CUMHURİYET DÖNEMİ MODERNLEŞME HAREKETLERİ İLE AYDIN VE EDEBİYAT ÇEVRELERİNİN MODERNLEŞMEYE KATKILARI
Osmanlı dönemi modernleşme süreci Cumhuriyet dönemi içinde hız kesmeden devam etti. Hatta Osmanlı’nın ilk yüzünü Batı’ya çevirdiği dönemdeki gibi tepeden inmeci bir modernleşme yaşandı. Güya yeni bir devlet kurulmuştu ve Osmanlı’nın aksine padişahlık, sultanlık sistemi olmayıp Batı gibi demokratik bir yönetimi önceleyen halkına değer veren bir cumhuriyet devleti olması iddiası vardı. 1923’ten başlayarak 1938’e kadar devam eden bu ilk dönem gerçekten emperyalizme karşı olan, kendi halkına yaslanan ve inançlarıyla, tarihsel kökleriyle barışık bir devlet miydi? Yoksa tam aksine Stokholm sendromu yaşayan bir yönetici elitin elinde yine eski düzenin devamı mıydı? Fikret Başkaya “Paradigmanın İflası” kitabında “Cumhuriyetin yeni yönetici elitinin ve dayandığı tarihsel olarak geri sosyal sınıfların ihtiyacı olan bu resmi ideolojiyi oluşturmak da ittihatçı artıklarına ve onların devamı olan Cumhuriyet aydınlarına düşecekti” der. Devamla Cumhuriyet aydınları resmi ideolojinin üreticisi ve yayıcısı olma misyonuna koşulmuşlardı. Resmi ideolojiyi üretip yaymaya koşulmuş aydınların devletle olan ilişkileri ve devlet karşısındaki konumları da ister istemez özel bir veçhe kazanmıştı. Bir bakıma Osmanlı aydınına benzer bir konumdaydılar. Dolayısıyla kapitalist topluma özgü aydınlar gibi, devletten görece bağımsız değillerdi. Bu durum düşünsel entelektüel alanı kısırlaştırmış, anti demokratik, tek-tip, bağnaz bir düşünce kalıbının yerleşmesi sonucunu doğurmuştur.”[1] der. Evet Fikret Başkaya doğru söylemektedir. Aydınlar zorla dayatılan sistemi halk nezdinde meşrulaştırmanın peşine düşmüşlerdir. Böylesi bir durumu özetleyen Cemil Meriç’in şu ifadesi ile “Bu hadım edilmiş idrakle, bu “izinli” hürriyetle kalkınmak mümkün” değildir.
Modern kültür bolca aydın ve enetelektüel yetiştirebilmektedir. Ama alim yetiştirememektedir. Çünkü alim denilen şahsiyet her daim hakikatin yanında yer alabilen ve inandığı değerler uğruna bedel ödemeyi göze alabilenlerdir. Alimlerin en büyük özelliği ise tüm hakikati Allah’a dayandırmakta oluşu ve yaptığı her şeyi onun rızasını gözeterek yapmasıdır. Ne var ki çağın aydını sekülerizmle inşa olduğu için hakikat onda buharlaşmış olup, neyin doğru neyin yanlış olduğu bilgisi çoğu zaman zihninde karışmış durumdadır. Cumhuriyet aydınları ise artık hakikatini kaybetmekle kalmayıp beraberinde büyük bir çoğunluğu fikir namusunu da kaybetmiştir.
Cumhuriyet denilince akla gelen ilk şey Ankara’dır. Cumhuriyeti kuran kadro İstanbul payitahtı temsil etmesi nedeniyle onun karşısına yeni bir şehir inşa etmiştir ki o da Ankara’dır. Aydınlar, Ankara’yı güzel ve çekici gösterebilmek için İstanbul’u her fırsatta eleştirmiş ve İstanbul’u adeta kötülüğün, fuhşiyatın ve çirkinliğin sembolü olarak göstermişlerdir. Yakup Kadri, 1928 yılında yazdığı ünlü eseri “Sodom ve Gomorre” de tüm bu mekanları, kurumları ve buralarda yaşamlarını idame eden insanların hayatlarını ele alır. Lakin Yakup Kadri’ye göre, bu insanların ve bu kurumların mekanı olan İstanbul, yalnızca tek bir kelime ile ifade edilmeyi hak etmektedir; çürüme…
Tevratta bahsi geçen şehirler, Sodom ve Gomorre, her türden sapkınlığın alabildiğine yaşandığı kentlerdir. Toplu seks ayinleri, ensest ilişki, zoofili, nekrofili, eşcinsel ilişki, çok eşli cinsel hayat, normal ve olağandır bu kent için.. İstanbul’un insanları, yalnızca kadınlar değil, erkekler de kendilerine bir ingiliz zabit ayartmak için büyük bir mesai tüketmektedirler ve cinsel ilişkide artık tamamıyla ayyuka çıkmıştır. Örneğin, uzunca bir süredir, İngiliz subayı Kaptan Marlow’un peşinde olan Azize hanım bir vesile ile subayı evine getirdikten sonra İngiliz subaya, kocası Atıf bey göz koyar ve İngiliz subayı da Atıf Bey’e kayıtsız kalmaz…[2]
