AKP, kuruluşundan 14, iktidar koltuğuna oturmasından yaklaşık 13 sene sonra ve yine bir Kasım ayında, seçimden ciddi bir ‘zafer’le çıktı ve Başbakan Ahmet Davutoğlu yeni hükümeti kurarak görevine başladı. Bu seçim aynı zamanda Davutoğlu için, rüştünü ispat ettiği bir oylama da oldu.
Her seçimin olduğu gibi, 1 Kasım seçimlerinin de kuşkusuz, değerlendirmeye tabi tutulacak pek çok hususiyeti bulunmaktadır. Bunlardan sırasıyla bahsetmeye çalışalım.
Demokrasilerin bel kemiğini oluşturan ‘halk’ mefhumu üzerinde kısaca durmak gerekir. 7 Haziran seçimlerinde (yani son seçimden 146 gün önce) aynı halk, AKP’ne desteğini ciddi oranda azaltmış, pek çok kesimde soğuk rüzgârlar estirmişti; AKP ve muhafazakâr seçmen kitlesi üzülmüştü. Buna karşılık, HDP’ni yükseltmiş, genel olarak muhalefet partilerine iyi bir moral vermişti.
Beş ayı bile bulmayan bir süre zarfında seçmenin sandık hareketleri nasıl bu kadar farklılaşabildi acaba? Bu süre zarfında halk, Türkiye’nin siyasi manzarasını ciddi şekilde kritiğe tabi tutup, AKP’ni yeniden iktidar etmenin hayatiyetine inandığı için mi kararını değiştirmiştir, yoksa iktidar partisi olarak AKP’nin yaptığı vaatler cazibesiyle ve biraz da muhalefetteki düzeysizlikten bir kere daha iğrenip, “galiba yine en iyisi bu” diyerek mi oyunu AKP’ne vermiştir?
Kısacası, ‘istikrar’ denilen ortamı yakalamak kaygısı oldukça etkili olmuştur. Bu bakımdan halkın duygularını çok da yadırgamamak gerekir.
Demokrasilerin profan bir ‘kutsal’ı olan halk, bugün iyi dediğine yarın kötü diyebilir. Çünkü demokrasi bir ‘hak-batıl’ mücadelesi olmayıp, hak-batıl mücadelesinde, Hak’kın karşı kutbunu oluşturan bir yaşam biçimi ve bir zihniyet meselesidir. Dolayısıyla demokrasinin dayandığı ve bilhassa hacet anında bir nevi tanrı yerine koyduğu halktan hakça kararlar, tavır ve tutumlar beklenemez. Halkın seçimlerdeki teveccühünü de hak ile, hakkaniyetle, hak kavramıyla açıklamak da, en asgari düzeyde bile olsa İslamî endişeleri olan kimseler açısından son derece kaygı vericidir. Kur’an’ın ‘ekserunnâs’ terimine yaptığı olumsuz atıfları burada hatırlamak gerekir.
Bu açıdan bakıldığında, Ahmet Davutoğlu’nun seçim akşamından itibarenki balkon konuşmalarında ve sair beyanatlarında herkese bol keseden “Allah razı olsun”lar dağıtması ibretlik bir tablodur.
