Anlamak bir çeşit bilmektir diyor yazar. Cümlelerin beni nereye götüreceğini heyecanla bekliyor ve okuyorum. Kitabı bitirdiğimde kafamda bir sürü çelişkiler oluşuyor.
Sormak gerekir: Toplumsal determinizm nedir? Sosyal sistem ve kurumlar insanın kontrolünde değilse neyin kontrolündedir? (s. 124). İslamî Sosyoloji kavramının neden bir anlamı yoktur? Felsefi ve İlmi yöntem nasıl kurulur? O dönem işitme ve teslimiyet havasıydı diyen kişi aslında ne demek ister, kafasında nasıl bir insan/özne kavramsallaştırması bulunur acaba? Peygamber kutsal mıdır yoksa Kur’an’ın dediği gibi beşer mi? Hıristiyan Bilimi ve Yahudi Bilimi cümleleri hangi gerçekliğe işaret etmektedir? Alanlarında uzman olan kişiler kimlerdir ve hangi alanlarda uzmandırlar? Bilim ve bilimsel bilgi eşyanın duyulur kısmıyla mı ilgilidir vs. vs…
Ne felsefi veya bilimsel düşünce tarafsızdır (s. 260), ne de bilim eşyanın duyulur kısmıyla ilgilidir (s. 359). Öyle olsa idi Galileo baş tacı edilmezdi. Galileo bilimde yöntem kavramını keşfeden kişidir ve yöntemde zihinsel bir inşa işlemi… Gerçeklik görünür/duyulur olanın çok ötesinde yoksa ses örneğinde olduğu gibi; sadece insan kulağının duyduğu aralığı ses olarak var kabul edersek bu durumda sesi asla biliyor olmazdık. Bilimde anlaşılamaz açıklanamaz bir kelimeler yumağına dönüşür ve yazarımızın yazmadığı ama söylediği uzman denilen kutsal kişilerin tekeline geçerdi. Peygambere kutsallık atfedenler (s. 150) o günleri de elbette işittik ve teslim olduk havasına indirgeyip insanı da özne olmaktan uzağa atacaktır. Oysa Allah insanlara bir melek gönderse idi onu da insan kılığında gönderirdi değil mi? (Kur’an).
Uzman Marks için bir hasta… Ne kadar da açıklayıcı… W. Benjamin ise: Tamamen tek yanlı kılınmış uzmanlığı, ‘bütünsel iş yapma yeteneğini yok etme pahasına bir hünere dönüştürdüğünde, her türlü gelişmeden yoksunluğu da bir uzmanlığa dönüştürmüş olur’ diyor. Bir anlamda hastalığın açıklayıcısı… Uzman her devrin önde gideni, o an için değer verilen ne varsa onun peşinde… Bilgi dediği aslında enformasyon yani malumat… Üstelik herkesin parmağı kendisine işaret etsin derdinde… Oysa insan ne kadar çok herkese yaklaşırsa bir o kadar kendinden ve insandan uzaklaşır. Bu noktada kendini gerçekleştirme tam bir kendini kandırmadan ibaret… Bütün parmakların kendisine işaret ettiği an kendisinin de epistemolojik olarak öldüğü an… Neden yazar için bu kadar cezp edici? Kavram önemli olmasa idi Hıristiyan veya Yahudi bilimi (s. 233) diye bir deyim üretilemezdi. Bilim/bilgi birilerinin tekelinde ise sormak gerekir: İnsan/özne nereye gitti kardeşim…
Tam da yenidünya düzeni hokkabazlığı üstelik İslam adına… Sosyal sistem ve kurumlar insanın kontrolünde değil diyen, tarihin sonunu ilan eden yenidünyacılarla aynı zeminde buluşmuş olur. Tarihin sonundan amaç elbette insanın özneliğinin sonudur. Bu noktada küresel kapitalizm mutlaklığını ilan etmiş ve Allah da hayatın dışına itilmiştir. Bunu yazan kalem ve kâğıt utanır eğer insan utanmıyorsa.