Aynı şekilde Yakup Kadri’nin “Ankara” kitabı da Ankara’yı kutsallaştırmakta ve oraya giden kadın, erkek herkesi yüceltmektedir. Cumhuriyet dönemi aydınlarından Falih Rıfkı Atay’ın yeri yine başkadır. Çünkü Falih Rıfkı Atay, Çankaya’da Mustafa Kemal’in sofrasında bulunup Mustafa Kemal’in yaşamını “Çankaya” isimli kitabında belgelemiş bir şahsiyettir. Yakup Kadri gibi o da Türkçü bir şahsiyettir ki Mustafa Kemal’de kendisini Türkçü olarak tarif etmektedir: “Evet öyledir, ben de herkes gibi doğdum, büyüdüm. Doğuşumda bir ayrılık varsa Türk oluşumdan ibarettir”[3] demişti. Fakat Falih Rıfkı’ya göre Mustafa Kemal Türkçü olarak tanımlanamazdı: “Mustafa Kemal’in Türkçülük hareketini takip etmiş olduğunu sanmıyorum. Kuvay-ı Milliye devrinde ve sonrasında ise, bilhassa Türkçü fikir ve sanat adamları ile temas etti. Ziya Gökalp’a, geç ve güç ısındığını hatırlıyorum. Asla siyasi ırkçı ve Turancı değildi. Türkiyeci, Türkiye Türkçüsü idi. Sonradan dil ve tarih akımından o kadar sarıldığı milliyetçilikte Asya’ya doğru ve geriye doğru bakmazdı. Bu meselelerle de, hayli sonra ilgilenmiştir. Mustafa Kemal, büyük bir realistti. Siyasette, ütopyacı zaaflarına düşmekten kaçardı. Ziya Gökalp, tanıdıktan sonra Mustafa Kemal’e hayran kalmıştır. Çünkü devrimci olarak en ileri Türkçülerin bile kurtulacaklarını sanmadıkları Ortaçağ müesseselerini bir hamlede yıkmış ve Türk milliyetçiliğine engin ufuklar açmıştı.
Mustafa Kemal’in devrimcilik mesleğinde ilmiyi andıran formüller, sonradan ve kendiliğinden doğacaktır. Kurtuluş devri nihayet bulduktan sonra, devrimcilik eseri ilk zamanları hatıra gelmeyen hayret verici bir “tecanüs” gösterecek ve ileri Türkçüler bütün harekete “Kemalizm” ismini vereceklerdir.[4]
Cumhuriyet aydınlarında görülen genel hastalık dine karşı aşırı derecede tiksinti duymalarıdır. Reşat Nuri Güntekin’in ideolojik romanı Yeşil Gece‘nin Kemalist öğretmen tipi Ali Şahin ise, dönüştürmek istediği ve kendi isteğiyle gittiği “sokakları evliya kandilleriyle donanmış”, “softa yatağı” bir Anadolu kasabası olan Sarı Ova’yı gördüğünde “Bizim muharebe meydanı göründü” demesi bu tiksintinin bir örneğidir. Yahut “Çalıkuşu” isimli romanında Feride karakterinin rahibe okulundan mezun olduktan sonra öğretmenlik yaptığı dönemlerde çarşafa bürünmüş olmasını ve o halde rahibe okulundan bir arkadaşıyla karşılaştığındaki mahcubiyetini anlatıyor oluşu bu tiksintinin yine bir örneğidir. Buldukları her fırsatta dini düşünceyi eleştirmekten geri kalmamışlardır. Çünkü kutsadıkları adamın kendisi bizzat dinden nefret etmektedir. O kendisine özgü yeni bir din peşindedir ki onun adı da Kemalizm dinidir. Devletin en tepesinde bir adam olarak ve Cumhuriyet’in kurucusu rolündeki şahsiyeti Falih Rıfkı’dan dinleyelim: “Mustafa Kemal için içki, kadın, buluşma, eğlence, hepsi kafasından gönlünden bir türlü kopup ayrılmayan büyük kaygının ve bir şey yapmak, bir şey yapabilecek otoriteyi avucunun içine almak hırsının gölgesi altında idi.[5] Mustafa Kemal İttihatçılara göre artık içtiği için sarhoşun biri, durmadan arkadaşları ile olup bitenleri tenkit ettiği için fırsatçının biri, zevkine düşkün olduğu için belki de ahlaksızın biri, askerlikte değeri varsa da ne verilse doyurulması imkanı olmayan “haris”in biri idi.[6]
Mustafa Kemal Sofya’da Fransızcasını ilerletti. Hoca tuttu ve çalıştı. Pek çekici, iyi giyinen, dans eden, içen, eğlenen bir erkek güzeli de olduğu için toplantı yıldızları arasında idi. Çok çeşitli zevkleri olduğu için fikir arkadaşları, olay ve eğlence arkadaşları, birbirinden pek farklı idi. Ömrünün sonuna kadar da böyle kalmıştır. Bir değişmez hali toplantı havasına hakim olmuştu. Hırsı ve gururu şüphesiz, hele içtiği vakitler, kırıcı denecek kadar sert ve yalçındı. Ordu ve politikada kendinden üstün gördüğü yoktu… O devirde yaşama ve onun tüm zevklerini yaratan şeyler, kadın, içki, açık eğlence, dans, flört, hepsi ayrı ayrı günahtır. Hiç olmazsa “gizli” olmalıdır. Kimse görmemeli ve duymamalıdır. Mustafa Kemal’in huyu da gizliliği gururu ezici bulması idi. Ahlakın softaca da, halkça da anlaşılma ve zorlama sıkı ve baskısına karşı idi.[7]
Cumhuriyet döneminde yeni bir halk ve yeni bir ülke yaratılmaktaydı. Eskinin tamamen reddi yerine yenisi ikame edilmesi gerekiyordu. Modernleşme o kadar tepeden inmeci ve baskıyla yapılıyordu ki hızına yetişmek mümkün değildi. “On yılda onbeş milyon Türk” yaratmanın ve “az zamanda çok iş yapmanın zamanıydı. Yeni bir toplumu oluşturabilmek için Mustafa Kemal başta devletin tüm imkanlarını seferber ederken diğer yandan entelektüeller iş başındaydı. Müzikten, edebiyata, sanattan, dine kadar ve sokağa kadar her şey yeniden dizayn edilmekte idi. Tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi paşalar ve saray erkanı lüks ve şatafat içinde yaşarken halkın açlıkla pençeleşmesi gibi aynı şey yeni Cumhuriyette’de değişmemişti. Ankara’da devlet erkanı ve bir kısım Çankaya sofralarının müdavimi entelektüeller dışında halk yine perişan bir vaziyette yaşıyordu. Kısacası halkın kaderi hiç değişmemişti.
