Rönesans’tan sonraki modern dönem boyunca süregelen iki temel inanıştan ilki bireysel rekabete verilen değerdir. Buna göre kişinin kendi ekonomik çıkarları ve zengin olmak için ne kadar çok mücadele verirse içinde yaşadığı toplumun maddi gelişimine de o denli katkıda bulunduğuna inanılıyordu. Bize yanımızdaki kişinin önüne geçmeye çabalamak öğretildi, ancak günümüzde başarı daha ziyade iş arkadaşlarımızla uyumlu çalışmayı öğrenme becerimize bağlı. Kısacası, bireyin toplumsal refaha da eşit düzeye önem vermeden yalnızca kendi çıkarları için çabalamasının artık topluma faydası olmuyor. Hatta sizin başarısızlığınız beni merdivende bir üst basamağa çıkaracağından en az kendi başarım kadar önem taşır ve böylesi bir bireysel rekabetçilik ortamı birçok psikolojik soruna yol açar. İnsanları komşularının potansiyel düşmanı haline getirir, kişiler arası düşmanlık ve öfkeye neden olur ve endişemizi yoğunlaştırırken bizi birbirimizden daha da uzaklaştırır. Oysa İslam “İ’sar” diye bir kavramla bizi ilişkiler hususunda uyarır. (59/9) Rekabetçi anlayışı kardeşi için “…kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler” ayetiyle sonlandırıp daha hayırlı olana yönlendirmiştir.
İkinci temel inanışa gelecek olursak o da iletişim dilinde yaşadığımız sorunlardır. Teknik konulara dair kelime hazinemiz mükemmeldir. Hemen her erkek bir otomobil motorunun parçalarını eksiksiz sayabilir. Fakat iş kişiler arasında anlamlı ilişkiler kurmaya geldiğinde dilimizi kaybederiz; tökezleriz ve neredeyse yalnızca işaret diliyle anlaşabilen sağır ve dilsiz insanlar kadar soyutlanırız.
İnsanların birbirlerini görmeden birbirlerinin önünden geçip gitmeleri ne söylediklerini anlamadan birbirleriyle konuşmaları, birbirleri karşısında yabancı gibi dikildiklerinden aralarında bir türlü ilişki kuramayışları, yalnızca geniş bir toplum içinde değil, pek dar aile çevresinde bile bunu başaramayışları sık sık üzerinde durulması gereken önemli bir noktadır. Çocuklarını anlamayan anne ve babaların, beri yandan anne ve babaları tarafından kendilerini anlaşılmamış gören çocukların yakınmalarından daha sık karşılaştığımız bir başka yakınma gösterilemez.
Müslümanlar olarak eğer kendimize bir soru soracaksak neden böyle olduk diye bu sorumuzun cevabını sırati müstakiymden uzaklaşmak olarak verebiliriz. Varlık hiyerarşisi içinde yerimizi doğru tespit edemediğimiz için kendimizi yaratılmış olan yerden yaratan formuna çıkardık. Her şeyin rabbi ve ilahı gibi davranmaya başladık. Kendi kavramlarımızdan uzaklaştık. Vahyin dilini kaybettiğimizden başka kavramlara ve dillere öykünür olduk. Hazinemizi Allah katında değil de bankalarda, gösterişli mekanlarda, borsalarda aradık. Çünkü bizi besleyen damarlar değişti.
Özgürlük ve İçsel Güç
Size, Rollo May adındaki bir yazarın “Kendini Arayan İnsan” kitabından bir hikaye alıntılayacağım. Hikayenin adı “Kafese Kapatılan Adam”: “Bir akşamüzeri, uzak bir diyardaki ülkenin kralı penceresinden dışarı bakarken bir yandan da kabul salonundan gelen ve koridor boyunca belli belirsiz duyulan müziği dinliyordu. Kral daha az önce sonlanan diplomatik kabul töreni nedeniyle çok yorulmuştu ve pencereden dışarı bakarken genel anlamda dünyanın halini irdeliyordu. Aşağıdaki meydanda bir adam gördü. Görünüşe bakılırsa ortalama bir adamdı ve muhtemelen yıllardır haftanın beş günü yaptığı gibi aynı rotayı izleyerek eve dönmek üzere bineceği tramvaya yetişmek için hızlı bir şekilde yürüyordu. Kral imgeleminde bu adamın peşine düştü. Onun evine vardığını, formalite gereği karısını öptüğünü, geç akşam yemeğini yediğini, çocuklarla ilgili her şeyin yolunda olup olmadığını sorduğunu, gazetesini okuduğunu, yatağa girdiğini, belki karısıyla seviştiğini, uyuduğunu ve ertesi sabah işe gitmek üzere yeniden uyandığını hayal etti.