Keza, AKP’nin sabık bakanlarından, Gaziantep Büyükşehir belediyesi başkanı Fatma Şahin’in 7 Haziran’ı Uhud savaşına, 1 Kasım’ı da Hendek savaşına benzetmesi gibi savrulmalar adeta zafer sarhoşluğunu yansıtmaktadır. Hatta buna bir ‘demokratik hezeyan’ demek de mümkündür. AKP’nin şu anda tu-kaka ve paralel olarak tesmiye ettiği yapı da o şaşalı günlerinde Habeşistan hicretini, Hudeybiye anlaşmasını v.b. kendi, neticede ‘paralel’ olarak uç vermiş sapkın yollarına meşruiyet zemini olarak kullanırlar, yüzde yüz tevhidî Nebevî bir adımı şirk yolları için alet ederlerdi. Demek ki şahitlerinden etkilendiler ve yeni AKP de demokratik seyr ü süluklerini Uhud, Hendek gibi simgelerle açıklamaktadırlar. Bedir’i galiba atladılar, anlaşılan Hudeybiye’ye gelmek üzereler demek ki ve en önemlisi de kuşkusuz, Fetih’tir… Bakalım Mekke’nin fethi ne zamandır?!…
Türkiye’de adettendir, daha doğrusu İslam’ın kabre tıkıldığı 1920’li yıllardan beri yeni rejimin ritüellerindendir: Her yeni seçimden sonra, belirli tören günlerinde veya olağanüstü durumlarda Anıtkabir’e gidilir ve Fatiha suresinin içeriği, orada medfun kimseye hitaben kıraat edilir. Muhafazakâr demokrat partinin ritüeli ise elbette bir nebze farklı olmalıdır. Farkı gördük: 1 Kasım seçiminin akabinde Cumhurbaşkanı, İstanbul’da Eyüp Sultan türbesine koştu, seçmen kitlesinin (ekserunnâs) nabzını orada tuttu; başbakan Ahmet Davutoğlu ise -ki kendisi Hoca’dır- Konya’da Celaleddin Rumî’nin tapınağını ziyaret etti; o da Anadolu seçmeninin nabzını orada tuttu, oldukça rasyonel bir nabız tutuş idi…
Ebu Eyyub el-Ensari bir sahabe idi ve onun imanı, yaşlı halinde kendisini İstanbul surlarının dibine kadar taşımış ve orada şehid düşmüştü. Aslında müşarunileyhin mezarının yeri bile belli değildir ve bugünkü yeri bir rüyaya müsteniddir. Tıpkı isa (a.s) gibi bir tanrılaştırmaya alet edilmektedir ama kendisi bu putperestlikte tamamen masumdur.
Celaleddin Rumî ise yaşıyorken de, ölümünden sonra da İslam’a zarar vermeye devam etmektedir. Bu cihetle Rumi’nin mezarı ile Mustafa Kemal’in mezarı arasında fonksiyon bakımından bir fark bulunmamaktadır. Anlaşılan o ki, Başbakan Davutoğlu, Anıtkabir’den sarfı nazar eyleyip, sakıncasız bulduğu için Rumi’nin türbesine gitmiştir fakat acaba, yaptığı işin aynı kapıya çıktığını bilmeyecek kadar İslamî bilinçten yoksun mudur?
Burada kastımızın basit anlamda bir türbe ziyaretinin kerahetine karşı birilerini uyarmak olduğu sanılmamalıdır. Bizim kastımız şudur: En üst düzey siyasi kişilerin özellikle seçilmiş birer türbeye gitmeleri, o türbeleri referans olarak halkın dikkatine sunmaları demektir. Ebu Eyyub el-Ensarî’nin referans verilmesinde hiçbir beis yoktur ama ‘Eyüp Sultan Türbesi’ ‘Ebu Eyyub el-Ensari’ (r.a) olmaktan tamamen başka bir şeydir. Ebu Eyyub, Rasulullah’ın teşriflerinde Yesrib’de derhal evini Rasulullah’a tahsis eden, tevhidden yana hayatını ortaya koyan bir mümin idi. Bugün onun türbesi ise bir şirk kültürüne alet edilmektedir. Rumi’nin kabri ise Anadolu insanının akidesini bozmaya, hayatında olduğu gibi ba’delmemat da devam etmektedir.
AKP’nin seçmen kitlesi de tam olarak bu kültüre yaslanmaktadır. Anadolu İslam’ı / Anadolu Müslümanlığı / Türk İslam’ı ya da Türk tipi İslam gibi isimlerle anılan anlayış, Ahmet Yesevi-Celaleddin Rumî ekseninde yer bulmuş olan işbu yorumdur. Bu, İslam olmayıp, İslam’ın muharref bir yorumudur. Buna aslında, İslam’ın Kur’an-Sünnet ekseninden çıkartılıp, tekke-zaviye-türbe; -modern zamanlarda bir de buna ‘cemaat’ mahfili eklendi- eksenine oturtulmak istenen bir paralel din demek daha doğru olur. Fakat paralel şablonuna sadece ‘cemaat’ denilen mahfili tıkanlar, paralel yapıyla aynı olan kendi din anlayışlarını hariçte tutmayı el çabukluğu ile becermektedirler. Oysa iktidara şirk koşturup koşturmama mücadelesi dışında, her iki kesimin de din anlayışının birbirinden bariz bir farkı bulunmamaktadır.