Utanmak insani bir duygu… Bir insanın yaptığı bir yanlış karşısında ahlaki/entelektüel varlığının ona sessizce dur yanlış uyarısı… Bu noktada ahlaki olanla entelektüel/epistemolojik olanın iç içe geçmiş olduğunu görürüz. Yani ne ahlaktan uzak bir epistemoloji üretilebilir ne de bilgi/bilimden uzak bir ahlak… Kitabın önsözünde anlatılan ontolojik çakışma burada içler acısı bir çatışmaya dönüşür. Öyle ki ahlak ile bilim arasında var olduğu zannedilen mesafe, ahlaki alanla bilimsel alan diye ayrıştırılacak ve özne de din-bilim karşıtlığında kaybolacaktır. Bu bölünmüş zihin bırakın sosyoloji kurmayı (s. 136) anlayamaz bile… Yoksa hangi akl eden akıl; o döneme egemen olan hava işitme ve itaat etme havası idi (s. 152) gibi ağır mistifikasyon yüklü bir açıklamanın peşine düşer?
O dönem işitme ve itaat etme havası imiş. Kısaca diyor ki zamanın ruhu… Yani hiç kimse kendinde değil aksine kendinden bihaber; böylece yazar kendisinin açıklayamadığı boşluğu hava ile doldurup, boşluğun üzerini kapatma telaşında… Peygambere atfedilen kutsallık da boşlukları doldurma çabası… Açıklama diye öne sürülen her cümle ne hikmetse insanın/öznenin bir adım ilerisinde… Sosyal sistem ve kurumlar insanın kontrolünde değil demesi kendisi için mukadderat… Yazarın önündeki açmazları açacak olanlar da uzmanlar (s. 138) elbette… Oysa kişinin önünü bir başkasının açması kendisinin bir özne olarak yokluğu anlamına gelir. Kısaca insanın soluduğu hava bile insanın etkisine açıkken, yani insanların yaşadığı yerde hava bile insandan bir iz taşıyorken, bilincin bütün dünyaya meydan okumasını, teslimiyet havası diyerek hangi akıl insanı şeyleştirerek açıklama yoluna gider?
İnsan sadece toplumsal determinizm içine doğmaz. Yaşadığı coğrafya tarafından bile belirlenir. Dağlık bir bölgede tarım yapamazsınız ama kendinizi açlığa da terk etmezsiniz örneğin… Tam burada Sait Halim Paşa’yı hatırlamak gerekir: Eğer toplumlar birbirinden farklı olmasa idi; Sosyoloji, Zooloji’ye eşit olurdu. Biz ‘Fransız istese de sevemez kuzu etini Türk de salyangozu’ (K. Cangızbay) cümlesini buraya eklediğimizde konu daha da netleşir. Karşımıza insanın sosyo-kültürel belirlenmişliği çıkar ki cümle ne kadar Sosyoloji kokarsa bir o kadar da İslam kokar, çünkü bu cümleler İslami bir kavrama yani nefse işaret eder. Öznenin nefsine karşı yürüttüğü mücadele sosyo-kültürel belirlenmişliği geriletmekten başka nasıl okunabilir? İbrahim’in babası ile olan mücadelesini burada hatırlamak gerekir. Baba toplumsal determinizmin somut bir örneği olarak der ki: Biz atalarımızı bu yol üzerinde bulduk. Bu cümle Azer için aslında yolun sonunun yani kendisinin kendisine ait bir yolunun olmadığı anlamına gelir, çünkü Azer kendini hazır bulmuşluğu ile tanımlamış yani kendini, kendi dışından birileri tarafından hazırlanmış bir veri olarak sunmuştur. Kendisi, üzerinde var olduğu zeminle birebir örtüşür öyle ki zeminden ibaret; nefsinin istediği/canının çektiği her şey var ve hazır; yani nefsine/kişiliğine/benliğine hâkim olması gereken bir durum yoksa kaçınılmaz olarak kendim diyeceği bir varlığı da yoktur. Azer de kosmos/düzen ile logos/akıl birebir örtüşmekte ise Azer’in var oluşundan bahsedebilir miyiz? Kısaca kendi gerçeği ile hakikati birdir ve putperestlik de zaten tam anlamıyla bu değil midir?