Alaturka müzik yasaklanmış, şeriat ve evkaf vekaletlikleri kapanmış artık halk sorunlarını şer’i mahkemelerde değil de modern hukuk içinde çözecektir. Bale okulları açılırken folklor yasaklanmış ve Ankara Kızılay ve Ulus’a kadınların çarşaflı girişi yasaklanmıştır artık. Fes gitmiş yerine şapka gelmiştir. Düzen aynı düzendir. Halk yüzyıllardır alışageldiği hayattan, gelenekten kopmuştur. Ama yerine neyi koyacağını da bilmemektedir. “Binlerce yılın yabancısı bir ses değmiştir minarelerine”[8] Ezan artık Türkçe okunmaktadır. Harf devrimiyle birlikte yeni yetişecek olan neslin geçmişiyle bağı koparılmıştır. Köksüz yeni bir nesil yetişecektir artık. Falih Rıfkı’nın tanımlamasına göre “Mustafa Kemal yalnız Rumeli folklor türkülerini mat sesi ile güzel ve tatlı söylemekle kalmaz, klasik alaturka musiki makamlarını da bilirdi. Kafaca batı musikisine inanmış, zevkce alaturkaya bağlı kalmıştı. Devrimciliği yıllarında her işte olduğu gibi zevkince değil, kafasınca giderek milli eğitimde yalnız batı musikisi öğretimi yaptırmıştır.”[9]
Cumhuriyet döneminde işlenen en önemli konu İslam düşmanlığı olarak göze çarpmaktadır. Adeta ülkenin gelişmesinin önündeki en büyük problem İslam olarak görünmektedir. İslam düşmanlığı hem Yakup Kadri’nin eserlerinde hem Halide Edip’in eserlerinde hem de Falih Rıfkı’nın eserlerinde ve daha bir çok o dönemin şair ve yazarlarının eserlerinde işlenmektedir. Falih Rıfkı “Çankaya” eserinde “Medrese yobazlarının manevi baskısı altındaki halk yığınları ise, kurtuluşu ta yedinci asırdaki şeriat şartlarına kavuşmakta arar ve başımıza ne geldi ise Kur’an yolundan ayrılmış olmamızdan ileri geldiğini, inanarak söyler. Ayaklanıp Nizam-ı Cedid’ten beri batılılaşma yolunda neler yapılmışsa hepsini yıkmak için fırsat bekler.”[10] diye yazdıktan sonra şunları ilave eder: “Kapütülasyonlar, yabancılar tarafından baskılar ve gündelik müdahaleler Türk ve müslüman halkın az çok aydınlarını iyileşmez bir aşağılık duygusu altında ezmektedir. İç idare üzerine evlere hiçbir iyi haber gelmez. Bir paşalar ve konaklar sınıfı dışında, memurların maaşları pek azdır ve yılda bir kaç ay çıkmaz. Hırsızlık, haksızlık, her türlü idare kötülükleri adeta gözle görülür. Saray, can havli ile şeriatçılığa sarılmıştır. Medrese takımı, halka bu kara kaderin tek sebebi şeriatten ayrılmak olduğunu telkin eder. Halk cesaretini kaybetmemiştir. Biz yine “yedi düvele” karşı koyarız, ama padişahımızı kandıran dinsizler ve uğursuzlar olmasa derler. Hamiyetli orta aydınlar, halk inanışı ile tatlı su Türk’ü dediğimiz, milletlerinden ve vatanlarından da tiksinen alafranga takımın inançsızlığı arasında şaşkın bir ruh hali içindedirler. Halk, Mehdi bekler. Orta sınıf yarı umutsuzluk içinde bir başka mucize bekler. Üst takım hiçbir şey beklemez. Saray ve vezirler idaresi bir “idare-i maslahat”tan ibaret. Günü gününe iş görmez. Günlük çarelerle zorlukları atlatır.”[11]
Yakup Kadri’de eserlerinde bu konuyu işler. o’da “Yaban” romanında “dincilere” ayrı bir gıcıklanmaktadır. Her bulduğu fırsatta hoca tayfasına olumsuz anlamlar yükleyerek alttan alta bu kesime karşı bir nefret uyandırma gayretini taşımaktadır. “Şeyh Yusuf’un oturduğu oda tıka basa insanla dolu. O, köşede bir hasır üstünde bağdaş kurmuş oturuyor. Sırtında eskiden yeşil olduğu belli bir cüppe var. üstü başı, sakalı o kadar kirli ki, -yanına yaklaşmağa hacet yok- kapıdan itibaren bir teke gibi kokuyor.”[12]