Ve ani bir merak duygusuyla sarsılan kral bir an için tüm yorgunluğunu unutarak şöyle düşündü: “Bir adam hayvanat bahçesindeki hayvanlar gibi kafese kapatılsa acaba ne olurdu?” Böylece ertesi gün bir psikolog çağırıp fikrinden bahsederek kendisini deneyi gözlemlemeye davet etti. Ardından kral hayvanat bahçesinden bir kafes getirilmesini emretti ve sonrasında sıradan bir adam bu kafese yerleştirildi.
Başlangıçta adam şaşkındı ve kafesin dışında duran psikoloğa durmadan, “Tramvayı kaçıracağım, işe gitmem lazım, baksanıza saat kaç oldu, işe geç kalacağım!” deyip duruyordu. Fakat sonra akşamüzeri mantıklı bir şekilde düşünüp durumun farkına varmaya başlayınca şiddetle karşı çıkmaya başladı: “Kral bana bunu yapamaz! Bu adil değil ve kanunlara aykırı.” Sesi güçlü bakışları öfkeliydi.
Haftanın geri kalanı boyunca adam bu şekilde şiddetli protestolarını sürdürdü. Her gün olduğu gibi kral kafesinin yanından geçtiğinde adam itirazlarını doğrudan kendisine yöneltiyordu. Ama kralın yanıtı şöyle oluyordu: “Şuraya baksana, bolca yiyeceğin, rahat bir yatağın var ve çalışmak zorunda değilsin. Sana iyi bakıyoruz, o halde neden itiraz ediyorsun?” Birkaç gün sonra adamın itirazları azaldı ve ardından tamamen kesildi. Kafesinde sessizce oturuyor, konuşmayı reddediyordu ama psikolog, içini yangın yerine çeviren nefreti bakışlarında görebiliyordu.
Ne var ki bir kaç hafta sonra psikolog, kral tarafından kendisine iyi bakıldığına dair her gün yapılan hatırlatmanın ardından adamın sanki bu ifadenin doğru olup olmadığını düşünüyormuşçasına bir süre duraksamaya başladığını farketti. Bakışlarındaki öfke bir anlığına da olsa siliniyordu. Ve bir kaç hafta daha sonra adam psikologla insana yiyecek ve sığınacak bir yer verilmesinin ne kadar faydalı bir uygulama olduğunu, insanoğlunun zaten her koşulda kaderini yaşamak zorunda olduğunu ve kendi üzerine düşenin bu kaderi kabullenmek olduğunu söylemeye başladı. Sonrasında bir grup profesör ve yüksek lisans öğrencisi kafesteki adamı incelemeye geldiklerinde adam onlara son derece sıcak davranıp bu yaşam biçiminin kendi seçimi olduğunu, güvenlik ve iyi bakılmanın son derece önemli değerler olduğunu ve onların da yaptığı bu seçimdeki mantığı göreceklerini söyledi. Ne kadar tuhaf diye düşündü psikolog ve ne kadar acınası; neden yaşam biçimini onaylamaları için bu denli uğraş veriyor?