İbrahim ise sorularla vardır, sorularla bir veri olmaktan çıkar -ki insan için var olmak sormaktır.- Üzerinde bulunduğu zeminden kopuş… Öyle ki dünyayı kendisi için, kendine göre kuracak ve bu bir sanrı bir yanılsama olmayacaktır. Göreceli olanın farkındadır; Azer’e göre putlar büyüktür. İbrahim de bu göreceliğin peşine düşer: Yıldız büyüktür ama Ay daha büyük… Güneş ise daha da büyük… Beşer kavramı bu iki insan da somutlaşır: Beşeri gerçeklik üretilmiş olan ve üretildiği sürece var olan gerçekliktir ve beşeri gerçekliği her kim üretmişse kendisinin bir beşer olarak var oluşuna tanık oluruz. Azer için Mutlak’ı arayıştan bahsedilemez çünkü o kendini zaten bulmuştur. Öyle ki Azer için başka bir seçenek zaten mümkün değil, bırakın olasılık hesaplarını, Azer’in sözlük dağarcığında bile yoktur. O halde Mutlak’ı arayış Azer’e göre olabildiği gibi İbrahim’e göre hatta Ali’ye ve Veli’ye göre de olabilir, fakat Mutlak birilerine göre olamaz; çünkü herkese göre olan Mutlak aslında bir totoloji yani yokluğu anlamına gelir. Küreselleşmecilerin hakikatin göreceliliği tezi boşuna karşımıza çıkmaz; Onlar arayışı görecelileştirmez aslında hakikati görecelileştirip kelime/ses yığınına dönüştürür. Herkese göre değişebilen bir hakikat, hakikatin yokluğundan başka ne anlama gelir ki?
Yazar ‘Her türlü bilgi ve bilmenin ortaya çıkabilmesi bir ön kabul ve önbilginin bulunmasına bağlıdır’ (s30-53) derken elbette haklıdır. Sorun kimin ne tür bilgiye sahip olduğu yani nerede durduğu ile ilgilidir. Burada Habeşli Bilal ile Ebucehil’in durdukları yer örnek gösterilebilir. Bilal için İslam içinde bulunduğu kötü şartlardan kurtuluş reçetesi dersek Ömer için ne anlam ifade eder sorusu karşımıza çıkar? Öyle ya… Ömer’i farklı kılan şey nedir? Bu noktada yazarın beşer kavramına verdiği anlam belirsizliğe gömülür. ‘Zira beşeri olan, tür olarak insana ait olan demektir. Ve böyle bilgiler herkes tarafından ortak yetiler aracılığıyla bir süreç içerisinde elde edilir ve bu yüzden de herkes tarafından paylaşılıp anlaşılabilir’. Fakat sorun zaten beşerin beşere iktidarıdır. Hangi bilgidir paylaşılan… Beşeri olan tür olarak insana ait olan ne demektir? Ortak yetiler de neyin nesidir? Yazar herkesi bir kalıba dökmekte ve bu kalıbı herkesin kabullenmesini istemektedir. Pasteur’un adını neden biliriz? Mikrop kavramını keşfeden Pasteur adını hem yaşadığı devirde hem de bugün herkesten ayrı bir yere yazdırdığı için değil mi? Pasteur fikirleri ile kendini herkesten ayırır ve beşeri gerçekliği üretir. Onu kendisi yapan bilincindeki bu farklılıktır. Kısaca beşerilik bir aynılık değil aksine farklılık demektir.
Yazar da farklılıkların özgürlüğünden dem vurmakta ve her ne hikmetse uzmanlara işaret etmektedir. Uzmanlık sadece günümüzde ortaya çıkan bir meslek değildir: Evet! O kendini mahveder böyle hesaplarla ve sonra yeni dayanaklar bulmak için çevresine bakar sonra kaşlarını çatarak dik dik süzer sonunda sırtını döner ve küstahça böbürlenir ve ‘Bu büyüleyici bir sözdür… der. (Kur’an) İlginçtir neden büyüleyici bir söz olarak görür, çünkü büyücü olmakla suçlanan ne yaparsa yapsın büyücü olmadığını kanıtlayamayacak aksine yaptıkları ile karşısındakinin tezini desteklemiş olacaktır. Bu suçlama ile karşılaşan kişinin bırakın söyledikleri, varlığı bile tartışmalıdır artık. Peki! Bu suçlama ile karşısındakinin varlığını bile tartışmalı hale getiren Velid bin Muğire hiçbir kural/kaide/sınır/ahlak/ölçüt tanımazlığı ile gerçekte kendisine ne yapmış olmaktadır? Kendisini, kendi elleriyle insan/beşer dışına atmaktan başka….
HERMENÖTİK, KUR’AN VE SÜNNET…
Yazar: Muhammed Müctehid ŞEBUSTERİ