Yakup Kadri, “Yaban” romanında Anadolu’yu anlatırken hayal kırıklığını dile getirmekte ve Anadolu insanının bu hale gelmesinde suçu biraz da aydın kesime yüklemektedir. Lakin Karaosmanoğlu’nun sitemi Aydınların Anadolu insanını bir öze dönüş anlamında inandıkları değerleri onlara yeniden ve esaslı biçimde anlatamayışına değil Anadolu insanını adeta tecavüzcüsüne aşık kimse gibi batılılaştıramadığına dair bir sitemdir. “Bu ülkede, temiz yürekli, duygulu ve candan insanlar vardı. Zenginin kapısı fakire açık ve gurbet yolları, sonunda mutlaka bir sıcak yurda ulaşacaktı. Orada, bütün kadınlar ana, bütün kızlar kardeş ve bütün çocuklar evlattı. Oranın taşı arkadaş, yoksulluğun derecesi bence malumdu. Fakat, bu maddi yoksulluğun içinde bir manevi varlık bulacağımı sanıyordum.
Şimdi ne görüyorum? Anadolu… Düşmana akıl öğreten müftülerin, düşman yol gösteren köy ağalarının, her gelen gasıpla bir olup komşusunun malını talan eden kasaba eşrafının, asker kaçağını koynunda saklayan zinacı kadınların, frengiden burnu çökmüş sahte sofuların, cami avlusunda oğlan ovalayan softaların türediği yer burasıdır.
Burada, bıyıklarını makasla kırptı diye nice fikir ve ümit dolu Türk gencinin kafası taş altında ezildi. Burada, yüzü düşmana dönük, nice vatan mücahitleri savundukları kimselerin eliyle arkadan vuruldu. Burada, milli timsalin, milli bağımsızlık sembolünün yolu kaç defa kesildi ve kaç defa oturduğu şehrin etrafı isyan silahlarıyla çevrildi. Burada, vatan delisi milet divanesi; burada, ben harp malulu Ahmet Cemal yapayalnızım.”[13]
Falih Rıfkı askeriyede önceleri komutanların “Selamün Aleyküm asker” diye selamladıkları askeri, Mustafa Kemal’in “Merhab Asker” diye selamlama geleneğini başlattığını söyler.
“Feylesof, fiillerin tarihi fikirlerin tarihidir,”der. “Devrimci Mustafa Kemal’i yoğuran fikir hareketleri nelerdi? Mustafa Kemal kimleri ve neleri okumuş, kafasını nasıl hazırlamıştır?” Falih Rıfkıya göre “bu, metotlu bir hazırlanış değildir. Bizim Tanzimat’tan sonraki fikir hayatımız, Fransız ihtilalcilerini yetiştiren tarih, felsefe ve ilim geçmişine benzemez. Bu üstünkörü bir “ıslahat” edebiyatıdır. Onda ne ekonomik, ne sosyal bir meslek karakteri vardır.”
Falih Rıfkı’ya göre “Tanzimat’tan sonraki devrimizde, Meşrutiyetteki Türkçülük akımına kadar, kafalara yön veren sanatçılar ve düşünürler görülmez. Bu edebiyat bazen uyanık vatanseverler, bazen vatanlarını da, milletlerini de hor gören Frenk taklitçileri yetiştirir. Nasıl bir cemiyet olacağız, nasıl bir devlet olacağız? Batılılaşma tarihinin tanınmış adamları eserlerinde böyle suallere cevap vermemişlerdir. Bir hürriyet ve meşrutiyet davasıdır, gider. Bu ise bir rejim meselesidir. Osmanlı devletinin ve cemiyetinin yeni zamanlara göre nasıl gelişmesi lazım olduğunu tartışan fikri ekonomik ve sosyal devrim davası değildir.”
Devamla Falih Rıfkı şunları söyler: “Din ve dünya işleri birbiri içindedir. Devletin teokratik niteliğine dayanan ve halkın cehaleti ile taassubundan kuvvet alan medrese faktörü, bütün milli hayat üzerinde baskısını ve kontrolünü hissettirir. Üniversite, düşünce terbiyesi bakımından medresenin hükmü altındadır. Kadın hür değildir, düşünüş hür değildir, yaşayış hür değildir.
