesidir. Bazı velîler yalan yeminin cezasını hemen verir, bazısı da zaman içerisinde verirdi. Yeminin en ağırı ise Buharî üzerine yapılan yemindi.
Seyyid’in Buharî kitabı yoktu ama kitaplığında yıldıznâme cinsinden iki kitabı bulunuyordu ve kısa sürede köyde genç kızların, kadınların en çok başvurduğu kişi haline gelmişti. Çocuk olması, kadınların ve kızların dertlerini daha rahat açmalarına vesile oluyordu. Fakat başkalarına zarar verme anlamındaki talepleri kesinlikle geri çeviriyordu.
Köy okulunu bitirdikten iki sene sonra artık Seyyid için köyden ayrılma, yuvadan uçma vakti gelmiştir. Annesinin gözyaşları, Anadolu’daki, gurbete gidenin ardından su serpilmesi misali, yerleri ıslatmaktadır.
Kahire’de Ezher’in orta öğrenim bölümüne kaydolur. Ezher’li olması, dayısının fikridir. İleride Muhammed de buraya yazılacaktır. Seyyid lisede iken baba vefat eder ve Emine ile Hamide de getirilip Ezher’e kayıt ettirilir. Böylece anne, yavrularını Kahire’de yine başına toplamıştır. Seyyid orta ve lise tahsilini Ezher’de tamamlar. Yüksek tahsil için Kahire Üniversitesi Daru’l Ulûm fakültesine girer. Tarih, coğrafya, Arap edebiyatı, İngilizce, sosyoloji, pedagoji, riyaziyat, fizik, felsefe ve dinî ilimler okuduğu fakülteden, 1933 yılında birincilikle mezun olur.
Okulu bitirince Avrupa’ya gitmesi yönünde bir istek oluşur ama o kabul etmez. Maarif müfettişi olarak atanırsa da, bir süre sonra, bütün zamanını okumaya (ilme) ayırmak için bu görevinden ayrılır. Tüm fikir akımlarını tanımak için bütün tercüme eserleri okumaya başladığı dönem, o günlerdir. Aynı zamanda Taha Hüseyin, Mahmud Akkad ve Mustafa Sâdık Rafiî gibi Mısırlı yazarları takip etmektedir. O günlerdeki bir tartışmada Abbas Mahmud Akkad’ı tutmaktadır, çünkü onu daha gerçekçi bulmaktadır.
Bu yıllarda edebiyatla ciddi şekilde ilgilenmektedir. Eşvak (dikenler) romanını o dönemde yazmıştır. Bu, aşık olmasını anlatan bir romandır. Kendisine ‘sosyalist’ damgasının vurulması da o yıllara rastlar. Gerçekte ise Seyyid, edebiyatın insanı madde ve şehvetlerin üstüne yükseltmesini savunuyordu. Akkad’ı tutması da bu sebeptendi. İleride kendisi de, hayatının edebiyat ilgisiyle geçen bu dönemine ‘cahiliye dönemi’ diyecektir.
1939-1951 arası, İslamî ideolojiye doğru tam bir yöneliş yaptığı zaman dilimidir. İslam ve diğer ideolojiler üzerine yıllarca yaptığı akademik çalışmalardan sonra, artık olgunluk dönemine ulaşmıştır.
Kur’an’da Edebî Tasvir makalesini ilk defa 1939’da el-Muktataf dergisinde yayınlar. Bu, Kur’an’ın îcazını reddeden Akkad’dan ilk kopuşu demektir. 1945 yılında hem Kur’an’da Edebî Tasvir’i, hem de Kur’an’da Kıyamet Sahneleri’ni kitap olarak yayınlar. O, kelâm ilminin tartışmalarının akîm kalmaya mahkûm olduğuna kanîdir. Aklın, havass-ı hamse ile bilinemeyen şeyleri bilip kavramakta aciz kaldığına inanmaktadır.
Aynı yıllarda, eşyanın tertip ve düzeninin ancak yüce bir Kudretin eseri olabileceğini işlediği ‘Sahrada’ isimli kasîdesini yayınlar.
1946’da “Hazihî Hiye’l Ağlâl” isimli kitabını neşreder. Bu kitapta, Abdullah Ali Kasımî ile iki meselenin tartışmasını yapmaktadır: insana ve yaratıcılığına inanmak problemi; dinlere inanmak problemi.
7 Ekim 1946’da İslamî ideolojiyi açıkça tebarüz ettiren bir makale yayınlar. Bu makalesinde Mısır toplumunu siyasi, ictimaî ve ahlakî açıdan tenkid eder; müminleri çalışmaya davet eder. Bu konuyu Âl-i İmran suresinin 104. ayeti kerimesi çerçevesinde işlemektedir.
En önemli kitaplarından olan ve Türkiye’de Kutub’un tanınmasını sağlayan İslam’da Sosyal Adalet kitabını 1948’in sonlarında yayınlar. Bu yıllarda Yeni Fikir adında bir de dergi çıkartır.
1948’de Mısır Krallığı Kutub’u fikirlerinden dolayı tutuklamak istemişse de, tutuklama kararı somut bir belgeye dayanmadığı için bundan vazgeçilmiştir. 1949 yılında aynı Krallık Kutub’u Amerika’ya gönderir. Eğitim metotlarını araştırmak maksadıyla Amerika’ya giden bir kültür heyeti içine Kutub da dâhil edilir. Washıngton ve California’da iki buçuk sene kalır. ‘Yeni eğitim’ (sosyoloji) üzerine yaptığı doktora çalışmasını bitirdikten sonra 1951 Mayısında memleketi Mısır’a döner.
Amerika’da bulunduğu yıllarda arkadaşı Tevfik Hakîm’in edebî görüşlerini eleştirmiştir. Kutub, önceleri edebiyatın Din’le alakası olmayan, güzel sanatlardan biri olduğuna inanmakta iken, bu yeni dönemde edebiyatın İslamî meselelerle meşgul olması gerektiğini savunuyordu.
Amerika’da bulunduğu yıllarda fikirlerini neşretmeye devam etti. Kapitalizmi ve servet sahiplerini kıyasıya eleştirdi. Çeşitli doktrinleri tahkik etti. Oradaki iki buçuk yıllık sürede, demokrasi adına çiğnenen hak ve adaletin ızdırabını duyuyordu.