İlerleyen günlerde kral avluya girdiğinde adam ayaklanıp parmaklıkların ardından kendisine yiyecek ve kalacak yer sağladığı için minnetini ifade etmeye başladı. Ama kral avluda yokken ve adam psikoloğun varlığından da habersizken ifadesi ciddi bir değişime uğruyordu; çok daha suratsız ve aksi görünüyordu. Yemeği parmaklıkların arasından uzatıldığında adam sık sık tabakları düşürüyor ya da suyu deviriyor ve sonrasında bu aptallık ve sakarlığından ötürü utanç duyuyordu. Konuşmaları giderek daha da tekdüze bir hal aldı. Ve ilgilenilmenin önemi üzerine ortaya attığı felsefi teoriler yerine tekrar tekrar, “Kader bu” diyerek “Evet, öyle” diye mırıldanmaya başladı.
Ne zaman son evreye girdiğini söylemek güçtü. Fakat psikolog adamın yüzünde belirgin bir ifade olmadığını fark etmeye başladı. Eskisi gibi gülümsemiyor, daha ziyade gazı olan bebeklerinkine benzer bir ifade takınıp boş ve anlamsız bir şekilde etrafa bakıyordu. Adam yemeğini yiyor ve zaman zaman psikologla bir kaç kelimelik diyaloglara giriyordu. Bakışları donuk ve uzaktı ve her ne kadar psikoloğa bakıyor gibi görünse de aslında onu gerçek anlamda görmüyordu.
Ve artık düzensizleşen konuşmalarında asla “ben” ifadesini kullanmıyordu. Kafesi kabullenmişti. Öfkelenmiyor, nefret duymuyor ve mantıklı açıklamalar yapmıyordu. Ama artık aklını yitirmişti. O gece psikolog nihai raporu yazmak üzere çalışma odasına geçti. Fakat içinde muazzam bir boşluk hissettiğinde kelimeleri bir araya getirmesi çok güç oldu. Sürekli yazdıklarıyla kendini telkin etmeye çalışıyordu. “Asla hiç bir şeyin kaybolmadığı, maddenin yalnızca enerjiye ve oradan da tekrar maddeye dönüşebileceği söylenir.” Fakat bir şeylerin gerçekten kaybolduğunu, deneyle birlikte evrenden bir parçanın kopup geriye kocaman bir boşluk bıraktığını hissetmeden edemiyordu.”
İşte bu hikaye hepimizin hikayesidir. İnsan tutsak olduğunu farkederse hürriyetinin kıymetini bilir. Ya tutsaklığı hürriyet sayıyorsa! İşte modern insanın hali budur. Modern çağın uluları, yöneticileri, insanın tutsaklığından ve kuşatılmışlığından duyacağı nefreti başka bir hedefe yönlendirerek kendisini hedef konumundan uzaklaştırır. “Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyacağımız şu günde” diye başlayan cümlelerin ardına birçok yolsuzluk, hırsızlık ve adaletsizlikler gizlenir. İnsan isyanı kadar değerli olur. İsyan başlı başına zorlu bir süreçtir ve emek ister. Hürriyet kendi kendine ortaya çıkmaz. Ancak kuvvetli bir imanla kazanılabilir. Bu öyle bir iman mücadelesidir ki her gün yeni baştan kazanılmalıdır. Ekmek karşılığında gelen itaatin ne değeri vardır ki? Eğer böyle yaşanacak olursa gelinecek son nokta “bizi köleniz yapın ama besleyin” olacaktır.
Peki modern insanın bunca duygu bozukluğuna, hastalığına ve putlarına karşın bir tedavi yöntemi yok mudur? Şimdiye kadar olanlar hali pür melali ortaya serme şeklindeydi. Bundan sonra da yapılabilecek şeyler üzerine durmamız gerekmektedir. Nedir bu yapılması gerekenler?
Yapılması Gerekenler
1- Benlik Bilincimizi Farketmek
İnsan en başa dönerek kendi hislerini yeniden keşfetmelidir. Çünkü benlik bilinci hayatlarımız üzerinde kontrolümüzü artırır ve bu artan güçle birlikte kendimizi serbest bırakma kapasitesi ediniriz. Unutmayalım ki insan varlık ağacının meyvesi ise, meyvenin çekirdeği de bilinçtir. Bilinçsizlik hali, hem meyveyi hem de ağacı kurutur. İnsanın bozulması demek kainatın bozulması demektir.
