Beyaz kapının önünde durdum. İçeriden sesler geliyordu. Ben garip bir ruh hali içerisindeydim. Biraz korku biraz ürperti hissediyordum. Buna rağmen kapıyı tıklatmakta tereddüt etmedim. Zaten davetli idim. Dönmek olmazdı. Bir süre bekledim. Kapıyı açan olmadı. Sanırım gürültüden duymadılar diye düşündüm ve tekrar kapıyı tıklattım. Yine açan olmadı. Ama içeriden gelen neşeli sesler cesaretimi artırdı ve beyaz kapının altın sarısı kulpuna uzandım. Kapı kulpuna dokunur dokunmaz beyaz kapı kendiliğinden açıldı. Sağ adımımı atarak içeri girdim.
Beni neşeli bir geniş aile karşıladı. Anne, baba, dede, nine, bebe hepsi vardı. Kısa bir hoş geldin, merhaba muhabbeti oldu. Karşılıklı herkes hal hatır sordu. Sonrasında vakit kaybetmeden sofra kurmak üzere harekete geçtiler.
Sofra kurulana kadar on on beş dakika kadar yalnız kaldım. Bu arada içinde bulunduğum odayı dikkatle inceledim. İncelemek diyorum ama yetersiz bir cümle kuruyorum aslında. O anımı tarif edecek pek fazla bir sözcük bulamıyorum. Zira bir masal evinde gibi hissettim kendimi. İçerisinde bulunduğum oda, dar denecek kadar ensiz ama boyuna alabildiğine uzundu. Yani dikdörtgen şeklindeydi. Bu odanın dışarıya bakan bir köşesi geniş pencere camlarıyla dışarıya açılıyordu. Çok aydınlık bir yüzü vardı bu köşenin. Ancak köy evlerinde kullanılabilen, adına divan denilen, yerden pek yüksek olmayan oturma alanları odanın aydınlık köşesini çevirmişti. Beyaza boyanmış duvarlar gün ışığı ile kaynaşmış gibiydi. Odanın diğer köşesi ise penceresiz yarı aydınlık, loş diyeceğimiz bir aydınlığa sahipti. Duvarları pencereler değil, tavana kadar uzanan kitaplıklar kapatmıştı. Sık aralıklı raflar arasında bırakın bir elin geçmesini bir toz bile zor geçerdi. O kadar çok kitap vardı ki bu raflarda. Ciltli ağır kitaplar en üst ve en alt rafları doldurmuşlardı. Orta raflar bölüm bölüm ayrılmış; edebiyat bir tarafta, tarih bir tarafta, felsefe bir köşede, bilim diğer köşede..
Odanın kütüphaneli köşesinde kanepe ya da masa sandalye yoktu. Oturma alanı olarak yerler münasip görülmüştü. Zemini kaplayan kocaman bir el halısı vardı. Duvar diplerinde de kilim desenli yastık ve minderler sıralanmıştı. Kütüphanenin dibinde başlayan ve tüm zemini kaplayan el halıları, kilim desenleri, yün ipliğin kokusu, kitaplıktan gelen hafif çam reçinesi kokusu, aydınlığı bastıran ama görmeyi de zorlaştırmayan loş ışıklar, o köşede oturan herkesi büyülüyor, okuma isteğini kamçılıyordu.
Odanın aydınlık köşesi çaylı, sohbetli, neşeli anlara tanıklık ederken; kütüphane köşesi bilgeliği, tefekkürü ve iç huzuru arayanları misafir ediyordu sanki.
Büyülenmiş halime son veren yere serilen sofra bezi oldu. Yemeği yerde yiyecektik. Ev sakinlerinin hepsinde yoğun bir neşe ve açlık seziyordum. Çok tuhaflardı. Buyur etmediler, kendileri oturdular sofraya. Ama sofranın benim önüme denk gelen kısmı da boş bırakıldı. Hemen çöküverdim bende. Ortaya içi su dolu, desenli bir sürahi koydular. Evin hanımı üst üste dizilmiş boş tabakları önüne almıştı. Elinde kepçe vardı. Sofra etrafında ki herkesi gözden geçirdi. Kaç kişi olduğumuzu ve kime ne kadar yemek koyacağını hesap ediyor diye düşündüm. Tencerenin kapağını açıverdi. Bir eline kepçe diğer eline de tabak almıştı. Tencere üzerinden buharlar yükseliyordu. Aç kurtlar gibi seyrediyorduk hepimiz.
En sonunda kepçe tencereye daldı ve karıştırıp tabakları doldurmaya başladı. Tabaklar elden ele sahiplerini buluyordu. Her tabak kenarında kime ait olduğu yazıyordu. Benim tabağın kenarında da misafir yazıyordu. Şok olmuştum. Ben nasıl bir yere geldim diye düşünmeye başlamıştım ki asıl şoku o anda yaşadım. Tabağımın içini dolduran, buram buram kokan ve dumanı tüten çorbanın içi, kitap-kağıt parçaları ile dolu idi. Resmen kitap ya da kitaplar doğranmış ve bununla da çorba yapılmıştı. Suyun içinde gezen bazı harfleri bile görebiliyordum. Çorbadan yükselen koku ise inanılmazdı. Biraz edebiyat, biraz felsefe kokuyordu. Kokladıkça çorbayı içme isteği uyandırıyordu. Yanımda oturan dedenin çorbasından ise tarih kokusu geliyordu. Her çorba farklı idi. Herkese ihtiyacına göre çorba hazırlanmıştı. Rüyada gibiydim.
Küçük çocuk şikayetçi bir yüz ifadesiyle çorba dolu tabağını annesine geri uzattı.
-“Ben bu çorbayı içmem”
-“Neden?” dedi annesi.
-“Bu çorbanın suyu çok az oldu”.
-“Tamam öyleyse, biraz da suyundan ekleyelim” dedi annesi. Böylece çocuğun çorba tabağına biraz da suyundan ekledi annesi.
Ben de sustum ve çorbamı içtim. Çok leziz ve doyurucu idi. Mis gibi de kokusu vardı.
Sofradan kalkarken “elhamdülillah” demeyi ihmal etmedim.