Döndükten sonra yazdığı ‘İslam ve Medeniyetin Problemleri’ isimli kitabında batıyı ve Amerika’yı anlatıyor; Amerika’nın bütün dünyaya ve bilhassa İslam âlemine küfür ve ifsadı hâkim kılmak için nasıl da yüksek okullar/üniversiteler açarak çalıştığını anlatıyordu. Doğal olarak bu kitabıyla, Amerikan hayranı maarif bürokrasisini şaşırttı. Hükümet, Kutub’u Amerika’ya göndermekten pişmanlık duyuyordu. Zira umulan olmamış, Amerika’yı ve Amerikan hayranlığını eleştiren bir Kutub gelmişti. Maarif vekâletinin rahatsızlığı üzerine 1952 yılında bakanlıktaki görevinden ayrıldı.
Kutub, batı ve Amerikan devletinin siyasi anlayışının ve silahlanma yarışının bütün dünyayı çok kötü durumlara maruz bırakacağını görüyordu. O, milletlerin kurtuluşunun temiz ve cesur liderlere bağlı olduğunu fark etmişti. Gençlikteki İslam’a olan samimi eğilimler de gözünden kaçmıyordu.
İhvan’lı Yıllar
İhvan-ı Müslimîn teşkilatı, Seyyid Kutub’la yaşıt olan Hasan el-Bennâ tarafından 1928 yılında kurulmuştur. İhvan’ın hedefleri, başta Mısır olmak üzere, İslam ülkelerini siyasi, iktisadî, kültürel her türlü bağımlılık ve sömürgeden kurtarmaktı. İhvan, her ne kadar temeli ilim, terbiye ve cihad olan genel bir davanın başlatıcısı olarak takdim edilmişse de, ıslahatçı bir çizgisi vardı. Buna verilecek pek çok örnek vardır. Mesela 1937 yılında Mansura şubesine hükümetin yaptığı bir yardımı kabul etmişti. El-Bennâ 1941’de Demenhur’da İngilizlerin Mısır politikalarını şiddetle eleştiren bir konuşma yapmış, ardından Sırrı Paşa hükümeti tarafından tutuklanmıştır. Cezaevinden çıktığında Sırrı Paşa hükümeti düşmüş ve yeni hükümetin seçim kararı alması üzerine el-Bennâ İsmailiye’den milletvekili adayı olmuştur. El-Bennâ’dan sonra İhvan daha da uyuşmacı/ılımlı bir politika izlemiştir.
Hasan el-Bennâ, Kutub’un İslam’da Sosyal Adalet kitabını hediye olarak bastırıp yayınlamıştı. Mısır hükümeti ise buna mani oldu. Bu durum karşısında Kutub fiilen kendisini İhvan saflarında buldu ve İhvan’ın yayın müdürü oldu. Dava olarak benimsediği İslamî görüşü İhvan saflarında bulmuştu ve orada hummalı şekilde çalışmaya başladı.
Yazı işleri müdürlüğü yaptığı İhvan-ı Muslimîn gazetesinde bütün insanlığı İslamî akideye davet ediyordu. ‘Din Budur’, ‘İstikbal İslam’dadır’ gibi kitaplarını bu dönemde yazmıştı. Dinle devletin, dinle siyasetin birbirinden ayrılması ve Türkiye’deki laiklik gibi konular, eleştiri oklarını en fazla yönelttiği alanlardı. Şöyle diyordu:
“Din, milliyetçilik ve siyaset ayrı ayrı şeylerdir fikri masaldır ve bu masalın İslam’da yeri yoktur. Çünkü İslam, kalpde bir akide olmakla beraber hayatın siyasî, ictimaî, iktisadî her sahasını ve devletlerarası ilişkileri düzenleyen bir nizamdır.”
Bu arada Ezher’e, orada takip edilen tefsir metoduna ve tefsirlerin şerhinden ibaret olan taklitçi zihniyete de çatıyor ve şöyle diyordu:
“Dünyayı bugün sosyalizm, kapitalizm, komünizm gibi fikrî birtakım nazariyeler idare etmektedir. Ezher’in çalışma ve İslam’ı tanıtma sistemi değişmelidir. İnsan hayatının bütün sahalarını içine alıp toplumu şuurla harekete sevk eden ve onun ibadet, çalışma, ücret, mülkiyet, servet, iktisat, ilim, siyaset ve sosyoloji gibi her türlü problemi en faydalı şekilde halleden İslam dini gerçek mahiyetiyle dünyaya tanıtılmalıdır. Yeni bir sistemle; İslam dininin devlet idaresinde, suç ve ceza hükümlerinde en mütekâmil bir nizam olduğu insanlık âlemine anlatılmalıdır. Böylece Ezher’deki yeni çalışma sistemi, toplumda İslamî kültür oluşturmaya ve İslam nizamının günlük hayata tatbikini sağlamaya yönelik olmalıdır.”
İhvan’ın Siyaseti
1942 Şubatında İngilizler Abidin sarayını kuşatır, sarayın kapısını yıkarlar. Kral Faruk’a, Nühas Paşayı başbakan yapması için dayatmaktadırlar. Bu olay bütün partileri İngilizlere karşı galeyana getirmiştir. İhvan da galeyana gelenler arasındadır. 1948 yılında, İsrail devleti kurulduktan sonra Mısır’ın İsrail’e karşı giriştiği ilk savaş olan Filistin savaşında Mısır ordusu yüz kadar subay ve 861 askerini kaybeder. Şiddetli çatışmalar olmuş, Kral Faruk’un paralı askerleri düşman karşısında tutunamamış, cepheyi terk etmişlerdir. İhvan-ı Müslimîn, Hasan el-Bennâ komutasında bu savaşa katılmış, Allah Allah nidalarıyla büyük kahramanlıklar göstermişlerdir. İhvan’ın gönüllü fedaîleri sayesinde Mısır İsrail’e terk edilmekten kurtulmuştur. Filistin Müftüsü Emin el-Hüseynî, bu savaşta bir İhvan mensubunun on Yahudi’ye bedel olduğunu söylemektedir.