AKP, 1 Kasım seçiminden aldığı gücü, aynı oranda ve eşzamanlı olarak, zikrettiğimiz ılımlı/Anadolu İslam’ı projesine yansıtmakta; Paralel’in ‘yasadışı’ ve gayrı milli unsurlara yaslanarak yapmak istediği, İslam’ı dönüştürme girişimini daha ‘yerli’ unsurlara yaslanarak ve daha yasal yollarla ve hakimiyet hakkı kayıtsız şartsız kendisine tanınmış olan Halk’ın onay ve tasvibi ile, daha gürültüsüz bir şekilde yürütmektedir.
İşte tam bu noktadan devam edecek olursak, İslam’ın dönüştürülmesi projesi bütün ağırlığıyla sürmektedir. 28 Şubat’ın en kaba-saba olan bir aşaması olduğu geçtiğimiz on yıllarda İslam daha hoyrat yöntemlerle ve ‘neye mal olursa olsun’ pervasızlığıyla dönüştürülüyordu. Ama bu geçmiş süreçte az yol alınmadı, çok önemli mesafeler kat edildi. Şimdi ise İslam, demokrasinin yanı sıra İslam’a da atıflar yapan yeni bir kadronun öncülüğünde dönüştürülmeye devam etmektedir. Fakat artık baltanın sapı kendi cinsinden olduğu için halk dediğimiz, hâkimiyeti mutlak olan kutsal nesne, bu dönüşümü ya fark etmemekte, ya da fark etmek istememektedir. Ama bu irade, bin yıllık bir sürecin bir hamulesidir, bu açıdan da halka bunu çok görmemek gerekir.
İçte ve olanca aksi görüntüye rağmen bilhassa dışta AKP’ne olan açık veya zımnî destek bizzat bu projenin hatırınadır. İçeride, CHP seçmen kitlesinin veya Kemalist çevrelerin refleksif tavırlarına bakıp, aldanmamak gerekir. Topluma vaziyet eden önemli ‘ağır’ merkezlerden AKP icraatlarına itiraz değil, tasvip gelmektedir. Dışarıda aynı şekilde, AKP’nin Türkiye’yi demokratikleştirici misyonu, Türkiye’deki bulanık(!) havanın aksine çok daha iyi görülüp, anlaşılmaktadır. Uyanık Putin, bugüne kadar beklemiş ve kalkmış bugün, Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’yi İslamlaştırdığını söylüyorsa, buradaki hinliği görmek gerekmez mi? Putin Tayyip Erdoğan’ı ve ülkede İslam adına neler olup neler olmadığını, okuyucuları temin ederim ki, CHP Genel Başkanı’ndan çok ileri düzeyde değerlendirebilmektedir. AKP’nin Türkiye’yi İslamlaştırdığı iddiası, hacet esnasında kullanılan orta düzeyde bir silahtır sadece.
Söz buraya gelmişken, AKP’nin hedefi olan ‘dindar gençlik’ projesinden de birkaç kelime ile söz etmek gerekir. Bu mesele başlı başına bir makale konusu olmakla beraber, kısaca değinmek gerekirse, AKP’nin ‘dindar gençliği’, Celalettin Rumi, Ahmet Yesevi, Yunus Emre ve günümüzdeki tarikat-cemaat kültürü kendisine referans olarak tayin edilen, düşünmekten, fikir edinmekten ziyade bu zikredilen kültür kendisine günün belli saatlerinde belli dozlarda yutturulan ve sonra uyutulan bir ‘dindarlığın’ gençliğidir. İmam-Hatip diplomalarının sayısal artışı, dindar bir gençliğin yetiştiği anlamına gelmemektedir fakat sırf bu slogan AKP’ne çokça oy kazandırmaktadır. İşte AKP’nin bu projesinin mahiyetini, hedeflerini, imkan ve sınırlarını Putin’ler, Obama’lar ve bütün Avrupa liderleri gayet iyi görmekte fakat mesela bizim Nuri Pakdil gibi büyük üstadlarımız görmemektedirler; o vesile ile de 1 Kasım’ın hemen akabinden Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a, antifiravunist (ne demekse!) bir bilinçle selam çakmaktadırlar.