İnsan kendini tanımak zorundadır. Gücünü, zaafiyetini, duygularını, vicdanını, kendini oluşturan kültürü, yaşadığı coğrafyayı ve muhatap olduğu toplumun içindeki kendi yerini tanımak zorundadır. Kulluğunu en ideal şekilde yapabilmenin yolu buradan geçer. İnsan kendisini tanımazsa hayatını israf eder. Kendini düşünce dünyasının neresine koyacağını bilemez. Etkin bir şahsiyet olmak yerine edilgen bir şahsiyet olarak yaşar. İnsanın muadili yoktur ama beşerin muadili çoktur. Muadili olmayan bir insan olduğumuzu farketmemiz ancak kendimizi tanımamızla mümkündür.
Kendini tanımayan insan asla tahkik ehli olamaz. Başkalarının kötü kopyası olarak yaşar. Taklit ederek yaşamak zorundadır. Bu da tabiiki hayat içinde oldukça sırıtır. Kendini tanımayan biri imkanlarının da farkında olmadığından mümkün tanımı da yapamaz. Hayatın içinde özne olarak yaşayamaz nesne olarak yaşar ve ölür. Öldüğünde geride hiç özlenmez ve bir boşlukta bırakmaz. Franz Kafka potansiyelini kullanamadığı için hamamböceğine dönüşen insandan bahsettiği “Dönüşüm” eseri oldukça dikkate değerdir. Çünkü hamam böceği bir tür parazittir ve insanların zihinlerinde pislik ve tiksinmenin sembolüdür. İnsan kendi doğasını gerçekleştirmekten vazgeçtiğinde ya da potansiyelini farketmediğinde insan olmaktan çıkıp kan dökücü bozguncu bir beşere dönüşecektir.
İyi insan olmak istiyorsak maskesiz özgür bir şahsiyet olmak zorundayız. Herkesin yanında herkes gibi davranan değil, olduğumuzdan farklı görünmeye çalışan biri gibi de değil neysek o olduğumuz bir varlık olarak kalmak zorundayız. Çünkü maskeler kendi öz benliğimizin üzerini örter ve ideal bir benlik oluşturur ve giderek biz kendi içimizde yarattığımız ideal benliği kendi gerçek benliğimiz zannederiz. Olduğumuz halden farklı görünme duygusu kendimizi öz benliğimizle değersiz hissetmemizden kaynaklanır. Oysa öz benliğimize sahip çıkmamız bizi gerilim duygusundan uzaklaştırır, eksiklerimizi dostlarımızla tedavi etme imkanı oluşturur ve saygınlığımızı daha da artırdığı gibi huzurlu bir şekilde yaşamayı da başarmış oluruz.
Peki, insan kendini nasıl tanıyacaktır? İnsan kendisini yaratanın tarif ettiği şekilde tanıyacaktır. Allah’ı tanımamış bir kimse kendini tanımlayamaz. Öncelikle yaratanı tanıması gerekiyor, varlığı tanıması gerekiyor, fıtratı tanıması gerekiyor, duyguları ve duyguların nasıl çalıştığını tanıması gerekiyor. Akıl, irade ve vicdanı tanıması gerekiyor. Bunların her biri üzerinde uzunca durulması gereken konulardır. İnsan kendini ancak bir sabite ile tanımlayabilir. Bu sabite insanın fıtratına uyacak doğruları, hakikatleri destekleyen bir sabite olmalıdır. Mümin için bu sabitelerin sahibi Allah’tır. Allah olması gereken sabiteleri vahyi vasıtası ile insanlığa bildirmiştir.
Kişi bilinçli olarak yaşamayı seçtiğinde iki farklı şey daha olabilir. Öncelikle kendi kendine olan sorumluluğu yeni bir anlam kazanabilir. Hayatına karşı sorumluluğunu taşıması gereken bir yük olarak görmekten vazgeçip kendi seçtiği bir şey olarak görmeye başlayabilir.