Buna rağmen Mısır radyosu ve basın-yayın İhvan’ı halkın nazarında takbih etmek maksadıyla, İhvan mensuplarının muharebe meydanından kaçtıkları şeklinde yayını yaparlar. Her şeye rağmen bu savaştan sonra İhvan’ın şöhreti artar, gücü daha da büyür.
Bu arada Hasan El-Bennâ 1949’un 12 Şubat gününde güpe gündüz, sokak ortasında suikaste uğrar. Yedi kurşunla vurulmuştur, hastaneye kaldırılır fakat doktorlar, aldıkları talimat gereği ilgilenmezler ve kan kaybı, şehadet şerbeti olur.
O esnada Kutub Amerika’da bulunuyordu ve El-Bennâ ile hiç karşılaşmadı. Amerika’da iken, el-Bennâ’nın öldürülmesine nasıl sevinildiğini görmüştü. Bu durum, Mısır’a dönünce İhvan’a olan ilgisini daha da pekiştirdi. (1953). El-Bennâ’nın boşluğunu, kitaplarıyla o doldurmaya başlamıştı.
1951 yılında büyük bir kurultayda Hasan el-Hudaybî, Hasan el-Bennâ’nın yerine İhvan’ın Genel Mürşidi seçilir.
1952 yılında İhvan büyük alaka görmektedir. Yüzbaşı Cemal Abdünnâsır ve bazı subaylar İhvan’a katılmışlardır.
Abdünnâsır ve diğer genç subaylar krallık rejiminin yıkılması için İhvan’dan destek istemektedirler. İhvan, İslam Nizamını fiili olarak ortaya koymak için, kendilerine müsait bir ortam hazırlayacağı düşüncesiyle, beklenen desteği vermekte tereddüt etmez. 23 Temmuz 1952’de darbe gerçekleşir. Darbe gecesi İhvan mensupları sabaha kadar kilit noktaları korumuşlardır. Darbeden bir gün önce Abdünnâsır ve bazı subaylar (İhvan’dan) Salih Ebu Rakîk’in evinde son bir görüşme yaparlar. Nâsır, darbenin yakında gerçekleşeceğini fısıldar. Toplantı sonunda Nâsır, İngiliz kuvvetlerinin bulunduğu Süveyş yolunun muhafazası için İhvan gönüllülerinin oraya gönderilmeleri gerektiği üzerinde durmuştur. İsteği yerine getirilir. İhtilalin ikinci günü İngiliz kuvvetleri Süveyş’ten Kahire’ye doğru harekete geçerler.
İhtilalden beş gün sonra, 28 Temmuz 1952’de İhvan’ın genel mürşidi Hasan el-Hudaybî ile Nâsır arasındaki ilk görüşme gerçekleşir: Hudaybî, başka birkaç kişinin daha hazır bulunduğu Salih Ebu Rakîk’in evinde Nâsır’ı beklemektedir; Nâsır gelir, içeri girer, Hudaybî ile tokalaştıktan sonra ilk sözü şu olmuştur:
“Belki de sana, aramızda bir anlaşma olduğunu söylemişlerdir. Hiçbir anlaşma yapmış değiliz!”
Hudaybî çok şaşırdıklarını ifade etmektedir çünkü ihtilalin İslamî bir hareket olmasında ve Allah’ın şeriatını ikame etme hususunda anlaşmıştık demektedir.
Hudaybî Nâsır’a ancak, iyilik yaparlarsa, bunun memleket için de iyi olacağı, kötülük yaparlarsa Allah rızası için onları ikaz etmeye devam edecekleri mealinde bir beyanda bulunabilmiş ve görüşme bitmiştir.
Nâsır’ın yakın adamlarından ve İhvan’ın darbecilerle olan ilişkilerini sürekli canlı tutmakla görevlendirdiği Kemaleddin Hüseyin’in dediğine göre, İhvan’ın darbecilerle (Nâsır’la) olan ilişkileri [1954’teki ‘Nâsır Suikasti’ krizine kadar] devam etmiştir. Kemaleddin’den sonra bu vazifeyi Salah Salim sürdürmüştür. Hudaybî’nin yukarıda zikredilen, Nâsır’a yönelik cevabı ve aşağıda anlatılanlar İhvan’ın bu politikasını teyid etmektedir.
İhtilal Konseyi’nin kurduğu Ali Mahir Paşa hükümeti üç ay sonra düşer. Nâsır, kimin başbakan olması gerektiği konusunda Hudaybî’den kanaatini sorar. Nihayetinde General Muhammed Necip başkanlığında yeni hükümet kurulur. Nâsır, İhvan’ın da kabineye girmesini istemektedir. Durum genel mürşid Hudaybî’ye iletilir. Genel kuruldan uzun tartışmalar sonunda çıkan karar, hükümete katılmama yönündedir. Çünkü hükümete girerlerse, yapılan her icraatın kendi görüşlerine uygun olması gerektiğini bilmektedirler. Hükümet ortağı olmak durumunda, yanlışların kendilerine fatura edileceğinin farkındadırlar.
Bu kez Nâsır, teşkilattan olmasa da, kabineye girmesini tavsiye edecekleri isimler ister. İsteği olumlu karşılayan Mürşid, Ahmed Hasan, Zeki Şeref, Muhammed Kemal gibi isimleri önerir.
Bu arada General Necip demokratik nizamı ilan eder ve anayasa hazırlanacağını duyurur. Bu politika İhvan tarafından desteklenir. İhtilal Konseyi, yeni bir anayasa yapmak maksadıyla çok sayıda seçkin şahsiyeti tespit edip bir araya getirmiştir. Rivayetlere göre Abdülkadir Udeh, Hasan el-Hudaybî, Seyyid Kutub, Kâmil Halife de bu komisyon arasındadır.
İhtilalden altı ay kadar sonra Nâsır, ‘Kurtuluş Cephesi’ adında bir siyasi fırka ilan eder. Bu çıkış da İhvan’ın geneli tarafından anlayışla karşılanır. Genel Mürşid Hasan el-Hudaybî yeni Kurtuluş Partisinin milleti birleştirici olmaktan çok bölücü olacağı şeklinde bir kanaat belirtirse de, Nâsır bu kanaatten zerre kadar etkilenmez.