Yakın gelecekte, İslam’ın önündeki en ciddi engeli, AKP’nin tasarladığı işbu ‘dindar gençlik’in oluşturmasından endişe ediyorum…
AKP Hükümetleri mesela Milli Eğitim alanında, kayda değer neredeyse hiçbir adım atmamışlardır. Umarım kimse seçmeli Kur’an ve siyer gibi dersleri örnek göstermez. Yeni hükümette Milli Eğitim Bakanı’nın yerini koruması, gidişattan memnun olunduğunun bir göstergesidir.
Bu eleştirilerimize bakıp, AKP bu memlekete hiçbir şey yapmadı gibi bir anlayış içinde olduğumuz sanılmamalıdır. Böylesi bir eleştiri, eleştiri değil karalamadır. Bizim, APK’nin her icraatına muhalefet etmek gibi ne bir niyetimiz var, ne de böyle bir sebebe yaslanmaktayız. Bu tür eleştiriler daha ziyade, sistem içinde kendine bir koordinat belirleyip, istediğini/umduğunu bir türlü bulamayanların yapacağı bir tezyif ve saldırıdır. Rabbimiz Allah’a sonsuzca hamd olsun ki, bizim böyle bir ihtiyacımız da yok, böyle bir zihin yapımız da yoktur. Akidemiz de buna elvermez.
Her zaman savuna geldiğimiz fikri bir daha özetleyebilirim: AKP iktidarları, Türkiye’nin normalleşmesinde, demokratikleşmesinde en önemli adımları attı ve atmaya devam etmektedirler. Türkiye’yi iyi kötü, şöyle uluslar arası sahnede az çok yüzüne bakılır, eli-ayağı düzgün, ekonomisinde, sosyal düzenlemelerde, işçi haklarında v.b. ne yaptığını bilen bir devlet yönetimi olarak algılatabilecek bir siyasal yapıya AKP ulaştırmıştır. Fakat bu tespitlerimin yanlış anlaşılmasını arzu etmem. Ne demek istediğimi, mesela kadın konusu örneği üzerinden açıklayabilirim. AKP hükümetleri, dünyanın bütün modern hükümetleri gibi, Türk kadınının çağdaşlaşması / modernleşmesi ve modern arenada hak ettiği(!) yerini alması hususunda, gelmiş geçmiş Cumhuriyet hükümetlerinin hepsinden daha etkin adımlar atmaktadır. Fakat dikkat edilirse moderniteden ve modern dünyadan bahsediyorum; modern dünyanın kadın konusundaki bakışı ile İslam’ınki birbirinden ayrı şeylerdir. AKP’ni eleştiren muhalefet, AKP’nin kadın konusunda yaptıklarını da -sırf partizanlık olsun diye- eleştirmektedirler. Oysa AKP, onların cesaret bile edemedikleri adımları bu alanda atmış, atmaya da devam etmektedir. Biz Müslümanların İslamî açıdan bakışımızla, bu zikrettiğim tarafların bakış ve eleştirilerini birbirine karıştırmamak gerekir.
Sonuç olarak, bazı Müslümanların garip söylemlerindeki gibi, 1 Kasım’daki sonuçlara şayet ümmet sevindiyse de bizler sevinemiyoruz. Rabbimiz de biliyor ki, biz ümmeti çok önemsiyor ve kendimizi, ideal İslam ümmetinin bir parçası olarak görüyoruz. Sevinemeyişimiz, ülkede İslam’la ilgili durumda değişen bir şeyin olmamasına binaendir. İşte buraya not düşüyorum: 1 Kasım 2015’te muhafazakâr demokrat bir parti ezici bir demokratik seçim zaferi kazandıysa da, bu seçim (ve zafer!) İslam’ın herhangi bir yakîni olmamaktadır.