Gerçekleşen diğer şey ise dışardan gelen disiplinin artık öz disiplin halini almasıdır. Disiplini dayatıldığı için değil hayatına dair ne yapmak istediğini daha özgürce seçebildiği ve ulaşmak istediği değerler uğruna disiplinin gerekliliğini gördüğü için kabul eder.
Kişinin hislerinin farkına varması ikinci adım için zemin hazırlar
2- Kişi Ne İstediğini Bilmelidir
Çocuklar ne istediğini bilir mesela. Çocuklar gibi olmak lazım. Biz hayattan ne istiyoruz? Neyin peşindeyiz? Ne istediğimiz hususunda ikiyüzlü mü davranıyoruz? Yoksa ne isteyip ne istemediğimizi bilerek mi yaşıyoruz? Eğer gitmek istediğimiz yerin neresi olduğunu bilmiyorsak nereye gittiğimizin de bir önemi yoktur. İnsan yaşadığı rasyonel hayatta ne istediğinin hesabını yapabiliyor. Ev almak istiyor, araba almak istiyor, işyeri açmak istiyor ve bunun için bir mücadele veriyor. Lakin kendi içsel dünyasına neyin iyi geleceği hususunda bilgisi olmuyor. Kalıcı olan ile geçici olan arasında doğru bağ kuramadığından sürekli yanlış olanı tüketmekle içsel huzurunu sağlayacağına inanıyor. Tükettikçe tükenen bir insan çıkıyor ortaya. Doyumsuz, hadsiz ve hudutsuz insan…
Oysa Allah vahyinde insana neyi arzulaması gerektiğini öğretmiştir. “Kim canının ve malının karşılığında cenneti satın almak ister” diye nida ederken müminler yaptıkları alış verişin karşılığında mutlu ve razı olmuşlardır. Mümin insan neyi istediğinin neyi de istemediğinin farkındadır.
Çünkü o: Teakkul edendir yani akledendir. Her şeyi Allah’ın ona yüklediği akıl ile düşünerek zaman, eşya, mekan ve kendisi ile doğru bağlar kurar.
Çünkü o: Şurunda olandır. Bütün işlerini kendisine verilmiş olan şuurla yapar. Şuur bilincin en açık halidir.
Çünkü o: Tezekkür edendir. Allah’ın hem vahiyle bildirdiği ayetleri hem de kevni ayetleri üzerinde düşünen ve onlardan öğüt çıkaran bir kimsedir.
Çünkü o: Tedebbür edendir yani tedbir alandır. Kendisini sıradanlaştıracak, kendisine faydası olmayacak onu yetkinleştirmeyecek her şey için tedbirini alan bir kimsedir.
Çünkü o: Tefehhüm edendir. Kendisini, kendisine yüklenilen sorumluluğu anlayan bir akla sahiptir.
Çünkü o: Tefakkuh edendir. Yaşadığı zamana ve mekana bizzat kendisine emanet edilen vahyi sorumluluğundan dolayı çözümler sunan, programı olan bir insandır.
Çünkü o: Tefekkür edendir. Tüm her şey üzerine Allah’ın koyduğu sünnetullah çerçevesinde düşünce üreten ve ürettiği düşüncelerle hem kendini yetkinleştiren hem de topluma iyiliği emredip kötülükten vazgeçirme gayretinde olan bir insandır.
Duygu ve isteklerin yeniden keşfedilmesinin yanı sıra üçüncü adım
3- Zamanla Yapıcı İlişkiler Kurmalıyız
Kişi hayatını bilinçli bir şekilde yönlendirebildiği ölçüde zamanı da yapıcı ve faydalı bir şekilde kullanabilir. Ancak çoğunluğa uyduğu, özgür olmadığı, diğerlerinden farklılaşmadığı, yani isteyerek değil de zorla çalıştığı ölçüde nicel zamanın bir nesnesi halini alır. Saate ya da zillere hizmet eder; her hafta belli sayıda derslere katılır ya da belli bir saat dilimi boyunca çalışır, günlerden pazartesi ya da cuma olup olmadığına yani iş haftasının başlayıp bitişine göre kendini kötü ya da iyi hisseder; onun için ödüller harcadığı zaman cinsinden ölçülür. Sıkıldığımızda uyuma eğilimi göstermemiz ilginçtir, yani bilinci kapatıp olabildiğince “ölü” bir hal alırız.