Hayat ve sergüzeştleri kendisini bir şeye inandırmıştır: Biz Batılı bir millet ve bir Batı devleti olmadıkça kurtulamayız. Bizi Batılı bir milet olmaktan ve bir Batı devleti haline gelmekten alıkoyan gelenekler ve müesseseler ortadan kalkmalıdır. Taassuba karşı açıkça cephe alınmalıdır. Halk, kara kuvvetin pençesinden kurtarılmalıdır. Halkı biz yetiştirmeliyiz. Onu kara kuvvet yobazlarının eğitimine bırakmamalıyız.”[14]
Din ve Devrimler
Falih Rıfkı Atay eserinde devamla dini alanda yapılan devrimlere değinmekte ve kendince yapılan devrimleri belli bir akla dayandırmaktadır. Bazan gülünç denecek pozisyonlara da düştüğü görülmektedir. Zira dini alana dair yaptığı izahatlar yine kendince ictihad ederek dine dayanmaktadır. Oysa din ne Falih Rıfkı’nın ne de diğer entelektüellerin umrundadır. Onların tek derdi vardır bir an önce ve süratle Batılılaşabilmek. Onun içindir ki Batılılaşmanın önündeki en büyük engel İslam’dır ve yeni düşman da İslam olarak belirlenmiştir. İslam’ın o toplum içinde elinin değdiği ne varsa hepsine karşı alenen bir savaş başlatmışlardır. Özellikle 1926 yılı sonrası Allah ile doğrudan bir savaşın başladığı bir zamandır. Falih Rıfkı modernleşebilmenin gereklerini şöyle açıklar: “Tanzimat Fermanı, başımıza ne gelmişse şeriatın bozulmuş olmasından geldiği ön sözü ile başlamaktadır. Gerçekte ise, din ve dünya, din ve akıl işlerini birbirinden ayırmamaklığımızın cezasını çekiyorduk. Ali Paşa, Fransız Medeni Kanunu’nun alınmasını teklif ettiği vakit, karşısına Mecelle tavizciliği çıkmıştır. Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi Tanzimat fikir adamları, Reşit ve Ali Paşa’ları Şerait-i İslamiyye dururken, Garp’tan kanunlar almakla suçlamışlardı. Her şey “Şer’i Şerif”e uygun olmalı, bir fetvaya bağlanmalı idi. Sivil okulla medrese ve cami birbirine düşmandı. Halk yığınları ise camiye bağlı idiler. Batı medeniyetçiliği, daima pek küçük bir azınlığın malı kalmıştı. Kemalizm, aslında büyük ve esaslı bir din reformudur. Tanrı, bir peygambere verdiği şeriatı, ikinci bir peygamberde değiştirmekle, hatta Kur’an’ın bir ayetindeki emrini başka bir ayette kaldırmakla hükümlerin toplum evrimini izlemesi gerektiğini göstermiştir. Fıkıh’ta buna nesih diyoruz. Muhammed, son peygamber olduğuna göre, ondan sonra nesih hakkı insan aklına kalmıştır. Onun için İslam bilginleri, “zamanla hükümlerin değişebileceği” içtihadında bulunmuşlardır. Mustafa Kemal’in yaptığı işte bu nesih hakkını kullanmaktı.
İslam’da bütün Şer’i meseleler iki büyük bölüme ayrılmıştır: Birinci bölüm, ahireti ilgilendirir ki ibadetlerdir. Oruç, namaz, hac, zekat! İkinci bölüm, dünyayı ilgilendirir ki bunlar da nikah ve aileye ait hükümlerle muamelat denen mal, borç, dava ilişkileri ve ukubat denen ceza hükümleridir. Kemalizm, ibadetler dışındaki bütün ayet hükümlerini kaldırmıştır. Kaldı ki insan aklı nesih hakkını farzlar üzerine de götürebilir; zekat, kazanış ve gelir vergilerinin bulunmadığı bir devrin mirasıdır. Hac, Kabe’den faydalanan Mekkelilerin Müslamanlığını sağlamak için konmuştur ve bu döviz çağında Hicaz dışındaki hiç bir yabancı Müslüman halkı buna zorlanamaz. Namaz şekli de iskemle olmayan entarili bir halkın yaşayışına uygundur. Pantolon, etek ve hele başkasının ayağı değen yere yüz değdirmeyi yasak eden hijyen devrinde yürüyemez. Cenaze namazını neden ayakta kılıyoruz? Camin dışında olduğu için! Bugünkü hijyen anlayışına göre camiin içi ile dışı arasında fark yoktur.