İhvan’ın, hükümete olan desteği devam etmektedir.
1953 Temmuzunda Nâsır başvekil olur.
Nâsır, herhangi bir İngiliz saldırısına karşı Hudaybîden yardım talep etmektedir. Hudaybî, böyle bir saldırı halinde Nâsır’ı desteklemeye söz verir, çok iyi yetiştirilmiş en iyi adamlarını hükümetin emrine tahsis eder.
1953 sonlarında Nâsır Hudaybîden, beş önemli şahsiyeti belirleyip kendisine vermesini ister. Maksat, hükümette İhvan’ın da bulunmasını sağlamaktı. Hudaybî ise, hükümetin seçimle işbaşına gelmediği, böyle bir hükümette yer almanın itibarlarını sarsacağı ve tabanlarının daha çok tenvire ihtiyaçları olduğu gibi gerekçelerle Nâsır’ın talebini reddeder. Bununla beraber Hudaybî, genel durumun iyileşmesi ve demokratik nizamın tesisine yönelik bütün gayretlerinde Hükümetin yanında yer alacaklarını bir kere daha teyid etmiştir.
Bu arada Nâsır, İhvan yönetiminden gizlice, İhvan’ın genel idare meclisi üyesi Şeyh Ahmet Hasan Bakurî ile temas kurar ve onu, evkaf bakanı olmaya razı eder. Bu olay Hudaybî ile Bakurî’nin arasını açar; Bakurî ihvandan istifa eder ama Nâsır’la İhvan arasında ilk(!) sürtüşme de böylece doğmuş olur. Yine de Nâsır ile İhvan arasında henüz bir kopukluk söz konusu değildir. Hatta Hasan el-Bennâ’nın ölümünün dördüncü yılında yapılan büyük bir toplantıda General Necip, Nâsır, Enver Sedat ve diğer kabine üyeleri Hasan el-Bennâ’ya rahmet okurlar, saygı ve sonsuz şükranlarını sunarlar.
İhvan’la Hükümet arasındaki itibarsızlık ilerlemektedir. 1953 sonlarına doğru Nâsır’la İhvan arasındaki münasebetler en kritik noktasına gelir. Çünkü İhvan derhal seçime gidilmesini istemekte, anayasanın ne zaman çıkacağını sormaktadır. Nâsır ise genel idare heyetinden birkaç kişiyi satın alıp, İhvan’a karşı silah olarak kullanmak niyetindedir. Fakat bunu başaramayınca, İhtilal Komitesinin çıkarttığı bir kararla, 12 Ocak 1954 tarihinde İhvan-ı Müslimîn teşkilatını lanetleyen ve kapatmağa matuf bir emirname yayınlar ve teşkilatı kapatır. Binlerce İhvan üyesi tutuklanır. Bu esnada Hudaybî ise mütemadiyen, hükümetin İslamî esaslara göre hareket etmediğini anlatmaktadır.
İhvan, teşkilatın kapatılmasını çok fazla önemsemiyordu. Nâsır’ın, genel idareden adam çalma çabası sürüyordu. Mesela genel idare kurulu üyesi Şeyh Muhammed Fergalî’yi çağırıp, kendisiyle İhvan’ın aslında metotta ve hedefte bir olduklarını benimsetmeye çalışmıştı. Fergalî bu durumu İhvan’a bildirmiş, İhvan da bu tehlikeye karşı birbirlerine daha da kenetlenmişlerdir.
1954’ün 25 Mart’ında Hudaybî ve diğer İhvan üyeleri hapishaneden serbest bırakılırlar. Aynı gün Başvekil Nâsır, bazı subaylarıyla beraber hasan el-Hudaybî’nin evini ziyaret eder, orada birkaç saat kalır, evden ayrılırken basına dostane pozlar verirler. 26 Mart’ta İhvan yeniden faaliyetlerine başlar. Hasan el-Hudaybî Nâsır’ın ısrarı üzerine, bazı nümayişleri de yatıştırmak maksadıyla 29 Mart 1954 günü radyodan, halkı teskin edici bir konuşma yapar.
Bu arada Nâsır’la General Necip kanatları sürekli elektriklenmekte, İhvan da her iki kanat arasında arabuluculuğa soyunmaktadır. O esnada Kral Suud da Mısır’da bulunmakta, Mısır’ın felaketlerden kurtulması için çaba harcamaktadır. Nâsır, kendi tertiplettiği grevleri bahane göstererek, İhtilal Konseyinin iş başında kalmasını haklı göstermektedir. Nâsır Tanrının hakkını Tanrıya, Sezar’ın hakkını Sezar’a veren, pragmatist bir liderdi. İhvan’ı ortadan kaldırmak için ulema ile işbirliği yapmıştır.
Nihayetinde 1954’ün Nisan’la Ekim ayları arasında Nâsır memleketi muhalefetsiz / sorunsuz olarak idare etmiştir. Fakat bugünler sanki İhvan için ‘Beklenen Kasırga’dan önceki sessizlik dönemidir…
Nâsır 26 Kasım 1954’te İskenderiye’de açık alanda konuşurken, kendisine doğru sekiz el ateş edilir ama kurşunlardan hiçbiri ona isabet etmez. Ardından Nâsır, irticalen çok ateşli bir konuşma yapar. Nâsır’ın canın vatana fedadır… Bir gün sonra gazeteler saldırganın ismini Mahmut Abdüllatif Muhammed olarak duyururlar. Sanık ifadesinde, güya ölüm listesindeki 160 subayın daha ismini itiraf etmiştir! Olay yerinde sadece dört boş kovan bulunur, bunlar da sanığın silahına ait değildir. Birkaç gün sonra ise kamuoyuna bu sanığın, İhvan’a bağlı gizli bir teşkilatın üyesi olduğu açıklanır!
Artık İhvan’ın mahkemeye verilmesi için şartlar olgunlaşmıştır! Ve İhvan bütün bu göstere göstere gelen şartlara seyirci kalmış, hatta kendi kuyusunu kazanlarla birlikte kazma-kürek kullanmıştır. İhvan teşkilatı kapatılır, on bin İhvan üyesi zindana tıkılır. Dört gün sonra Nâsır bu dava için çok sıkı yetkilerle donattığı özel bir mahkeme kurar. Mahkeme, bizdeki İstiklalMahkemelerinin kopyası gibidir.
