Kendine göre bir din, kendi ihtiyaçlarını karşılayacak bir din, kendini değiştirmeden kendi amaçlarına hizmet edecek bir din, kendi rutinimizi etkilemeyecek ama rutinimize ayak uyduracak bir din, huzurumuzu hiç bozmayacak, bizi rahatsız etmeyecek aksine bizi rahatlatacak bir din arayışı, bizi hiç korkutup uyarmayacak ama sürekli sevindirip müjdeleyecek bir din arayışı insanın hangi motivasyonuyla ilgilidir?
Çok hızlı bir cevaba tamah edip bunu tanrıya hükmetme arzusunun bir tezahürü gibi mi görelim? Ne de olsa teknik düşünce herşeyin insan tarafından zapturapt altına alındığı bir arzuyu, bir iradeyi her geçen gün daha da günyüzüne çıkarıyor. İnsanın çerçeveleme, mülk edinme arzusu modern dönemde Tanrıyı da tanrıya dair dini alanları da dışlamıyor işte.
Din kendisine kulak verilen bir çağrı, hayatımızı ve kendimizi değiştirmeyi talep eden bir sesleniş olmaktan çıkıp istediğimiz gibi kullanabileceğimiz bir alan haline gelmiş oluyor.
“Bize yeni bir İslami anlayış İstanbul veya Türkiye veya Anadolu’ya özgü bir dini anlayış veya din yorumu lazım” diye başlayan önermeler veya talepler motivasyonunu hangi duygulardan, dine karşı hangi tutumdan, Allah’a karşı hangi varoluş tercihinden alır mesela? Dinin sahibiyle pazarlığa giren bir tutum, dini ne kadar kabul etmiş olur? Dinin mesajına ne kadar açık olabilir? Böyle bir dini yaklaşımdan medeniyet doğar mı?
Doğar elbet. Hakkını yemeyelim. Medeniyet her zaman insanın Allah’la, tabiatla, insanla sahih bir ilişkisinden çıkmaz ki. Daha ileri gidelim, tarihte adından söz ettirmiş hiçbir medeniyet Allah’la ilişkisini sahih bir çizgide tutarak tarih sahnesine çıkmamış. Tarih sahnesi, yani insanın pek değer verdiği, değer verdiği için tarihini yazmaya değer gördüğü maddi tezahürler, adaletsizlikleri, eşitsizlikleri, baskıları ve zulmü örtbas eden sanatsal yapıların göründüğü yerler. Piramitler, Kuleler, Asma bahçeler, büyük muhteşem saraylar… Kaç kişinin aç kalması, sömürülmesi, ezilmesi ve ölümü ve kaynakların israfı pahasına ortaya çıkmış medeniyet tezahürleri.
Bugün adaletin de en sahih ve en güzel hayatın da timsali olan Hz. Peygamber’den günümüze hangi medeniyet yapısı, hangi büyük cami, hangi saray, hangi somut kent hayatı kalmıştır? Medeniyet süreçleri insanın kendisine seslenen risaleyi duyup gereğini yerine getirmenin ardından o risaleyi tahrif etmesiyle başlıyor çoğu kez. Başarılı bir terkip bilahare dinin millileştirilmesi saikini çok ayartıcı bir hale getiriyor. Başarı, o yüzden bazen başarısızlıktan daha büyük bir imtihan. Baş döndüren, insanı gurur sarhoşu yapan, başarıyı kendinden bildiği için üstünlük duygusuna sevkeden ve orada mutlak kaybı mukadder kılan bir tarafı oluyor.
Tam burada başa dönersek, dinin kendisine kulak verilen bir çağrı, hayatımızı ve kendimizi değiştirmeyi talep eden bir sesleniş olmaktan çıkıp istediğimiz gibi kullanabileceğimiz bir alan haline gelmiş olması meselesine. Bunun, din ve insan arasında yeni bir ilişki biçimi olduğunu söyleyebilir miyiz? İnsanlığın dinden beklentilerinde bir yanıyla evrensel bir motivasyon değil mi bu?
