Yaşı müsait olanların hak vereceği şekilde, ülke her geçen gün, bir öncekini aratacak şekilde daha derin belalara doğru itiliyor sanki. Kâfir karanlık güç odakları, ülkenin fay hatlarına ha bire en şiddetli bombaları yükleyip gönderiyorlar. Bomba ve silahları patlatacak çağdaş haşhaşiler ise zibil gibi…
Terör sadece ‘terör’ değildir. Terör, aslında devletlerarası bir savaş yöntemidir. Mesele sadece, birtakım iç hesaplaşmaların peşindeki birkaç terör örgütünün saldırılarından ibaret olsaydı, Türkiye siyasal sistemi bunlarla kolayca başa çıkabilirdi. Ama mesele çok daha girift.
Art arda yapılan saldırılar, toplumu canından bezdirmeyi, herkesin burnundan solur bir halet-i ruhiyeye kilitlenmesini hedefliyor. Bu işin akıbetinde ne gibi bir sonuca ulaşmanın hedeflendiğini düşünmek bile içimizi karartmaktadır.
Dünya siyasetinde uzun asırlardır biz Müslümanlar tatile çıkmış vaziyetteyiz. Tatilde, çocuğun önüne, meşgul olması için dökülen bir yığın oyuncak misali, önümüze dökülen yığınlarca hurafe oyuncağı ile oyalanırken, egemen kavimler dünyayı kafalarına göre yönetecek politikalar üretmeye devam etmektedirler. Bir defa otonomisini kaybetmiş İslam ümmetinin dağınık toplumları, akıllarının dumura uğratılmışlığından, başlarına örülen çorapları fehmedecek mecali bile elde edememektedirler/edememekteyiz.
Türkiye’de çoğu insan kabaca, oyunun bu şekilde olduğunun farkındadır. Buna rağmen neden sorunun üstesinden gelinememektedir? Çünkü bu sorun bir anda oluşmadı, bir anda da üstesinden gelinemez. Bizler inhitatı bir anda ve durduk yere tatmadığımız gibi, yeniden uyanış/silkinme ve doğrulmamız da bir anda olmayacaktır. Bu iş için köklü ve çok derinlikli muhasebeler yapmak gerekmektedir.
Muhasebenin ilk adımı, bu gibi durumlarda sorunumuzu nasıl çözeceğimizin temel ilkelerini veren Kitabımıza iman etmektir! Aslında biz ‘müslüman’ topluluklar bir irtidat hali yaşadığımızın farkında bile değiliz. Farkına varmamamız için de mütemadiyen bir yerlerden taltifler almaktayız…
15 Temmuz günü Türkiye, büyük bir beladan geçti, büyük bir badire atlattı lakin o büyük belanın ne anlama geldiğine dair bile henüz çaplı bir muhasebe(ler)in yapıldığına şahit olmadık. Bu büyük mesele, hamasî nutuklarla geçiştirilmektedir.
PKK terörü ile FETÖ terörünün (ve benzerlerinin) birbirinden bağımsız ve ayrı-gayrı projeler olmadığı, bilakis bir bütünün iki ayrı parçası/parçaları olduğunda hiçbir tereddüt yoktur. Bu örgütler Batının beslemesi olarak, kendilerine tevdi edilen projeleri yürütmektedirler.
Şüphesiz terör örgütleriyle siyasal ve silahlı anlamda ‘ilgilenmesi’ gerekenler ilgilenmektedirler. Lakin Müslümanlar olarak bizlerin daha farklı zaviyelerden meselelere yaklaşmamız icap etmektedir.
Biz Müslümanlar, içinde bulunduğumuz toplumun göz göre göre bir ateş çukurunun içine doğru sürüklenmesine asla vurdumduymaz olamayız. (Fakat bu kayıtsızlık, bizim asıl davamızdan yönümüzü sapmamızı da gerekli kılamaz). Bu büyük fitneye karşı her daim, her zaman her yerde müslümanca bir duruş, müslümanca bir edep, ölçü ve itidal ve müslümanca bir öfke ile teyakkuzda olmamız gerekir. Terör olayları bizlerde kavmiyet duygularının uyanması fitnesine yol açamaz. Bizler her daim İslam’ın en üst birleştirici kimlik, yegâne hak referansımız olduğunu bilerek ve buna iman ederek hareket etmek durumundayız. Zaten toplum olarak kendi ellerimizle kazanıp, bu kerteye getirdiğimiz bu büyük fitne, Allah’ın bizim için razı olduğu ve tensip ettiği Din’i yani İslam’ı sırtımızın ardına atmamızdan kaynaklanmaktadır.