Atatürk, ibadet devrimine ezan ve namazı Türkçeleştirmekle başlamıştı. Gerçekte verdiği ilk emir ezan ve namazın Türkçeleşmesi idi. Muhafazakarlığın sözcülüğünü yapan İnönü, Atatürk’e yalvarmış, önce ezanı Türkçeleştirelim, sonra namaza sıra gelir, demişti. Arkadan dil ve Kur’an metni meseleleri çıkıp namazın Türkçeleşmesi gecikti idi. Atatürk sağ kalsaydı ibadet reformu olacağından da şüphe yoktu.”[15]
Cumhuriyet Döneminde Kadına Yaklaşım
Cumhuriyet döneminin en başat konularından biridir kadın konusu. Çünkü kadın değişirse toplum değişir. Kadın annedir ve anneler nesli yetiştirir. İslami hassasiyete sahip annelerin yetiştireceği çocuklar nasıl mü’min bir kimlikle inşa olacaksa Kemalist bir zihnin yetiştirdiği çocuk da aynı şekilde Kemalist bir zihniyette olacaktır kuşkusuz. Bu gerçeği farkeden Mustafa Kemal ve yoldaşları kadını, Batılılaştırarak iffet duygusundan arındırmaya gayret etmişlerdir. Elbette yine yaptıkları şeyleri toplum nezdinde meşrulatırabilmek için gerek gazete köşelerinde, gerek balo salonlarında, gerek özel kutlamalarda ve gerekse edebiyat yoluyla bu konuyu ince ince işlemişlerdir. Bu meşrulaştırmanın en klasik yolu geçmişi kötüleyip yeniyi ya da olması gerekeni övmeyle başlamaktır. Falih Rıfkı’da tam bunu yapmaktadır. Falih Rıfkı eserinde: “1908 Meşrutiyeti’nden sonra dahi mesela kız mekteplerinde edebiyat hocası harem ağası idi. Batılı tefekkür adamı, bir milletin medeniyetini ölçmek istiyor musunuz kadına nasıl muamele ettiğine bakınız, der. Osmanlı topluluğunda bu bir dişi muamelesi idi. Türkçe oynayan tiyatrolarda kadın rolü, bilhassa Ermenilerde idi. Ortaoyununda kadın “zenne”dir; yani kadın rolünde yaşmaklı bir erkek! Kaçgöç hemen hemen umumidir. Evinin kadınlarını yakın erkek ahbapları ile tanıştıran açılmış aileler bile, erkek misafirlerini selamlıkta kabul etmek, dile düşmemek zorunda idiler.” dedikten sonra aslında devrimi yapan Mustafa Kemal’in dahi yaptığı şeylere uygun olmayan, kafaca, zihince henüz hazır olmayan bir adam olduğunu anlatır: “Kadın anlayışında pek Garplı olduğu söylenemez. Hatta hanımların tırnaklarını boyamasını bile istemezdi. Son derece kıskançtı. Denebilir ki harem eğiliminde idi. Bu onun hissi, mizacı ve alışkanlığıdır. Kafasına göre kadın, hür ve erkekle eşit olmalı idi. Batı medeniyeti dünyasının kadını ile Türk kadını bütün aşağılık duygularından kurtarılmalı idi. Medeni kanunla Türk kadınına Garp kadınının bütün haklarını veren Atatürk, kendi münasebetlerinden de bırakınız ecnebi erkekle evlenen Türk kadınını, ecnebi kadınla evlenen Türk erkeğine bile tahammül etmezdi. Devrimlerinin büyük ve eşsiz kahramanı, kendi koyduğu kanunun sonuçları ile karşılaşmak lazım gelince: “-Bize göre değil ha çocuklar…” derdi.[16]
Falih Rıfkı kadının nasıl Batılı sosyal hayata adapte edildiğini şu cümlelerle anlatır: “Hala gözümün önündedir. Salonun bir tarafında kadınlar, bir tarafında erkekler toplu olarak oturmuşlardı. Ayakta yalnız bir kaç uyanık hanım vardı. Kadılar büfeye gidip bir şey yemek için bile kımıldamıyorlardı. Hiç kimse kimseye ailece takdim edilmiyordu. Kadınlar erkeklerin göz hapsinde idiler. Mustafa Kemal bize: – Çocuklar ayaktaki hanımlara itibar ediniz, ikram ediniz. Oturanları kıskandıralım. Yavaş yavaş hepsi kalkar diyordu. Yavaş yavaş hepsi, fakat o akşam değil, bir iki yıl içinde yerlerinden kalktılar ve topluluğa karıştılar. – Elbet, bu açılışa biz de kurbanlar vereceğiz, fakat nihayet alışacaklar diyordu. Mustafa Kemal büyük bir realisttir. Köy kadınını zorlamamıştır. Devrimlerinde evrimciliğe bıraktığı tek şey belki de budur. Köyde çok evliliğe dahi göz yummuştur. Köy kadının kurtuluşu, iktisat ve terbiye şartlarının tamamlanmasına bağlı kalmıştır…”[17]
Yakup Kadri “Yaban” isimli romanında kadın konusunu işlerken Anadolu kadınından aşağılayarak bahsetmektedir. Çünkü onun zihninde Falih Rıfkı’nın da işaret ettiği gibi henüz Batılılaşamamış bir kadın olan Anadolu kadını hala iffet duygusuna sahiptir ve hayatta kalabilmek ve ocağına sahip çıkabilmek için mücadele etmektedir. Ne süslenmenin ne de cilveleşmenin derdindedir.Yakup Kadri, Avrupai bir kadını olması gereken ideal kadın olarak ortaya serer. Anadolu kadınını kendi imkanları kısacası yoklukları içinde değil, hayatta kalabilmek için, yaşayabilmek için öncellemesi gereken şeyleri görmezden gelerek konuşur ve yazar. Çünkü kendisi Mustafa Kemal’in Çankaya sofralarının müdavimidir. Yanıbaşında halk açlıktan kırılırken kendisi sefahat alemi içinde yaşamaktadır. O satırları gözden geçirelim:
“Kuşlar nasıl sevişir? Kediler nasıl sevişir? Bilmiyorum. Lakin, bu köy halkının nasıl seviştiklerini tahmin edemiyorum. Bizim gibi, göz göze bakışırlar mı? El ele tutuşurlar mı? Dudak dudağa gelirler mi? Okşayışları nasıldır? Kalbin bir süt çanağı gibi kabarıp taştığı dakikada, ağızlardan çıkan sesin anlamı ve ahengi nedir?
