Allah resulünü Hira mağarasına yönlendiren ve orayı zaman zaman mekan tutmasına sebep olan ana düşünce toplumsal düzenin bozukluğu ile alakalıydı. Zalimlerin orta yerde istediği gibi fesat çıkarması, terör ve şiddetin gündelik hayatın bir parçası olması; her türlü haksız kazanç ve sömürünün yasal olması; ahlaksızlığın, fuhşiyatın normal hayatın bir parçasıymış gibi olması ve bu ifsat türlerinin değişik türlerini sayabiliriz. İşte bu yüzden O Hira’sına gidiyor, toplumun yaşadığı bu fesat ortamından uzaklaşıyor, toplumuyla kendi arasına mesafe koyuyor daha önemlisi kendisiyle baş başa kalıyor ve derinden bir içleniyordu. Ta ki “ikra!” emrini duyana kadar.
Aslında Allah resulünün dönemine bakarken içinde yaşadığımız hayatı da görebilmektir asl’olan. Tıpkı Allah resulü gibi iç çekebilmek, gidişatı kaygı ve endişe edebilmek ve bu konuda elimizden geldiğince avurdumuz yettiğince “ikra bismi Rabbike ellezi halak…” diyebilme sorumluluğunu ve misyonunu üstlenmektir. Kan pıhtısından yaratan rabbimizin çizdiği sınırlarına tekrar rücü etmek, insanları onun ilke ve yasalarına çağırmak sadece Allah resulüne ait olan bir mesele değildir. Ben müslümanım diyen herkesin bu sorumluluğu üslenmesi farzdır. Bu uğurda farklı metodları farklı usulleri rabbimiz bize en güzel şekilde neyi nasıl, ne zaman yapmamız gerektiğini yani tebliğ metodunu uzun uzun kitabında açıklamıştır.
Allah’ın yasalarına, sınırlarına (Hududullah) davet etmek aslında kolay bir iş değildir. Bu aynı zamanda muhatabın inandığı değerleri sarsmaktır. Kiminin inancını alt üst etmek; kiminin çıkarlarına ambargo koymak; kiminin putlarını yok saymak vs. şeklinde karşımıza çıkabilecektir. Bize düşen rabbimizin dinini O’nun istediği şekilde dosdoğru anlatabilmektir.
Elimizden geldiği kadar hakkı anlattığımız halde muhatabımızın (aslında çoğunluğun) ikna olmadığını, hakkın aydınlığına kavuşmayı, karanlıkta kalmaya tercih ettiğini görür gibi oluyoruz. O zaman ister istemez neden hakikati bir türlü kavrayamadığını düşünmeden edemiyoruz. İnsanları karanlıktan aydınlığa çağıran rabbimizin onca ayetleri, onca açık beyanları nasıl olur da insanların çoğunu etkilemez ve bilakis inkar edenlerin velisi olan şeytanların etrafında kümelenir ve azgın şeytan ve avanelerinin yanında saf tutarlar? Nasıl bir direniş ki güneşin ışığından faydalanmak yerine zemherinin soğuğunu tercih ederler? Nasıl olur da birisi tatlı suyu içip hem dünyasını hem ahiretini bereketlendirirken; diğeri acı ve tuzlu suyla yüreğini yakarak ahiretini harabeye çevirir? İşte burasını anlamakta zorlanırız. Neden?
İnsanlığın var olduğu günden bu yana şeytanın hilesi de devam etmektedir. Bu hilenin özü insana fısıldanan “rab olma” hilesidir. İnsanlık tarihi kadar tecrübeli olan bu hile ayan beyan gün yüzüne çıktığı dönemlerde zulüm, baskı, ceberut’tan başka bir şey getirmemiştir. Bunlara karşı Allah, elçilerini göndererek bu hile ve oyunların ne olduğunu toplumlarına anlatmalarını söylemiş, onları hak olan Allah’ın tarafına davet ederek şeytan ve yandaşlarının kurguladıkları bu hilelerin ortadan kaldırılmasını istemiş ve bu yolun ilk yolcuları da elçileri olmuştur. Şimdi tam da burada sayısız elçiler gelmesine ve hakkı ikame etmelerine rağmen bunca nifak, fesat ve zulüm nasıl devam edebilmektedir? Mazlumların düşmanı, zalimlerin atası cehaletin babası Ebu Leheb’lerin elleri neden kurumamış ve zakkum gibi her taraftan fışkırabilmektedir? Sahi Firavunlar’ın torunları nasıl oluyor da yüreklere atılan aydınlık hakikatlerinin tohumlarını ustaca etkisiz hale getirebiliyor ve karanlıkların bir kader olduğu düşüncesine inandırabiliyor? Nasıl oluyor da kalpler işgal altında oluyor?
Rabbimiz, şeytanın hilelerinin nasıl zayıf olduğunu ve onu sadece akledebilenlerin görebileceğini ifade eder. Akletmenin değerine ilişkin onlarca ayeti ve birçok hakikati açıkladıktan sonra “akletmez misiniz” diye sormayı da peşi sıra ekler . İşte akletmek hak ile batılın da ne olduğunu da anlamaktan geçer. Akletmek, şeytanın yalan ve batıl vaadi ile birlikte kaos, terör, nifak, zulüm fesat ve her türlü zorbalığı telkin eden yalancı rablik ile; Rabbimizin gerçeğe dayalı hak üzere bina edilmiş huzur ve emniyete dayalı vaa’di arasında tercih etmektir. O halde hak ile batıl arasını evvela kesin çizgilerle ayırmalı ve bundan sonraki hayatın hangi yönde olması gerektiği yönde karar vererek tebliğ ve telkinlerde bulunmalıyız. Yüreklerinde az da olsa ışık bulunanları; Rahman’ın ayetlerine kulak kabartanları olanca imkanımızla düşünmeye sevk etmekten başka çaremiz yoktur.
Rivayettir ama doğru bulduğum bir rivayeti tam sırası gelmişken paylaşmak istiyorum. Halid b. Velid bildiğiniz gibi müşriklerle beraber olmuş ve yıllarca Allah resulüne karşı savaşmıştır. Ancak yıllar sonra yani İslam’ın 18. yılında Müslüman olmuş bir sahabedir. Yeni Müslüman olduğu dönemde Medine’de mescidin duvarlarının kenarında ileri gelen sahabelerle hasbihal ederken sahabeden birisi meraklanır ve sorar: -“Ey Halid!” der, “sen çok akıllı, zekice biriydin. Biz burada kendi aramızda konuşurduk, Halid akıllı biridir, bugün gelir yarın gelir hemen gelir… Ancak koskoca on sekiz yıl geçti ancak gelebildin. Neden bunca yıl bekledin?” Halid tarihi cevabı verir:
-“Biz yıllarca Muhammed’i nasıl alt ederizin hesabını yaptık, onu nasıl mağlup ederizin planları yaptık. Ancak getirdiklerini hiç düşünmedik ki! Ben ne zaman düşündüm, işte o zaman buraya koştum.”
Unutmayalım kalpleri evirip çeviren Allah’tır. Bizler sadece hatırlatıcı olabiliriz. Bize düşen gerekli çabayı sarf etmek; kitabı hak ile okuyabilmek ve hak ile okutabilmektir. Böylece umulur ki hem Allah’a, hem de kullarına karşı olan sorumluluğumuzu yerine getirebiliriz.