Tutuklananlardan yaklaşık yüz kişi işkence ile ölür. Altısı, yakalanmalarının yirminci gününde öldürülürler. 1957 yılında bunlardan, dağda taş kırmaya gitmeyi reddeden yirmi ikisi daha kurşuna dizilmiştir.
Tutukluların çoğu, Nâsır’ın Arap Sosyalizmi idealini benimsemeleri şartıyla 1964 yılında serbest bırakılmıştır.
Nâsır suikasti şu gibi sonuçları hâsıl etmiştir: Nâsır milli lider oldu; artık İhvan’dan kurtulmak istiyordu, bunun için kapıyı araladı ve General Necip’i cumhurbaşkanlığından indirdi. Necip, İhvan’la işbirliği yapmakla suçlandı fakat mahkemeye verilmedi çünkü verilseydi bütün dümenlerin ortaya çıkması kaçınılmazdı.
Kutub’un Karanlık Günleri
İhtilal gecesi bir grup asker Seyyid Kutub’un evine yönelir. Onu alıp, ihtilalcilere kültür müsteşarlığı yapması için ‘Hür Subaylar Kumandanlığı’nın bulunduğu yere götürürler. Kutub, ihtilal başkanlık meclisinin toplantılarına
katılmış, subaylarla düşüp kalkmış, alınan kararlara iştirak etmişti. Ama altı ay sonra onlardan ayrılmıştı. Çünkü Kutub, anayasanın İslam olmasını ve ihtilalın dayanaklarını tespit etmesi gereken heyetin İhvan’ın halis üyelerinden seçilmesini şart koşuyordu. Yani işin Nâsır’ın dediği gibi olmadığını, metotta ve amaçta onlarla anlaşamayacağını fark etmişti.
İhtilalcilerle alakasını kesmesi üzerine, 26 Kasım 1954’teki düzmece suikast olayından sonra Kutub da tutuklandı. İlk yakalandığında çok eziyet edildi, işkenceden akciğeri zarar görmüştü. Bu sebeple mahkemesi iki ay ertelendi. Sonunda Nâsır’ın olağanüstü mahkemesi (Cemal Salim) onu güya yargıladı ve on beş yıl hapse mahkûm edildi. Mahkûmiyetin on yılını, Kahire yakınlarındaki Liman Tire cezaevinde yatarak geçirdi. Kalan süresi, Irak Devlet Başkanı Abdüsselam’ın Kahire’yi ziyareti esnasında Nâsır tarafından affedildi ve serbest bırakıldı. Fakat Nâsır Akdeniz sahilinde bir kasabada Seyyid’i göz hapsinde tuttu.
Nâsır’a suikast bahanesiyle tutuklananlar arasında bulunan Abdülkadir Udeh ve beş arkadaşı ise, Nâsır’ın emriyle idama mahkûm edilmiş ve cezaları 9 Aralık 1954 günü infaz edilmişti.
Seyyid Kutub, göz hapsinde tutulduğu bir yıllık süre içerisinde (1965) fikirlerinin ve İslam anlayışının zirvesi olan Yoldakiİşaretler’i yayınladı. Kitap neşredilmeden, İhvan üyeleri arasında elden ele dolaşıyordu. İnancı doğrultusunda yazmaya ve konuşmaya devam ediyordu. Fakat 1965 yılı Ağustosunda Yoldaki İşaretler onu yeniden zindana gönderiyordu. Kendisiyle birlikte 40 bin kişi daha tutuklandı ve işkenceye maruz kaldılar.
Seyyid’in eserleri dokunanı yakıyordu; onları yayan, dağıtan herkes işkenceye uğruyordu. Her tutuklu, işkence ile kendisine atfedilen suçu imzalamak zorunda kalıyordu.
Marksistler Seyyid’i tutuklaması için Nâsır’ı kışkırtmışlardı. Bu olayı kimileri, senaryosu Moskova’da yazılan ve Kahire’de çekimi yapılan bir filme benzetmişlerdir.
Askerî mahkeme Seyyid’i hiçbir suçla itham edememişti. Daha doğrusu iki suç vardı aslında; biri, Yoldaki İşaretler’di, diğeri ise, cezaevinden çıktığında adeta kendisini bekleyen ve onu kendilerine lider seçenlerden biri olan Ali Aşmavî’nin getirdiği silahlardı… Aşmavî, Kutub hareketinin çökertilmesinde en önemli rolü oynamıştır. Devletin saldırılarından korunmak için İhvan’a, silahlanmayı telkin eden oydu. Mahkemede [İhvan’la/Kutub’la ilişkisinden] pişmanlığını dile getirmiş ve hatta Kutub’u suçlamıştı.
Tutuklananlar arasında Zeynep Gazalî, Hamide Kutub, Abdülfettah İsmail ve Yusuf Havvaş gibi isimler de vardı. Muhammed Kutub önceden tutukluydu.
Kutub ve arkadaşları mevcut nizamı kuvvet yoluyla değiştirmek üzere komplo hazırlamakla suçlanıyorlardı. İstihbaratın elemanı avukatların tamamen göstermelik savunmaları eşliğinde, Devlet Güvenlik Mahkemesindeki tamamen göstermelik yargılama neticesinde 22 Ağustos 1966’da Seyyid Kutub, Yusuf Havvaş ve Abdülfettah İsmail hakkında idam kararı çıktı. Kutub 60, Havvaş ve İsmail 42-43 yaşlarındaydılar.
Zeynep Gazalî’ye yirmi beş sene ağır işlerde çalıştırılmak üzere hapis ve zaptedilen bütün mallarının müsaderesi; Hamide Kutub’a 15 sene ağır işlerde çalıştırılmak üzere hapis cezası verildi. Zeynep Gazalî ile Hamide Kutub’u aynı hücreye koyarlar. Bir ara Seyyid’i onların yana getirip, yüz yüze görüşmelerine müsaade ederler. Seyyid onlara sabır ve metanet tavsiye eder.