Mehmet Ali’nin evlenmesinden sonra, bu benim için bir düşünce konusu oldu.
Anadolu’da, köylü kadını şuhluktan, naz ve işveden o kadar yoksundur ki, onların hangi biriyle, böğüre böğüre koyun koyuna yatsam, vücudumun hiçbir şey duymayacağını tahmin ediyorum. İhtimal ki çok fena kokarlar.
Kendileri hakkında, bu hislerimi iç güdüleriyle sezdikleri için midir, nedir bilmiyorum, onlar da, bana her rast gelişlerinde, arkalarını çeviriyorlar. Yahut- eski Yunanlılar devrinde yas tutan kadınlar gibi- yere çömelip başlarını örtüyorlar. Ve benden başka hiçbir erkeğe bu hareketi reva görmüyorlar.” ve kadın hakkındaki görüşüne şöyle devam ederek tabiatını gözler önüne serer: “Kadına inanmaktansa, onu aldatmayı daha tatlı bulurum. Zira sevildiğini hisseden kadın kadar çekilmez bir şey yoktur. Kadının gerçekte, namert ve kancık olan tabiatı, öyle bir safhada, adeta öldürücü bir mahiyet alır. Yabani kedilikten, zehirli yılanlığa geçer ve git gide, hayalimizi ölçemeyeceği kadar derin, nihayetsiz ve tuzlu kötülük denizinde, gülerek çırılçıplak yüzmeğe başlar.”[18]
Cumhuriyet tarihinde yeni bir kadın tipi yaratma Mustafa Kemal’in ölümüne kadar hız kesmeden devam eder. Yurt gezilerinde Avrupai görünüme sahip kadınlar bilhassa gezi heyetine dahil edilirler. İstanbul’daki halk plajları kadınlara da açılır ve plaja gitmeye yönelik teşvikler uygulanır. Bunlar vasıtasıyla halkın tepki göstereceği şeyi görerek alışması sağlanmaya çalışılır. Denizde yüzerken resmi çekilenler “asrileşen Türkiye’nin” yeni çehresi olarak basın aracılığıyla halka duyurulup gösterilir. Kadınların tiyatrolarda rol alması sağlanır.[19]
4 Eylül 1925 tarihinde başta Cumhuriyet gazetesi olmak üzere diğer tüm gazetelerin övgüyle bahsettiği kadınlar için güzel bacak yarışması düzenlenir. 6 Eylül 1925 tarihli Cumhuriyet gazetesinin bildirdiğine göre bu yarışmaya dört bayan katılmıştır. Abdullah Cevdet’in kısık sesle açığa attığı düşünceler Mustafa Kemal’in teşvik ve desteğiyle uygulanmaya konarak yeni bir Türk kadını modeli yaratılmış olur.[20]
2 Eylül 1929’da Cumhuriyet gazetesinin düzenlediği bir “Miss Turkey” yarışması yeni kadının yaratılması yolunda atılmış en önemli adımlardan bir tanesidir. Girişimin arkasında Mustafa Kemal vardır. Cumhuriyet’te, yarışmayla ilgili ilk duyuru 4 Şubat 1929 tarihinde yapılır: “Bütün dünyada güzel kadınlar seçilir ve memleketlerinin güzellik kraliçesi intihap edilirken (seçilirken), bizim böyle bir kraliçemiz niçin olmasın? Türkiye’nin en güzel kadını acaba kimdir?” İki gün sonra gerçek niyet açıklanır. “Türkiye’nin güzellik kraliçesini bulmaya karar verdik…” 16-25 yaş arasındaki “hanımlar” arasında “mühim ve ciddi” bir müsabaka yapılacaktır. Bir hafta sonra gazetenin sahibi ve başyazarı Yunus Nadi sütununu bu konuya ayırır. Güzellerin mayo ile jüri önüne çıkacaklarını bildirip, bunun ise “gayri ahlaki” olduğunu söyleyenleri sert bir dille eleştirir. Yarışmacılarla ilgili ilk fotoğraf 7 Mart tarihinde yayınlanır. 125 yarışmacının fotoğraflarının yayınlanışı 21 Haziran 1929 tarihinde tamamlanır. Sıra okuyucuların oy vermesine gelir. Mualla Suzan 1121 oyla birinci seçilir. Güzellik yarışmasının jürisinde dönemin önemli entelektüelleri vardır. Bunlar: Abdulhak Hamit Tarhan, Halid Ziya Uşaklıgil, Cenap Şehabettin, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Peyami Safa, İbrahim Çallı, Namık İsmail, Nazmi Ziya Güran, Mesut Cemil Tel, Muhittin Sadak, Vasfi Rıza Zobu, Bedia Muvahhit. Yarışma Cumhuriyet gazetesinin üst katında yapılır. Bu yarışmalar her yıl devam eder. Keriman Halis 1932 yılında yapılan Dünya Güzellik yarışmasında birinci seçilir. Avrupalı jüriye son Şeyhülislamın torunu olarak takdim edilir. Bu açıdan Batı-Hristiyan dünyasında mayo giyerek güzellik yarışmasına katılmış ilk müslüman kızın Dünya güzellik kraliçesi seçilmesi anlamlıdır. Bu yarışmaların iki amacı vardır: 1-) Güzellik yarışmaları ticari değil siyasi bir olaydır. Güya uygar dünyaya yani Batı’ya benzemenin bir ilanıdır. 2-) Güzellik yarışmaları kısmen de kent alt orta sınıfının iffet taslamasını zayıflatmak ve bu sınıftan kadınlar arasında bir güven duygusu yaratmaya yarıyor. Böylelikle geleneksel olan bütün bağlar koparılıyordu.[21]