PKK terörü Müslümanları şeytanın kavmiyet kışkırtmalarına itekleyemez. Keza İran’ın Suriye’de bir ulus devlet refleksiyle takip ettiği politikalar ve Beşşar Esed rejimine destek vermesi bizleri, giderek harareti yükseltilmeye çalışılan mezhepçilik ateşine taraftar yapamaz. Sürekli olarak körüklenmek istenen şii-sünni ayrılığına körük vazifesi yapmamızın Allah katında hiçbir mazereti olamaz. Her şeyden önce, Şiilerin politikaları gibi, Sünnilerin politikalarında da bir hayli yanlışlıklar bulunmaktadır. İran’ı takbih ederken, Sünnilik adına yapılan yanlışları da unutmamak gerekir. Neticede dün (21 Aralık 2016) İran-Rusya ve Türkiye üçlüsü Moskova’da Halep zirvesini gerçekleştirmiş ve Türkiye, ortak bildiriye imza atmakla, bir anlamda Suriye savaşının başladığı günden beri ısrarcı olduğu bazı politikalarının yanlışlığını zımnen itiraf etmiş gibidir. Tek başına bu hadise bile, siyasi olayları değerlendirmede daha geniş yelpazeden bakmak gerektiğini hatırlatmaktadır.
Öte yandan İran dini lideri Ayetullah Hamaney’in, Tahran’da 30.su gerçekleştirilen Uluslar arası Vahdet Konferansında söylediği bildirilen, “İngiliz Şiiciliği ile Amerikan Sünniciliğini aynı makasın iki tarafı olarak” değerlendirdiği tespiti, İslam ümmeti olarak ortak derdimizin çok önemli stratejik noktasına işaret eder niteliktedir. Hamaney’in, Müslümanların birleşme noktası olarak “Peygamber Efendimiz (s.a.a.v), Kur’an-i Kerim ve Ka’be-i Şerif’i” işaret etmesi de keza, yangını söndürecek su misali hayati öneme sahiptir. İsteyen kişiler pekâlâ Hamaney’in sözlerini takiyye, ikiyüzlülük ve tuzak olarak adlandırıp, tamamen değersizleştirebilirler. İsteyenler ise bu sözlerin samimi olabileceği ihtimalini hesaba katarak, bundan bir hayır doğup doğmayacağını görmek isterler. Ama bu sözleri ‘art niyetli’ olarak okuyanlara, Türkiye’nin en üst siyasi merciinden (bir Sünnî olarak!), İslam alemine laiklik tavsiyesinde bulunulduğunu hatırlatmak isterim…
Türkiye Rus uçağını düşürdüğünde bambaşka bir siyasal atmosferde ve “aynı şey yine tekerrür ederse yine düşürürüz” tavrında idi. Şu anda geldiği noktada ise, uçağı FETÖ’nün düşürdüğünü belirtiyor ve bir anlamda “aldatılmışız” diyor; Rusya’dan bir nevi özür diliyor, anlaşmalar yapıyor ve en nihayetinde İran ve Rusya ile masaya oturup, Suriye’nin siyasi kaderinde kimlerin belirleyici olması gerektiğine dair alınan üçlü kararın altına imzasını atıyor. Bütün bu olup bitenler, bütün meselelerin İslam’ın eşsiz umdelerine göre halledilmesini şart koşan kimselerin, olayların akışında belirleyici rolleri olmasa da, hiç değilse müslümanca bakışlarını kaybetmemeleri gerektiğini öğretmektedir.
Müslümanlar olarak ifrat ve tefrit, kaçınmamız gereken iki zaaftır. Siyasete bakışımız ön kabullere yaslanarak değil, sağduyulu ve insaflı olmalıdır. İslam ümmetinin yüzyıllardır biriken çok köklü, kimisi kangren olmuş sorunlarımızın, günübirlik değişen ve yanlışlarla dolu seküler politikalarla çözülmesi mümkün değildir. Bütün sorunlarımıza Kur’an merkezli ve Rasulullah’ın güzel örnekliğinden muktebes çözüm önerilerimiz olmalıdır. Bu da, çok ciddi ilmî çalışmaları gerektirmektedir.