Doğrudur, heryerde her zaman insanın dinle ilişkisinde görülebilecek tutumlardan birinin özeti bu. Peki insan dinden ne bekler? Buna mukabil dinde ne bulur? Bulduğu şeyle nasıl bir pazarlığa veya inatlaşmaya girer? Daha nötr bir ifadesi de var tabi bu sorunun: Din insanlarla nasıl bir etkileşime girer? Nasıl etkiler ve nasıl etkilenir?
Bütün bir dinler tarihi, bazı dinlerin ilk etapta toplumda büyük bir huzursuzluk doğurduğu ama bu huzursuzluk sayesinde toplumun rutinlerini bozarak, kurulu güçleri rahatsız ederek, Marksist önyargıların aksine, devrimci bir rol oynadığını gösterir. Ancak aynı dinler kısa bir süre sonra kendileri bir huzur, gelenek, kurulu düzen konusu haline gelir. Kitleler belki ilk kurucu-karizmatik anda değil belki ama bir-iki nesil sonra dinle kendi pazarlıklarını yapıp onu kendilerine uydurmayı başarırlar.
Ünlü Alman sosyolog Max Weber özellikle dünya dinlerinin başına gelen bu trajik akıbeti örnekleriyle ortaya koyar: Dünya dinleri olarak bilinenlerin hiçbiri hedeflediği kitlelere ulaşabilmek uğruna başlangıçtaki iddialarında fazla ısrarcı olmamışlardır. Yani daha fazla kitleye ulaşabilmek için hepsi de başlangıçtaki kurucu iddialarını yumuşatmış, reddettikleri putları başka kılıklar altında, yeni dinin azizleri veya velileri şeklinde mesela, kabul etmek durumunda kalmışlardır.
Dinler bu konuda aktif bir konumdan (onları benimseyip kendilerine benzeten kitleler karşısında) pasif bir konuma itilmiş oluyorlar. Artık en azından bu konuda karar veren ve etki eden dinler değildir. “Din, değişmeye davet ettiği kitleler tarafından değiştirilir.”
Bu kural sadece dinler için değil bütün siyasi, ideolojik hareketler için de sözkonusudur. Tabi bu kural herşeyi, her türlü varoluş ihtimalini tüketen bir kural değil. Elbette dinin etkisinin başka türlü işlediği mükemmel örnekler de vardır. Ancak bunu görmek için de öncelikle insan varoluşunun gaflet ve hidayet arasındaki bir sarkaç hareketini başka bir gözle görmek gerekiyor.
Yeni Şafak / Yasin Aktay
sn aktay, bide ,değiştirmek istedikleri “tağuti”sistemin [öyle diyorlardıya] ,kendisini ve akp yi nasıl ve nekadar değiştirdiğini /dönüştürdüğünü?!! ,kimseden çekinmeden,kaybedeceklerinden korkmadan Allah için öz eleştiye tabi tutsa ya !?,, …ne kadar daha aynı delikten ısırılmaya devam edeceğiz , kendi özgün kurani duruş ve mücadele örnekliğine çağrı ve çabayı ne zamana kadar erteleyeceğiz .?!?!…
Yazı olması gereken dozajda. Ancak yazarın ismini görünce bende ki tesiri olması gereken dozajın altında kaldı. İlim adamlığı iğneyi kendine ve de bulunduğu mecradakilere batırmalı ki söylemleri de kitlelerde etki uyandırsın.
İçinde bulunduğu partinin Allah’ın dinini laiklikle uzlaştırıp tahrif etmeye çalıştığından haberi yok herhalde!?
Yani kendisi de içinde bulunduğu parti vesilesi ile dinleri tahrifata uğratmaya çalışanların saflarına dahil olmuş oluyor.