Nakşibend, nakş ile bend kelimelerinden oluşmuş bir terkiptir. Bir isim değil sıfattır ancak isim gibi meşhur olmuştur.
Nakş, bir şeyi bir yere nakşetmek, nakış gibi işlemek, hiç çıkmayacak hale getirmek, mühür gibi kazımaktır.
Bend, Farsça bir isim olup, dilimizde hem isim, hem sıfat olarak kullanılmaktadır. İsim olarak, bağ, kelepçe, baraj, bent, kemer gibi manalara gelmektedir. Sıfat olarak, sıkıca bağlı, iyice bağlayan, kuvvetlice bağlanmış manalarına gelir.
Kalbe zikrini hiç çıkmayacak şekilde nakış gibi işledikleri ve ondan hiç kopmadıkları için, gizli zikir sahiplerine Nakşibendi denmiştir. Ayrıca bu isim Hace Muhammed Bahaeddin’e (v.1389) atfedilmiştir.
Nakşibendilere göre silsilenin ilk halkası Peygamber’den sonra insanların en faziletlisi, seçkin halife, aynı zamanda makam sahibi olan Ebu Bekir sıddıktır.Yine Nakşibendilere göre Peygamber; “Rabbimin göğsüme akıttığı hiçbir şey yoktur ki bende Ebu Bekirin göğsüne akıtmış olmayayım.” Sözüdür. Tabi bu sözün hadis olup olmaması elbette tartışmaya muhtaç ama bu minvalde
biz inanıyoruz ki Peygamber, kendisine gelen ilmi/vahyi, en yakın arkadaş(lar)ı ile paylaşıyor, neyin nasıl olacağı konusunda onları uyarıyor ve dini onlara öğretiyordu. Ancak bu göğse aktarılma meselesi tasavvuf yolunun özü ve metodlarının aktarılması anlamına gelmiyordu. Yine Nakşiler Ebu Bekir’e Peygamber tarafından verilen “sıddık” sıfatına özel bir anlam yükleyerek orada bir şeyler arayarak kendi düşüncelerini temellendirmeye çalışmaktadırlar. Bir çok sufi bu konuya değinmiş bu konuyu adeta sohbetin birinci maddesi olarak görmüşlerdir. Yine bu meseleyle ilgili Ahmet Sirhindi Mektubat kitabının 41. Mektubunda şöyle der: “Batıni bilgilerin, çekirdeğin zarı kadar bir aykırılık kalmayacak derecede tamamen şeriatın zahirine uygun düşmesi ancak velayet makamının üstünde olan “sıddıkiyet” makamında gerçekleşir. Sıddıkiyet makamının üstünde de nübüvvet makamı vardır. Peygambere vahiy yoluyla gelen bilgiler sıddıka ilham yoluyla gelir. Bu iki ilim arasında, birisi ilham diğeri vahiy aracılığıyla olmak dışında bir fark yoktur.”
Sıddık satatüsünün bu son şekliyle izahından sonra Ebu Bekir’e tayin edilen rol yerini bulmuş ve silsilenin ilk şahsı bulunmuştur.
Nakşibendi tarikatı, menşeilerini Ali’ye dayandırmadıklarını görüyoruz. Her ne kadar silsilede Cafer Sadık’ı görsek de kendileri Bekri soy ile öne çıkmayı arzulamışlardır.
Nakşibendi silsilesinin ikinci halkası, kendisi Farslı olan Selmani Farisidir. Selmani Farisiyi kendisinden sonra tasavvuf adına tüm olup biteceklerden masum görüyor onu gerçek bir iman abidesi olarak biliyor ve büyük bir sahabe olarn kendisine rahmet diliyorum. Burayı izahtan sonra Tasavvuf tarihine/geleneğine baktığımız zaman İran/Fars kültürünün etkilerini çokça görmekteyiz. Birçok eski İran kültür ve akidelerini hemen hemen tüm İslam coğrafyasında görmek mümkündür. Buradan şöyle bir soru akla gelmiyor da değil. Neden silsilenin ikinci ismi bir Ömer değil, ya da bir Bilal değil ve ya Ebuzer vd.? Burası yoruma açıktır bana göre.
Nakşibendi tarikatını diğer tarikatlardan ayıran özellik, gizli (hafi) zikir anlayışıdır. Bu anlayış, peygamber tarafından Ali’ye açık (cehri) zikir tavsiye edilmiş ve ondanda evlatlarına nakledilmesi istenmiştir. Dolayısı ile Ebu Bekir’e ise hicret esnasında gizli zikir verilmiştir. Buna delil olarak “ikisi mağarada olduklarında arkadaşına şöyle diyordu: “Hüzne kapılma, elbette Allah bizimle beraberdir.” Böylece Allah Ona ‘huzur ve güvenlik duygusunu’ indirmişti” (9/40) ayetini telmihte bulunurlar. Buradaki güvenlik ifadesini “Allah’ın huzuruna ulaşmanın ilahi olarak bahşedilen bir metodu olan hafi/gizli zikre bir atıf olarak görülür”(1)
Ebu Bekir’in “Hatme Hacegan” adı altında gizli zikirle uğraşmadığını belki bugün ben Nakşiyim diyen herkes rahatlıkla söyleyebilir. Ancak bu zikrin tarih boyunca bütün sultan/Padişahlar’da olduğu gibi Cumhuriyet döneminde de devletin siyasetine uygun bir şekilde ve rejimlere itaat eden, itirazsız bir insan yetiştirmiştir.
Ebu Bekir’den sonra silsile, Selmanı Farisi, Kasım b. Muhammed b.Ebu Bekir ve Caferi sadıktan sonra Beyazıdi Bestami’ye geçtiğini görüyoruz. Beyazıt’a gelene kadar isimlendirme olarak bu yoldakilere/terikate Bekriyye ya da Sıddıkıyye denildiğini görüyoruz.
Beyazit’ten sonra isim artık Tayfuriyye olarak değişmeye başlar. Beyazıt’ın diğer bir ismi Tayfur olması hasebiyle bundan böyle Tayfuriyye olarak isimlendirilir.
Buraya kadar Nakşibendi tarikatının çıkış noktasına kısa bir izahta bulunmaya çalıştık. Ebu Bekir’i silsilenin başına oturtularak Nakşibendi tarikatına farklı bir tarz kazandırılmaya çalışılmıştır. Öte yandan Ali’ye dayandırılan diğer tarikatlarla bu tarikatın tarih boyunca zaman zaman hasımlığa kadar varan sürtüşmelerin varlığını görmekteyiz. Sünniler arasında varlığını hisettiren Nakşibendi ile, İran topraklarında şii devletlerinin yükselmesi birbirlerine komşu olan bu iki anlayışın devamlı mezheb çatışması yaşaması acaba tesadüf müdür?
1) Hamid Algar, Nakşibendilik, İnsan yay. İst. 2012, s.18.