İdam kararının ardından Seyyid’in beyanatı şudur:
“Eğer Allah kanunu ile mahkûm edilmişsem, ben Hakk’ın hükmüne razıyım. Eğer batıl kanunlarla mahkûm olmuşsam ondan çok daha üstün bir düşünceye sahip olduğum için bâtıldan ve münafıklardan merhamet dilemem. Allah’a şükürler olsun ki, on beş sene cihad ettikten sonra bu mertebeye ulaştım.”
İdam kararının duyulmasından sonra Karaçi’de İslamî kuruluşlar ve dört partinin önderliğinde büyük bir miting yapılır. İslam ülkelerinden çok sayıda teşkilat ve şahıslar Nâsır’a müracaat ederek, kararı yeniden gözden geçirmesini isterler. Bu girişimler sonuç vermez. Seyyid, 29 Ağustos 1966 günü sabaha karşı idam edilir. Naşı, saat 04.15 sularında alelacele infaz evinden çıkartılır ve resmi makamlar tarafından Kahire mezarlıklarından birine (İmam Şafi mezarlığı?) defnedilir.
İdama götürülürken, görevliler başka bir cezaevine nakledileceğini söylemektedirler. Seyyid ise şöyle der: “Hayır, bilakis cennetlere ve ırmaklara, sâdıklara mahsus yüce bir meclise ve sonsuz kudret sahibi bir hükümdarın yanına.” (Kamer, 54-55).
Seyyid’i idam edecekleri gece cellâtlar Hamide Hanımla görüşür, Seyyid’in, istenilenleri kabul etmesi halinde idam cezasının kaldırılacağını söylerler. Seyyid sadece senin (Hamide) için değil, bütün Mısır için bir kayıptır, böyle bir değer idam edilmemelidir derler. Kısacası Seyyid’i etkilemek için, en sevdiği insanı, Hamide Kutub’u aracı kılmak isterler. Fakat Seyyid’in çelikten iradesi, hem Hamide’nin, hem bütün müminlerin yüreğine su serpmekte, kâfirlerin yüreğine ise ateş düşürmektedir. Sanki Seyyid, çoktan kanatlanarak Rabbinin katına uçmuş ve oradan konuşuyor gibidir:
“Onlar kendileri için bir yarar veya bir zarar vermeye muktedir değildir. Eceller ve ömürler Allah’ın elindedir. Onlar hayatım üzerinde tasarrufta bulunamazlar. Bütün bunlar ancak Allah’ın elindedir. Allah onların hakkından gelecektir. Ne yaptıklarını görmektedir.”
Şu sözler de Şehid Seyyid Kutub’a aittir:
“Bu kayıt ve itibarla Allah yolunda ölmek ya da öldürülmek hayattan ve hayatta insanların sahip olduğu şeylerden daha iyidir. Kulların sahip olacağı mal, evlat, makam ve hâkimiyetin hepsinden iyidir. Allah’ın rahmet ve mağfiretinden uzaklaştıran her şeyden iyidir.”
“Kulların hepsi Allah’a döneceklerdir. Kuşkusuz O’nun huzurunda toplanacaklardır. İster yataklarında ölsünler, ister yeryüzünde dağılmışken ölsünler, isterse Allah yolunda cihad ederken ölsünler, sonunda hepsinin gidecekleri yer bellidir ve bu sonuçtan kurtulmaları mümkün değildir.”
“Buna göre yarış amelde, istikamette ve ihtimâmdadır. Sonuç aynıdır. Kararlaştırılan saatte ve kesinleşen anda ölmek veya öldürülmektir. Allah’a dönüş ve mahşerde toplanıştır. Ondan sonra Allah’ın mağfiret ve rahmeti ya da gazap ve azabıdır. Kendileri için kötü akıbeti seçenler ahmaklardan da ahmaktır. Çünkü ne yaparlarsa yapsınlar, sonunda öleceklerdir.”
“Şartlar değişir ve Müslüman madde karşısında mağlup duruma düşer de kendisinin üstün olduğuna dair inancı kaybolmaz; mü’min oldukça galibine karşı üstten bakar; bu halin geçici olduğuna ve sıranın -hiç şüphesiz- imana da geleceğine kuvvetle inanır. Gereği ne olursa olsun, boyun eğmez. Herkes ölür fakat o şehid olur. O, dünyayı bırakır, cennete gider. Galip gelen ise dünyayı bırakır, cehenneme gider. O, oraya; bu buraya. O, kerim olan Rabbin sesine kulak verir: “Allah’ı ve Rasulünü tanımayanların refah içinde memleketlerdeki tegallüpleri sakın seni aldatmasın!” (Âl-i İmran, 196).
Seyyid, 1952 yılında şehadetle ilgili şunları yazmıştı:
“Ağızdan çıkan her kelimenin kalplere girip hareket verici olması mümkün değildir. Kalbe ancak, yaşayan insanın canını aldığı için kan ağlayan kelimeler girebilir, ölmez kelimeler insanın gönlünü şenlendirir, ölü kelimeler ise ağızda doğup, dilin dışarı attığı ve ilahi bir menşe ile ilgisi bulunmayan kelimelerdir. Böyle ölü doğan kelimeler, beşeriyeti bir adım ileri götüremez. Zaten ölü doğduğu için hiç kimsenin ondan haberi bile olmaz, dolayısıyla tesirsiz kalmaya mahkûmdur.”
“Yazarlar, bir şartla çok şey yapabilirler: O da düşüncelerinin yaşaması için kendilerinin ölmeleridir. Böylece düşüncelerini, etleri ve kanlarıyla beslemiş olurlar. Bunun için de her şeyi hak olarak inandıkları zaman yazmalı ve kanlarını hakka fedâ edebilmelidirler.”