Batılı medeni dünyayı yakalama arzusu ile Müslüman kadın vahyin emrettiği yaşamdan uzaklaştırılır. Mustafa Kemal’in emriyle balolar düzenlenir ve bu balolarda kadın erkek emirle dans ederler. Öyle ki bu balolarda Nilüfer Göle’nin tabiriyle Mustafa Kemal nazikçe “Bu salonda Türk subayının dans teklifini reddedecek bir hanımefendi bulamıyorum. Onun için emrediyorum size salona dağılın ve hanımefendileri dansa kaldırın” emrini vererek kadının ve dolayısıyla toplumsal değişimin mimarlığını yapıyordu.[22]
Özgürlük ile kadının namusunu ters olarak değerlendirmiş bir toplumda, bu o kadar da kendiliğinden olmamaktadır. Nitekim Medeni Kanun’un kabulüne tepki olarak 1926 yılında Akşam Gazetesi’nde çıkan bir karikatür bunu iyi özetlemektedir: Karikatür, özgürleşmiş bir Türk kadınını balona binerken ve fazla ağırlıklar olarak da “fazilet, namus ve utanma”yı atarken göstermektedir. Kadının kamu yaşamına girmesi ancak “saygınlığa” dair işaretler abartılarak meşruluk kazanmıştır. Okumuş kadın, meslek sahibi kadın, Kemalist reformların yücelttiği değerler bağlamında ayrıcalık kazanmış, ancak bir o kadar da “cinsiyetsiz” hata bir ölçü de erkek kimliğine bürünmüştür. Bir başka deyişle, Kemalist kadın peçesini ve çarşafını atmış ancak bu kez cinselliğini “çarşafa sokarak” kamusal alanda kendisini zırhlandırmış, bir ölçüde dokunulmaz erişilmez kılmıştır.[23]
[1] Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, Doz yay. 6. baskı, Eylül 1997, sh.10
[2] Osman Özarslan, Dekalog, Açılım Kitap, 1. baskı, İstanbul 2013, sh.157
[3] Falih Rıfkı Atay, Çankaya,, Pozitif Yay. 1. Baskı, İstanbul, sh.18
[4] Falih Rıfkı Atay, Çankaya,, Pozitif Yay. 1. Baskı, İstanbul, sh.465, 466
[5] Falih Rıfkı Atay, Çankaya,, Pozitif Yay. 1. Baskı, İstanbul, sh.60
[6] Falih Rıfkı Atay, Çankaya,, Pozitif Yay. 1. Baskı, İstanbul, sh.68
[7] Falih Rıfkı Atay, Çankaya,, Pozitif Yay. 1. Baskı, İstanbul, sh.92, 93
[8] İsmet Özel, Erbain, Amentü Şiiri
[9] Çankaya, Falih Rıfkı Atay, Pozitif Yay. 1. Baskı, İstanbul, sh.35
[10] Çankaya, Falih Rıfkı Atay, Pozitif Yay. 1. Baskı, İstanbul, sh.32
[11] Çankaya, Falih Rıfkı Atay, Pozitif Yay. 1. Baskı, İstanbul, sh.38, 39
[12] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, İletişim yay. 81. Baskı, İstanbul, 2018 sh.47
[13] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yaban, İletişim yayınları, 81. baskı, İstanbul, 2018, sh.110
[14] Çankaya, Falih Rıfkı Atay, Pozitif Yay. 1. Baskı, İstanbul, sh.38, 464, 465
[15] Çankaya, Falih Rıfkı Atay, Pozitif Yay. 1. Baskı, İstanbul, sh.495, 496
[16] Çankaya, Falih Rıfkı Atay, Pozitif Yay. 1. Baskı, İstanbul, sh.515-517
[17] Çankaya, Falih Rıfkı Atay, Pozitif Yay. 1. Baskı, İstanbul, sh.517, 518
[18] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yaban, İletişim yayınları, 81. baskı, İstanbul, 2018, sh. 45
[19] Cumhuriyetin Tarihi, Ahmet Cemil Ertunç, Pınar yay. 4. Baskı, İsanbul, sh.162
[20] Cumhuriyetin Tarihi, Ahmet Cemil Ertunç, Pınar yay. 4. Baskı, İsanbul, sh.164
[21] Cumhuriyetin Tarihi, Ahmet Cemil Ertunç, Pınar yay. 4. Baskı, İsanbul, sh.162
[22] Nilüfer Göle, Modern Mahrem, Metis yay. 11. Basım, 2011, İst. Sh. 87
[23] Nilüfer Göle, a.g.e. sh. 107