Zamanla yapıcı bir ilişki kurabilmek için şimdiki zamanın gerçekliği içinde yaşamayı öğrenmek gerekir. Zira psikolojik anlamda ifade edecek olursak, şimdiki zaman sahip olduğumuz tek şeydir. Geçmiş ve gelecek şimdiki zamanın bir parçası oldukları için anlam taşır. Geçmiş bir olay şimdi vardır, çünkü o esnada siz bu olayı düşünüyorsunuzdur, ya da bu olay sizi etkileyerek değiştirmiştir. Gelecek zaman vardır, çünkü insan içinde bulunduğu anda istediği zaman gelecek hakkında düşünebilir. Geçmiş de bir zamanlar şimdiki andı ve ileriki bir dönemde gelecek de şimdiki zaman olacak. Geleceğin “sonrasında” geçmişin “öncesinde” yaşamaya çalışmak daima bir yapaylığı, kişinin kendi benliğini gerçeklikten ayırmasını da beraberinde getirir; ne de olsa insan şimdiki anı yaşamaktadır. Geçmiş şimdiki zamanı aydınlatabildiği, gelecekse onu daha zengin ve yoğun kılabildiği müddetçe vardır.
İnsan dosdoğru kendi içine baktığında yalnızca şimdiki zamanın o belirli anındaki bilincinin farkına varır. İşte en gerçek olan ve asla kaçılmaması gereken şey de bu anlık bilinç halidir. Geleceğin değerini garantilemenin en etkili yolu şimdiki zamanla cesur ve yapıcı bir şekilde yüzleşmektir.
İnsan zamanla yetkin bir ilişki kuramadığı için yaşamını başarılı saymamıştır. Onun içindir ki ölüm korkusu, yaşama başarısızlığının sonucudur. Yaşamımızı ziyan etmiş ve yeteneklerimizi üretici bir biçimde kullanma şansını yitirmiş olduğumuz için suçlu vicdanımızın dile gelişidir. Ölmek amansız bir acıdır, ama hiç yaşamadan ölmek zorunda kalmak düşüncesi katlanılamayacak bir düşüncedir. Bu akıl dışı ölüm korkusuyla ilgili olan bir başka korkuda kültürümüzde daha çok sayıda insanın saplantısı olan yaşlanma korkusudur. Ölüm yaşanmış hayatın sonu değildir. Yaşanmamış olanın kabre dökümüdür.
Yapılabilirlik açısından son adıma geçelim.
4- Benliklerimizin Bilinçaltındaki Boyutuyla İlişkimizi Geri Kazanmalıyız
Modern insan bedeni üzerindeki egemenliğinden vazgeçerek aynı zamanda kişiliğinin bilinç dışı yanından da feragat etmiştir ve böylece ona yabancılaşmıştır. Bu yabancılaşmadan kendini soyutlayarak bilinçaltındaki boyutuyla ilişkimizi yeniden kazanmalıyız. Bilinç altını oluşturan ögeleri tanımak zorundayız. Davranışlarımızın altında yatan ana sebep nedir? Niçin biz korkarız, niçin hissetmek duygusundan uzağız? Endişeli olmamızın altında yatan gerçek sebep nedir? Düşüdüğümüz zaman davranışlarımızın sebebini mutlaka yakalayacağımız şeylerdir. Eğer bu farkındalığı kazanabilirsek sorunlarımıza sebep olan şeyleri ortaya çıkarabilir ve o sorunlarımızı ortadan kaldırabiliriz.
DEĞERLENDİRME
Çoğu kimse özgür kişilikler olarak düşünüp davranmakta başarısızlığa uğrayınca, tek çareyi toplumla uyuma girip, onun bir parçası gibi işlemekte bulmuş ve bu da düşünce özgürlüğünün giderek ortadan kalkmasına yol açmıştır. İsmet Özel’in ifadesiyle “alışılmışın ortalamasını tutturarak” yaşamayı kendisine kar bilen insanlar olmuşlardır. Birçok kişi olamayacağı şeyi olmaya çalışarak ve olabileceği şeyi ihmal ederek hayatını heba ediyor. Bu yüzden bir insanın zihninde öncelikle ne olabileceği ve ne olamayacağı, sınırları ve olanakları konusunda bir imge olması gerekir.