Uluslararası Af Örgütü 15 Nisan 1966 tarihinde, Seyyid Kutub ve arkadaşlarının muhakemesi ile ilgili bir bildiri yayınlar. Mısır Tutukluları Savunma Komisyonu’nun talebi üzerine Mısır’a gelen söz konusu heyetin takdim ettiği raporda özetle şöyle denmektedir: Uluslararası avukata müşahit olarak mahkemeye giriş vizesi istenmiş ama vize verilmemiştir. Uluslararası Af Heyeti, üyelerinden birini (İngiltere parlamentosu üyesi) gayrı resmi müşahit olarak Mısır’a göndermek durumunda kalır. İhvan’ın muhakemesi, tevkiflerden sonra çıkartılan ve kanundan öncesine de şamil kılınan istisnai yasalara tabi tutulmuştur. İhvan’ı yargılayan mahkemeler, sınırsız yetkiye sahip askeri mahkemelere dönüştürülmüştür. Askerî mahkeme, sanıklara işkence yapıldığına dair beyanları hiç dinlememiştir. Seyyid Kutub ve arkadaşları, kendi avukatlarını seçememişlerdir. Mısır yönetimi, İhvan’ı savunmak maksadıyla ülkeye giden avukatları kovmuştur. Duruşmalara halk ve basın alınmamış, haberler sıkı bir sansüre tabi tutulmuştur.
Uluslar arası Af Örgütü gibi küresel teşkilatların bu gibi durumlara ilgisi, sanki Seyyid Kutub’un öldüğünden emin olmak için Kahire’ye kadar zahmet etmek kabilinden bir etkinliktir. Bunun başka türlü anlamı olamaz. O gün, -Seyyid’den sonra- Mısır zindanlarında on binlerce Müslüman işkence çekmeye devam etmiştir; bugün de Mısır’ın yeni Nâsır/Firavunları Müslümanlara her türlü muameleyi reva görmekte ama bu, sadece batılıların sevincini artırmaktadır. Tıpkı el-Bennâ’nın şehadetinin Amerika’da bayram gibi karşılanmasına Seyyid’in tanıklığı gibi…
Seyyid Kutub ve Eseri
İşte Nil deltasından bir köyden gelip, Ezher’de okuyan, Amerika’da doktora yapan Seyyid Kutub’un hikâyesi budur. Bu, çok şerefli, imrenilecek bir hikâyedir. Seyyid Kutub adı, tarihin tanıklık ettiği en temiz şehidler albümünde, layık olduğu en mutena yerine iliştirilmiştir inşaallah. Kuşkusuz hiçbir insanı olduğu gibi, Seyyid Kutub’u da gereğinden fazla yüceltmek tevhidle bağdaşmaz. Biz de bundan Allah’a sığınırız. Lakin Kutub’un, tam da Allah’ın istediği tarzda (Saf, 10-11), iman ve iddiasını kanıyla ispatlamış olmasındaki büyüklük teslim edilmelidir. Böyle bir şehadet tarihte çok az insana nasip olmuştur. Bu, ona ve Kutub ailesine Allah’ın bir lütfudur. Umarız ki cennette Muhammed, Hamide ve Emine kardeşleriyle birlikte Allah’ın has misafirlerinden olurlar.
Kutub elbette geçmişte hatalar yapmıştır, yazıda bu hatalara yeterince değindik. Fakat onun en önemli meziyeti, hatalarından dönmesini bilmektir. Sabahın saat 04.00’ünde idam sehpasına götürülmeyi düğüne gider gibi karşılaması, geçmişte Cemal Abdünnâsır’la, ihtilalci subaylarla ve bir bütün halinde Mısır rejimi ile girdiği ilişkilerde herhangi bir dünyalığın peşinde olmadığını, en küçük bir hıyanet ahlakı taşımadığını yeterince kanıtlamaktadır. Kutub, tabi ki bu ilişkilerinde yanılmıştı ama belki de o bu yanılgıları yaşamasaydı, Yoldaki İşaretler’e ulaşamayacaktı. Din’in kendisi ile metodu arasındaki ilişkiyi bu kadar açık ve net şekilde keşfetmesini, herhalde bu yanılgılarına borçludur. Belki de Kur’an İslam’ını bu kadar sahih kavraması, İslam’ın yönteminin de kendisi gibi tamamen rabbanî olması, vahye dayanması gerektiğini idrak etmesini, yaşadığı o sürece medyûndur.
Netice itibariyle, 29 Ağustos 1966 tarihinde Seyyid’in bedeni ortadan kaldırılmış ama kendisi bizlere, arı-duru bir düşünce, amel, ahlak ve cihad mirası bırakmıştır. Şehidlere ölü demeyin, onlar diridirler ama siz anlamazsınız gibi ilahî beyanlar, Kutub şehidimizle birlikte bizler için anlaşılır kılınmıştır. Artık neden şehide ‘ölü’ denmemesi gerektiğini çok iyi anlamış bulunmaktayız…
Peygamberlerin örnek mücadelesine bir bahane bulan, sahabe neslini bugünün insanı için ulaşılmaz telakki eden bizlerin, içimizden biri olan, çocukluk ve gençliğindeki yetişme şartları, kültürel ortamı v.b. ile tamamen ‘biz’ olan Seyyid Kutub gibi şehidlerden sonra artık ileri süreceğimiz hiçbir mazeret, ardına sığınacağımız hiçbir bahane kalmamıştır.
Seyyid Kutub’u büyük yapan sırf canını Allah yolunda feda etmiş olması değildir. Onun düşüncesi, bütün şirklerden arınmış saf bir tevhid esasına dayanmaktadır. Şirkle hiçbir uzlaşmayı kabul etmemektedir. Mısır gibi toplumları cahiliye toplumu saymaktadır fakat tekfirci de değildir.
Kutub’a göre gerçek İslam, Kur’an’da belirtilmiş İslam’dır. Kur’an İslam’ının yaşama aktarılmak amacıyla öğrenilmesi ve bu paralelde bir İslam cemaatinin oluşması gerekir. Bu cemaat İslamî bir diriliş hareketi başlatacak ve rabbanî yöntemlerle (Allah’ın bildirdiği yolu izleyerek) arzulanan İslam ümmetinin oluşması için gerekli adımları atacaktır. İslam’ın tek kaynağının sadece Kur’an olduğunu açıklıkla ifade etmektedir. “O ilk neslin beslendiği ana kaynak doğrudan doğruya Kur’an’dı. Evet yalnız başına Kur’an. Rasûl’ün hadisleri ve sünneti ise sadece o ana kaynağın eserlerinden bir eser olarak göze ilişiyordu.”
“La ilahe illallah cümlesinin yeryüzündeki her türlü hakimiyet ve sultalara isyan manasına geldiğini … biliyorlardı. Bu dini, bir devlet ve nizam, bir hüküm ve şeriat olarak ikame edenlere… bir tek şey vaat edilmişti … cennet … Her şey bunun içindi.”
İslam yabancı yöntemlerle amacına ulaşamaz, ancak kendi yöntemiyle amacına ulaşabilir.
Kutub, İhvan’ın belki başlangıcından beri var olan ve İslamî grupların pek kurtulamadığı acelecilik, itikad meselesini halletmeden siyasal hedeflere yönelmek gibi sığlıktan arınmıştır. O, akide binasının oluşum döneminin uzun olması, binanın temellerinin sağlam ve derince atılması gerektiğini savunuyordu. En fazla akîdeye önem veriyordu. Akîde diyor başka bir şey demiyordu.
Kutub cezaevinde iken, hem İhvan’ın hem de diğer İslamî hareketlerin basit siyasi manevralar içinde boğulduklarını görmüştü. İdamından önce verdiği ifadelerde şöyle diyordu:
“İslamî hareketler Mısır’da hükümetten İslam nizamını, İslam şeriatını uygulamasını istemekle kendini oyalamıştı. Öyleyse… İslam akîdesinin anlamı kafalarda ve gönüllerde yeniden diriltilmeli, bu sağlıklı davet ve kavramları kabul edecek olanlar İslam terbiyesi ile eğitilmeli, mevcut siyasal oyunlarla vakit kaybetmemeliydi… İslam nizamını tatbike koymak ve Allah’ın emirleriyle hükmetmek acil olan hedef değildir. Zira toplumun tamamını veya âmme hayatında ağırlık sahibi sağlam bir kısmını, önce İslam akidesini sonra da İslam nizamını doğru anlayabilecek seviyeye getirmeden bunun gerçekleşebilmesi mümkün değildir.” (Alev Erkilet Başer).
Kutub bu görüşe, 1948 ve 54’te İhvan’ın aldığı darbelerden sonra varmıştı. Bu fikrini cezaevinde iken tutuklu İhvan mensuplarına açtı. Kimisi onu, toplumu tekfir etmekle ve fitne çıkarmakla suçladı, kimisi de hak verdi.
Bennâ ile Kutub arasındaki en belirgin fark işte burada yatıyordu, yani Kutub, toplumun cahiliye olduğunu söylüyordu. Kutub’un ‘cahiliye’ kavramsallaştırması çok önemlidir. Şöyle demektedir:
“Herkes çevresinde bulunan cahiliyye cemiyetinin hareket mekanizmasıyla ilişkisini kesmelidir… Bu kumanda mekanizması bazen kâhinlerden, mabet bekçilerinden, rahiplerden, hahamlardan veya benzeri kimselerden müteşekkil olabilir veya siyasi, sosyal ve ekonomik baskı güçleri tarafından teşkil edilmiş olabilir.”
Kutub’un önerdiği şuydu: Düşünce planında ayrılık, eylem planında uzaklaşma… şuur alanında ayrılık ve belirginleşme…
Müslümanın birinci görevi cahiliye toplumunun dostluğunu kazanmak değil, onu temelden değiştirmektir diyordu. Rabbanî yöntem bu değişikliklerin nasıl ve hangi aşamalardan geçilerek yapılacağını gösteren yoldur. Bu yolu Kur’an’dan başka yerde bulamayız.
Kutub, Din’in kitabın iki kapağı arasında durduğu müddetçe insana hiçbir şey vermeyeceğinin farkındadır: “İki maddi sistem arasındaki savaşta dinin yapabileceği bir şey yoktur… insanlar hayatlarının bütün yönlerini onun emrine verip… hükümlerine razı olmadıkça, din onları ne komünizmden ve ne de diğer izmlerden koruyacaktır.”
Neredeyse yeryüzünde yeni bir durum yoktur desek yeridir. Din-siyaset ilişkisi, Allah ve diğer ilahlara ilişkin tasavvurlar aynı minvalde yürümektedir.
Günümüzde ister Kutub’un ülkesi Mısır’da, ister Türkiye’de ve isterse diğer İslamî beldelerde Seyyid Kutub’un İslam, Kur’an, Din anlayışına, hedefle metot aynılığına ve İslam dışı yönetimlerden İslam adına hiçbir şey ummadan, onlarla hiçbir pazarlığa girişmeden, tamamen İslam’ın kendi emirleri çerçevesi içinde kalarak ve İslam’ın kendi metoduyla mücadele etmek gerektiğine iman etmeye mutlak surette ihtiyaç vardır. En büyük ihtiyaçlardan biri de şudur: İslam’a ait hiçbir mesele tali görülmemeli, İslam’ın her konusu önemsenmeli; siyasal hedefler adına İslam’ın akidesi, ameli ve ahlakı asla ötelenmemeli, ertelenmemeli ve tavsatılmamalıdır. Bir İslam inkılâbı olacaksa, bu, Kutub’un tespit ettiği gibi, Kur’an kaynak edinilerek yapılacaktır. O ilk örnek Kur’an nesli nasıl ki kendi eşsiz inkılâbını Kur’an’la gerçekleştirdiyse, bugün de bunun şartı budur.
Seyyid Kutub’u sloganlara alet etmek Allah katında vebaldir, şehidin yoluna ihanettir. Önemli olan, bizim kendimizi de Seyyid’in akıbetine maruz bırakacak, daha doğrusu o lütfu Allah’ın bizlere de vermesini hak edecek bir iman ve adanma ile bu yolu sürdürmektir. Seyyid Kutub’a verdiği lütfu Allah tekrar tekrar, isteyen herkese vermeye kadirdir ve hâzırdır. Unutulmamalıdır ki esas Yol Allah’a aittir, Yol’u çizen O’dur; Kutub gibi şehidler, Yol üzerindeki işaret taşlarımız (meâlim)dır.
Seyyid Kutub’un çok sayıda kitabı bulunmaktadır. Bunların en önemli ikisi, Yoldaki İşaretler ile ikinci yarısını hapishanede yazdığı Fîzılalil Kur’an adındaki tefsiridir.