İnsan zamanla, eşya ile ve mekanla doğru ilişki kurmalıdır. Modern insan başta kendisiyle olmak üzere zaman, mekan ve eşya ile fıtrata uygun ilişkiyi gerçekleştirememiş insandır. Onun için boşluktadır, onun için yalnızdır, benliğini tehdit altında hissetmekte ve endişe içinde yaşamaktadır. Bu yüzden hastalıklı ve putperesttir. Mümin olmaya gayret etmek insanın hastalıklarından ve putlarından arınmasına dönük bir çabadır ve bu çaba daim olmak zorundadır. Çünkü şeytan ve dostları mümin olma yolundaki insana sürekli musallat olmak durumundadır. Her daim bilinçli ve kendinden emin bir şekilde yoluna devam etmelidir. Sürekli bir gayret ve cehdin içinde olmalıdır. Eğer kişi halinden rahatsız olup sürekli cehd içinde olmazsa hastalıklarından ve putlarından kurtulamayacaktır.
Eski bir Yahudi öyküsü, bu düşünceyi canlı bir şekilde dile getirir. Musa peygamber asasını Kızıldeniz’e attığı zaman, beklenen mucizenin tersine, deniz Yahudilerin geçmesi için kuru bir yol açacak şekilde ikiye bölünmemiştir. Vaat edilen mucize ilk insan denize atlayınca olmuş, dalgalar o zaman geri çekilmiştir.
Konuya örnek olması açısından Sokrat’tan alınmış bir diyaloğu paylaşmak isterim.
Sokrates, hayatı yaşamanın ideal yolundan ve ideal toplumdan bahsederken Glaukon araya girer: “Sokrates, dünya yüzeyinde anlattığına benzer bir “Tanrı Kenti” olduğuna inanmıyorum.” Sokrates şöyle yanıt verir: “Böyle bir kent ister yalnızca cennette isterse de günün birinde dünyada varolacak olsun fark etmez; diğer kentlerle işi olmayan bilge kişi bu kentin usullerine göre yaşar ve onu örnek alarak kendi hayatını düzene sokar.” der. İşte bu diyalog Yeryüzünde din Allah’ın oluncaya kadar kafirlerle kıtal edilmesini emreden ayetin açılımıdır. Bize düşen Allah’ın bizden istediği hayatı yaşamamızdır. İnsanın üzerine düşen seferdir ve insan seferinin gereğini yaşamak zorunda olan varlıktır.
Eğer tarihin uyanışı varsa, onu aramamız gereken yer, kapitalizmin barbar muhafazakarlığının ve onun çılgına dönmüş gidişatını korumaya çalışan tüm devlet aygıtlarının gözü dönmüşlüğü tarafında değildir. Mümkün tek uyanış vahyin gücünün kendisinde kök saldığı, önce bireyin kendini inşa ettiği sonra, akabinde halkın inşasına dayalı bir girişimin uyanışıdır. Böylesi bir durumda ancak kendi varlık bilincimizi kuşanmakla mümkündür.
Herkesin nüzul sebebi “şimdi” ve “burada” olmaktır. Kendine yakışanı yapmak dışında bir sorumluluğu yoktur. Kendini kurtarmak, başkasına umut olmaktır. İ’sar, kendine yakışanı yapan fedakar insanın yaptığıdır.
Sözlerimi Yuhanna incilinden bir ayetle sonlandırmak istiyorum:
“Size gerçek, gerçeğin ta kendisi olarak diyorum ki; Toprağa düşen bir buğday tanesi yok olmazsa, yalnızca bir buğday tanesi olarak kalır. Ama yok olursa, o zaman bereketli ürünler doğurur.” İncil, Yuhanna 12. Bab, 24